Son zamanlarda yaşadıklarımız malûm: Krizle yatıp, krizle kalkıyoruz. Yazacaklarım, duyduklarınızın tekrarı gibi olabilir; ama “aklın yolu birdir” derler, ben de aynı şeyleri düşündüğüm için yazıyorum. Yazılarım haftalık olduğundan, sanki onları taklit ediyormuşum gibi oluyor ama kusura bakmayın artık.
Hep şuurlu bir Müslüman olmak için çabalıyorum. Dinimi okuyarak öğrenmeye ve hayatıma tatbik etmeye çalışan birisiyim. En sevmediklerim, İslâmiyet’i siyasete alet edenlerdir. Lakin bundan vazgeçmezler, hep yaparlar. Aslında çıkarları, menfaatleri ön plandadır: Kendi geleceklerini kurtarma peşindedirler. Başları sıkışınca da Allah’ı hatırlarlar: Ya O’nu emelleri için kullanırlar ya da çözümü O’na havale ederler.
“Allah affetsin” diyerek bir fıkrayı buraya alacağım:
Bir gün melekler heyecanla ve telaşla Allah'ın huzuruna girerler.
Allah: “Ne oluyor, ne bu telaşınız?” der.
Melekler: “Allah’ım! Almanlarla Fransızlar savaşa girdi, ne yapalım.” diye sorarlar.
Allah: “Telaş etmeyin, onlar kendi aralarında çözerler.” der.
Birkaç gün sonra melekler yine telaşla huzura varırlar.
Allah: “Yine ne oldu?” diye sorar.
Melekler: “İngilizler de savaşa girdi, ne yapacağız?” derler.
Allah: “Telaş etmeyin, onlar işlerini bilir.” der.
Aradan birkaç gün geçer, melekler yine telaşla huzura tekrar girerler.
Allah: “Yine ne oldu?” der.
Melekler: “Şimdi de Yunanlılar savaşa dahil oldu, savaş büyüyor.” derler.
Allah: “Dert etmeyin, onlar kendi aralarında hallederler.” der.
Bir kaç gün daha geçer. Melekler bu sefer daha telaşlı ve heyecan içinde, apar-topar huzura girerler: “Allah’ım, Allahım! Türkler de savaşa katıldı, ne yapacağız?” diye sorarlar.
Allah: “Yaa, öyle mi! İşte şimdi iş bize düştü. Çünkü Türkler her şeyi bana havale ederler” der.
Tabii bu bir fıkra, ibretlik diye mecbur kaldım yazmaya… Ama bizim genel durumumuzu anlatmıyor mu? Her şeyi “Allah’a havale” etmiyor muyuz? Allah, insanlara akıl vermiş, zeka vermiş, idrak vermiş kullan diye... Kur’an’da; doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, günahı-sevabı, haramı-helali göstermiş. Sadece Müslüman olanlara da değil, tüm insanlığa hitap etmiş. Her şeyi Allah yarattığına göre, “Bizim Allah’ımız var” ifadesi niye söylenir. Diğer din mensuplarının Allah’ı yok mu? Veya inanmasa bile Budistin, ataistin, deistin… de Allah’ı değil mi? Halk arabesk olunca, hitap da arabesk oluyor. Hani, bir zamanlar bir türkü vardı: “Zalimin zulmü varsa, sevenin Allah’ı var” diye…
Yazımızın esas konusu olan ekonomik krize gelince; aylar öncesinden bu krizin geleceği ekonomistler tarafından söyleniyordu, yazılıyordu. Hatta eski ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, 24 Mart 2018’de 7.Uludağ Ekonomik Zirvesinde ne demişti de Cumhurbaşkanı azarlamıştı, unuttuk mu? Şimşek, ekonomide yağmur ve fırtınadan bahsederek: “Çatıyı hava güneşli iken onarmamız lâzım. Dövizle borçlanmaktan vazgeçmek lâzım…” gibi laflar etmişti. Ekonomi (İktisat) yazarlarını okurken görüyordunuz: Bir kriz kapıda idi. Doların 7 lirayı bulacağı yazılıyordu. Seçim öncesi bu tür açıklama yapanları da, iktidar mensupları “vatan haini” diye suçluyorlardı. Ne çabuk unuttunuz?
Ekonomi iyi yönetilmiyordu: 80-90 yılda bu milletin parasıyla oluşturulan fabrikalar, tesisler, işletmeler; özeleştirme adı altında -hem de yabancılara- satılıyordu. Eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan: “Babalar gibi satarım” demiyor muydu? Dışardan durmadan borç alınıyordu. Ancak, satıştan elde edilen veya borç alınan paralar; yeni fabrikalar kurmaya, sanayiyi geliştirmeye, iş sahası açmaya yönelik harcanmıyor; yollar, köprüler, binalar, havaalanları vb. işler yapılarak asfalta ve betona gömülüyordu. Ülkenin kalkınması için öncelikler iyi tespit edilmemişti. Rant ekonomisi oluşturuldu, ama birilerine yaradı. Ülke kaynakları da heder edilmiş oldu.
Savurganlık (israf) had safhadaydı. Sadece duymuyorduk, görüyorduk da... Milli Eğitim Bakanlığında durmadan bakım-onarım yapılıyor, kullanılabilecek donanım eşyaları atılıyor yerine yeniden eşyalar alınıyordu. Dairelerin kendi personel toplantıları bile Ankara dışında lüks otellerde yapılıyordu. Gereksiz toplantılar tertip ediliyor, acımasızca harcama yapılıyordu. Bütçe açığını veya tasarrufu kimse düşünmüyordu. Ama ataların dediği gibi “Hazıra dağ dayanmaz”dı.
