Hep bunlar sosyoloji ve felsefe bilmeyen hikayeci tarihçiler ile sosyoloji ve felsefe bilmediği gibi tarih de bilmeyen dinbaz din adamları yüzünden oluyor.
Tabi politika esnafı da bu boşluktan faydalanıp, milletin beynini oyun hamuru gibi yoğurup, inanç üzerinden kendi hesaplarına putlar yapıyorlar.
Fatih İstanbul'u fethettiğinde Doğu Romanın yani Bizans'ın başkentindeki Ayasofya Hristiyan aleminin simgesiydi ve dünyada ondan daha gösterişli ve büyük mabet yoktu.
Fatih bir Müslümandı ama şimdiki dinbazlar gibi din taasubu yoktu, devrinin en aydın ve entelektüel kişilerinden biriydi.
Hz. Peygamberin fethedilen yerlerde de hiçbir kiliseyi cami yapmadığını, İslam’da bunu yeri olmadığını da biliyordu.
Ki o Fatih annesi için kilise yaptırmıştır. O, İstanbul'un kendi dualarıyla alındığını ima eden din adamlarını da "İstanbul'u ordularımla ben aldım" diyerek huzurundan kovan kişiydi. Bu yüzden hocası Akşemseddin’in İstanbul’dan ayrıldığı, Bolu Göynük’e yerleştiği söylenir ve orada ölmüştür.
Fatih aynı zamanda bir devleti yönetiyordu ve iyi bir stratejistti.
İşte o Fatih, İstanbul’u yakıp yıkmadı, yağmalamadı ama bir mesaj verilmesi gerekiyordu. Hristiyan dünyası için simge halindeki Ayasofya'yı cami yaparak sürekli seferler düzenleyen Haçlı dünyasına etkili bir mesaj verdi ki bu psikolojik üstünlük sağlamaya yönelik stratejik bir eylemdi ve o üstünlüğü sağladı.
Aynı şartlarda olsam şahsen ben de öyle yapardım, çünkü Haçlı dünyasına karşı bu hamle akıllıcaydı.
Osmanlı hakimiyetinde 450 yıl kalarak 20. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’daki Ayasofya artık Hristiyan aleminin en önemli ve en büyük mabedi değildi. Çünkü artık çok daha büyük ve çok daha sanatsal, muhteşem mabetlere, kiliselere, bazilikalara, katedrallere sahiptiler. Radikal Hristiyan gruplara rağmen Ayasofya kendi dinlerinin izlerini taşıyan tarihi bir eserdi onlar için ki şu anda da öyledir.
Bu yüzden, 1918-1923 arasında 5 yıl İngiliz işgali altında kalan İstanbul’u Mustafa Kemal ve arkadaşları tekrar alıncaya kadar, İngilizler Aysofya’yı ne tekrar kilise yapmaya kalkmışlardır, ne de zarar vermişlerdir.
1933’e gelindiğinde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde Boğazlar gibi bir sorunu vardı. Nöbetçi asker bile bulunduramadığımız Boğazlar için Atatürk egemenlik hakkını istiyordu.
Türkiye bunun için diplomatik atağa geçerek öncelikle “Boğazlar kendisi için can damarı olan” Sovyet Rusya üzerinde girişimde bulunarak, Mussoloni İtalya’sının ve Mart 1933’de yönetime gelen Hitler Almanya’sının Boğazların güvenliğini tehdit ettiği argümanını Milletler Cemiyeti’nde kabul ettirilmeye çalışılmıştır.
İmza Atatürk’ün müydü değil miydi, boş tartışmalara girmeden şu söylenebilir; Ortodoks Rusya'yı yanımıza çekmek için, Rusya'nın Bizans'ın varisi olduğu iddiası da görüşmelerde kullanılarak 24 Kasım 1934'de Bakanlar Kurulu Kararı alınarak, 1453'den önce kadim Ortodoks mabedi olan Ayasofya müze yapılmış ve Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için karşı atağa geçilmiştir.
Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi amacına ulaşmak için Ayasofya konusunda verilen taviz ve baskı diplomasisi, Rusya ve şaşırtıcı bir şekilde Yunanistan üzerinde işe yaradı ve Sovyet Rus ve Yunanistan delegeleri “Türkiye’nin talebinin makul olduğunu” belirterek, Türkiye’yi desteklediler.
Rusya ve Yunanistan desteği ile “Boğazlar diplomasisine” devam edilmesi sonunda, İtalya dışındaki büyük devletler de talebimizin makul olduğunu deklare edince, 10-11 Nisan 1936’da Möntrö’de gerçekleşen Milletler Cemiyeti toplantısında Boğazlar üzerinde bugünkü egemenlik haklarımızı elde ettik.
Görüldüğü gibi Atatürk de aynen Fatih gibi, Aysofya’yı devletin âli menfaatleri için stratejik olarak kullanmış ve ikisi de başarılı olmuştur.
Meselenin özü buyken, halen Aysofya üzerinden din tartışması yapmanın, gerçekte olmayan bir beddua yalanı üzerinden Fatih’e rahmet, Atatürk’e lanet okuma ahmaklığı ve alçaklığının, 21. yüzyılda eski bir kilisede iki rekat Cuma namazı kılmanın dünyaya ders vermek olduğunu sanmanın, topluma böyle lanse edilerek gereksiz tartışmalarla kutuplaşma yaratmanın kime ne faydası vardır?
Devletimizin yöneticilerinden, etkin ve yetkin kişilerden, Fatih ve Atatürk’teki ferasetin birazını olsun beklemek hakkımız değil mi?