“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiç bir yardımcı da yoktur.” (Ra’d, 13/11) (Diyanet Takvimi, 10 Nisan 2018)
Hiç kendi özeleştirimizi yaptık mı? Dini hassasiyetlerimiz gerçekten var mı, yoksa olduğunu mu sanıyoruz? Kâmil bir Müslüman olmak için çabalıyor muyuz? Aşırılıktan, ifrat ve tefritten uzak, orta yolda mı yürüyoruz? Veya aklını birilerine teslim etmiş mankurt gibi, robot gibi yaşayan birisi miyiz? Hâl ve davranışlarımızda “Kâfir” veya “Münafık” alametleri görülüyor mu? İslâm’ı özde mi yaşıyoruz, sözde mi?
Geçen haftaki “Faiz Haram Ya Dolar” başlıklı yazımda; Türk Lirası bizim “Milli paramızdır”: Aynı şekilde dolar Amerika’nın, diğer paralar da kendi ülkelerinin… demiştim. İnsanlar; “TL değer kaybediyor, alım gücü düşüyor” diye TL’yı bırakıp dolar alıyor. Özellikle dindar kesimlerin, faiz endişesi ile bu yola başvurdukları görülüyor. Farkındalar veya değiller, ama yabancı bir paraya değer kazandırıyorlar: Hem de “şeytan” olarak gördükleri ülkenin parasına… Dolar artınca da bozdurup paralarını ikiye katlıyorlar. Terlemeden kazanç… Aklım ve mantığım, bu paranın haram olduğunu söylüyor. Ya sizce?..
“Müslüman’ım” diyorsak; İslâm’ın yasakladığı hususlarda hassas olmamız gerekmez mi? Çarşıdaki-pazardaki, caddedeki-sokaktaki bir çok insanın ve camide cemaatin hâllerini, tutum ve davranışlarını dikkate aldığımda, bu hassasiyeti göremiyorum. Son zamanlarda; bilgisizlik, görgüsüzlük, saygısızlık, terbiyesizlik, bencillik, duyarsızlık, haksızlık, … had safhada. Savunma ifadeleri bile korkunç: “Çalıyorlar ama, çalışıyorlar” veya “çalsınlar, bana da veriyorlar” diyenler. Çaldığı bisikletin -elini yıkamak için girdiği camide- bir başka hırsız tarafından çalınmasına; “Camide hırsızlık olur mu?” diye isyan eden hırsız: Sanki hırsızlığa değil de camide yapılmasına karşı gibi… Girdiği dükkanlara, evlere not yazan veya “zevk için yaptığını” yazıp para bırakan hırsızlar… Diğer ahlâksızlıkları yer darlığından yazamıyorum.
İslâm’ın ilkelerini -bilerek veya bilmeden- çiğneyip büyük günahları işlerken; her gün, her yerde, her daim yaptığımız hareketlerle “kul hakkı” sayılabilecek olayları yaşarken; namaz kılarak, oruç tutarak, zenginsek zekat vererek ve hacca giderek kurtulacağımızı sanıyoruz. Yaptığımız küçük ve basit işleri abartarak veya şov yaparak anlatıyoruz. “Nafile” işlerle zaman öldürüyoruz. Okumuyoruz, araştırmıyoruz, düşünmüyoruz, idrak etmiyoruz, ibret almıyoruz. Şeytani düşünceli bir çok adam Tv.lere çıkıp Müslümanlara algı operasyonu yapıyor: Saf, samimi ve iyiniyetli olduğuna inandığım insanlarımız aldanıyor. Yalan-yanlış sözlere inanıyor ve farkında olmadan devamlı hatalar yapıyor.
Fazla ayrıntıya girmeden bir fıkra anlatmak istiyorum: Hacı dayının biri, hesabına işlem yaptırmak için bankaya gitmiş. Bayan banka memurunun karşısına oturmuş. Memur dayının hesabını açmış işlem yapıyor, bu arada sol elinde bulunan bardaktan su içiyormuş. Tabii hacı dayı sinirlenmiş ve kızgın bir sesle: “Kızım, sen bilmiyor musun sol elle su içmenin haram, günah olduğunu…” demiş. Bayan banka memuru bozulmuş ama, cevap vererek üzmek istememiş. Sadece şunu söylemiş: “Ne yapayım dayıcığım, sağ elimle de senin faizi hesabına işliyorum.” Ne kadar güzel cevap vermiş değil mi?..
Yıllardır Kur’an’ın Arapça’sını okuttular; manasını, içeriğini öğretmediler. Çünkü öğretselerdi kendilerine ihtiyaç kalmayacaktı. Hatta dini cemaatlere, tarikatlara bıraktılar. Bunlar da saçma-sapan, hurafe, batıl inançları din gibi millete anlattılar, Müslümanları kandırdılar, İslâm’ın özünden uzaklaştırdılar. Diyanet ve hocalarsa; daha çok ibadet ve muamelat konularını işlediler. İslâm’ın iman, itikat ve ahlâk dini olduğunu anlatmadılar. Hele hele eğitim, bilim ve teknoloji konularına hiç girmediler.