Vatandaşa, havuz medyasında her şey güllük-gülistanlık gösteriliyor, anlatılıyor, söyleniyordu; görmemiz, duymamız, bilmemiz gerekenler veriliyordu. Medyada maaşlı, yalaka, tetikçi adamlar da gerçekleri anlatmıyorlardı, sadece toplumu kandırmakla meşguldüler. TÜİK istatistiki rakamlarla istediği gibi oynuyor, her şeyi düşük gösteriyordu. Örneğin: İhracatımızın, yani dış satımımızın devamlı arttığı açıklanıyordu; ama ithalatımızdan, yani dış alımdan fazla bahsedilmiyordu. Çünkü dış alım daha fazla olduğu için, dış ticaret açığı devamlı büyüyordu. Gerçekler ters-yüz ediliyordu. Oysa madalyonun arka yüzü böyle değildi. Büyük bir algı operasyonu altında olmamıza rağmen, hiçbir şey gizli kalamadı.
Sonuçta; İşsizlik arttı, enflasyon arttı. Dış borç arttı. İthalat-ihracat (Dış ticaret) farkı dış alımların fazlalığından dolayı arttı. Bütçede cari açık arttı. Ekonominin en önemli unsuru güven sağlanamadı; piyasaya güven verilmesi gerekirken önemsenmediği için güvensizlik arttı.
Ekonomik krizde papazın fazla etkili olduğunu düşünmüyorum. Başka dolu sebepler var. Dış güçler her zaman vardı. İlk defa bir krizle karşılaşmıyoruz. Papaz olayını ekonomik krize bir kılıf olarak kullanıldığını düşünüyorum. Amerika hiçbir zaman -müttefik olsak da- dost olmadı. Sadece mesele Amerika’da değil. Şunu herkes biliyordur: Ülkeler arasında dostluklar yoktur, çıkar ilişkileri vardır.
En önemli soru şudur: Daha seçime 1,5 yıl varken, meclis gücü elinizdeyken, sizi kayıtsız şartsız destekleyen bir de ortak bulmuşken; erken (baskın) seçim kararı niçin alındı? Belki bir çok sebep yazılabilir ama, esas sebep ekonomik göstergeler iyi gitmiyordu ve krizin geleceği biliniyordu. Seçim erkene alınmamış olsaydı, iktidar bu krizden zararlı çıkacağından seçimi ve iktidarı kaybetme korkusu oluşmuştu. Çünkü kendileri krizle gelmişlerdi.
Yastık altındaki altın ve dövizlerinizi bozdurun, deniyor. Benim dövizim yok. Dövizin kimlerde olduğunu az-çok tahmin edebiliyorum: Yazmak istiyorum. Biliyorsunuz İslâm’a göre riba (faiz) haram sayılır. Dindar geçinen kesimler bu konuda güya (!) hassaslardır. Bunun yerine paralarını dövize ve altına yatırırlar. Ya bankadadır veya evlerinde yastık altındadır. “Niye TL olarak tutmuyorsun” diye sorduğunuzda, “Paranın değeri düşüyor, onun için dolar, avro veya altın alıyorum” derler. Altın veya döviz artabilir de - düşebilir de, yani risk varmış. “Peki risk varsa, artmayacağını veya düşeceğini bile bile yine de alır mısın?” diye sorduğunuzda ise cevap vermezler. Çünkü hiç kimse düşeceğini bildiği bir paraya yatırım yapmaz. Altın ve dövizin; bu kesimlerin elinde olduğunu, yine -paradan para kazanan, bunu meslek edinenler hariç- iktidarın yanında yer alan, ihale alan ve destek veren kesimlerin elinde olduğunu düşünüyorum.
Aklıma ister istemez başka sorular da geliyor:
- Döviz bozduranların, dolar yakanların medyadaki şovları güzel oluyor, halkımızın moral ve motivasyonu artıyor! Yalnız bunlar kimler? Bu dolarları ne zaman almışlar, biriktirmişler? Acaba ellerindeki dolarların hepsi bu mu, yoksa o gece bozdurdular mı?
- Merkez bankası niye baskılandı? Tedbir almak için, niye beklendi veya niye bu kadar geç kalındı?
- Bu krizi Türkiye için bir fırsata çevireceklerini söylüyorlar. Ülke için bir fırsata çevrilebilir mi, onu bilemem. Fakat birilerinin fırsata çevirdiği ve zenginleştiği, bir çeşit vurgun yaptığı kesin… Uzun zamandır döviz (özellikle dolar) alanlar ve dolar 7 TL olduğunda bozduranlar kimler?
Krizi fırsata çevirerek bir gecede zengin olanları, yurt dışına sermaye çıkaranları ve yurtdışından ev alanları bilmek zorundayız. Görelim kimmiş bu yerli ve millî olanlar!..
“Millî Mücadele”den, “Birlik Olmak”tan bahsediliyor. Her zaman birlikten yanayız: Hiç bölücü, ötekileştirici ve ayrıştırıcı olmadık. Devletimizin ve Türk Milleti’nin birliğinden ve dirliğinden yana olduk. Ben de inanıyorum: “Allah’ımız var”, ama aklımızı kullanarak bu savaşın altından kalkarız.