Işık
Korku ve şaşkınlık içinde yaşayan ilk insanın biricik dostu ışıktı. Çünkü onun sayesinde yiyeceğini bulabiliyor, onun yardımıyla düşmanlarından kurtuluyordu. Işıksızlık onun için korkunç bir şeydi. İnsan muhayyilesinin bulup yarattığı, nesilden nesile göçürerek günümüze kadar ulaştırdığı ne kadar fena, yabanî, tehlikeli şey varsa hepsi karanlıktan doğmuştu. Eski büyük dinlerin bazılarında kâinat ışık ve karanlık diye iki büyük parçaya ayrılıyor, iyi ve güzel olan şey ışıktan doğuyor, iyilik yapan ve insanları yaratan Tanrı da ışık Tanrı sayılıyordu. Ayın ve yıldızların asırlardan beri her milletin şiirinde terennüm edilmesine sebep, karanlık geceleri aydınlatmaları idi. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Goethe, ölürken, “Biraz ışık, biraz ışık !” diye yalvarmıştır.
Hâkim, fatih ve teşkilâtçı kadar şair ve sanatkâr da olan Türkler, buzlu bozkırların fecirleriyle sıcak çöllerin serabını görüp bilen Türkler, ışığa başka milletlerden daha az değer biçemezlerdi. Işık bu seçkin ırkın dilinde de işlendi ve maddî manasını aşarak manevî bir mânâya da kuvvet verdi: “Aydınlanmak”, “Işıklanmak”, “Nurlanmak” şimdi fazla olarak kalbin ve fikrin gelişmesini, büyümesini, olgunlaşmasını da anlatan kelimeler olarak Türkçede yer aldı.
Işığın Türklerdeki en güzel ve mânâlı hâli destanlara aksetmiştir. Gökten inen ilâhî bir ışık vardır ki, indiği yere, Tanrı’nın Türk ırkına vergisi olan fevkalâde bir tesir yapar, ışığın tesiriyle doğan çocuk veya onun nesli millî bir kahraman olarak Türkleri zafer ve şeref ufuklarının birinden ötekine doğru dolu dizgin koşturup tarihe şanlı sayfalar yazar. Türk destanlarındaki “Kurt” ve “Işık” Tanrı’nın Türkleri yükseltmek için gönderdiği vasıtalardır.
Bugün yine gökten inecek bir ışığa ihtiyacımız var. Ancak üçte biri müstakil olan 50-60 milyonluk büyük Türk milleti, tarihinin hiç bir çağında, bugünkü kadar, böyle bir ışığa muhtaç olmamıştı. Yoksulluk ve hastalıkla, düşmanların kıyıcılığı ile, yabancıların iftirası ve sinsiliği ile, millî şuurun kaybolması ve millî kültürün o kültürü korumaya memur edilenler tarafından kasten baltalanmasıyla tehlikeler içinde kalan Türk milleti ilâhî ışığa hiç bir zaman bu kadar muhtaç olmamıştı. Bunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki, birçok kitap ve dergilerin satırları mucizeli ışığı değil, felâketi ve kızıl esareti getirmek için yazılıyor. Şimdilik şu kadarını söylüyoruz: “Bizim yeni Altın-Işığımız ancak, felâket ve esaret hazırlayan bu yazılar millî şuurun selinde boğulduğu zaman inmiş olacaktır”.
(Altın-Işık, 15 Ocak 1947, Cilt 1, Sayı: 1)