Dinimizi; namaz ve başörtüsüne indirgediler ve “cehennem korkusu” üzerine oturttular. Ama “Cennet”i o kadar iştahlı anlattılar ki, sanki “Cennet”te dünya benzeri bir hayat varmış gibi... İnsanlar soyut kavramları algılamakta zorlanırlar, ama somut olsun diye dünya örnekleri ile açıklamak doğru muydu bilemiyorum? Kimseyi suçlamak istemem: Fakat adam “Allah’ın rızası”nı kazanmak için değil de, sanki “cennette 40 huri alacağım” diye namaz kılıyor!...
İlginç bir ülke olduk. Şeklen veya görünür de Müslümanız, öz de ne kadar Müslümanız “Tanrı bilir”. Aslında söz gelişi söylüyorum: “Görünen köy kılavuz istemez” misali, bizler de tahmin edebiliriz. Dünya Müslümanlarının haline ve yaşananlara bakınca üzülmemek elde değil. Muhacir (!) Müslümanlar; halkı Müslüman olan ülkelere değil de Avrupa ülkelerine kaçmaya, “kapağı oralara atmaya” çalışıyorlar. Müstehak mıyız acaba?..
Çok hassas olanlarımız (!) yok mu? Bir hatıramı anlatmak isterim: Sendikacılık yaptığım yıllardı. Zannediyorum 2004 yılı Eylül ayı olabilir. Bir arkadaşımın aracıyla Sivas’tan Yozgat’a geçiyorduk. Köylülerin tarlalardan şeker pancarını söktükleri ve fabrikalara taşıdıkları günlerdi. Traktörle yapılan nakliye sırasında, römorkun sarsılmasıyla pancarlar tek tük yola dökülmüşlerdi. Ben de pancarı haşlayarak yemeyi çok severim. (Çocukken anam pancarı haşlar, dilimler ve bir çöpe takarak elimize verirdi, sokakta yerdik. Hatta tarhana çorbası pişirirken, çorbaya tat versin diye içine pancar atarlardı.) Arkadaşıma dedim ki: “Arabada naylon poşet var mı?” O da: “Bagajda var” dedi. “Dur da poşetleri alalım” dedim. Poşetleri bagajdan aldım. Arkadaşıma: “Arabayı sürmeye devam et. Ben dur deyince dur, yola düşen pancarların büyüklerini toplayacağım” dedim. Yola devam etmeye başladık. Ben yolda pancar gördükçe “dur” diyorum ve araba duruyor, pancarları topluyorum. Böyle böyle dört poşet pancar topladık.
Ankara’ya gelince iki poşetini arkadaşıma verdim. Diğer iki poşeti de ben aldım, eve getirdim. Pancarları iyice yıkadık ve suda haşladık, dilimleyerek güzelce yedik. Misafirliğe gelen komşulara da çıkarttık, çok beğendiler. Daha önce yememişler…
Ertesi günü arkadaşıma: “Pancarı yediniz mi, nasıl güzeldi değil mi?” diye sordum. Arkadaşım: “Pancarları eve götürdüm. Nasıl topladığımızı da anlattım. (Hanım, bu pancarlar haram, ben yemem günah olur, götür çöpe at dedi.) Ben de götürdüm poşeti ile çöpün yanına koydum” deyince canım sıkıldı. Arkadaşıma: “Dini hassasiyetiniz güzel, ama bu kadarı da fazla… Biz tarladan çalmadık, sahibi onları taşırken düşürmüş. Eğer toplamasaydık, arabalar ezecek ve hiç bir işe yaramayacaktı. Belki kuşlar -arabalardan yola inebilirlerse- biraz didikler ya da rast gelirlerse hayvanlar bir kısmını yerlerdi. Biz kötü bir şey yapmadık” dedim. Haram yiyen konumuna düşmüştüm! Siz nasıl yorumlarsınız, bilemiyorum?
Yanlış anlaşılmak istemem: Sadece konunun anlaşılması açısından bir örnek daha vereyim. Bu ülkede 15 milyon devletin sosyal yardımlarıyla geçinen insanlar var. Market önlerindeki çöp bidonlarından sebze ve meyva toplayarak karnını doyuran milyonlarca insan var. Market sahibi; çöpe attığı çürümüş, bayatlamış sebze ve meyveleri “toplamayın” diye fakirlere kızsa ve buna rağmen onlar toplasa günah mı işlemiş olurlar? Hatta market sahibi içinden “haram etse”, rızası olmadığı için helallik mi isteyecekler? Benzer şekilde kâğıt, pet şişesi vs. toplayanların durumu ne olacak? Bunlar günah işliyorlar ve haram yiyorlar mı diyeceğiz? Oysa bu işi yaparak ülke ekonomisine büyük katkı sağlıyorlar.
Her şeyin bir sınırı olduğu gibi, hassasiyetin de sınırı vardır; fazla abartmamak gerekir. İnsan, hayatını kendine zehir etmemelidir.
Daha işi ehline veriyor muyuz, diyecektim? Çalışıyor muyuz, üretiyor muyuz diyecektim? Ve bir çok şey yazacaktım, ama köşem doldu. İnşallah diğer yazılara…