Televizyonlardaki yarışma programlarını ilgiyle ve merakla izlerim. Evimde seyrettiğim için stüdyo heyecanı yaşamasam da, kendi bilgilerimi sınamaya çalışırım. Eh, fena sayılmam. Yarışmaları seyrederken bir şey dikkatimi çeker: Özellikle genç yarışmacılar; Türk Halk Edebiyatı’ndan, halk kültüründen, -bazılarını yanlış bulmakla birlikte- sokak kültüründen haberdar değiller. Soruları cevaplarken zorlanmalarından bunu anlıyorum. Çoğunlukla joker kullanıyorlar. Hatta bu tür sorular yüzünden ilk sorular da elendiklerine şahit oluyorum.
Fazla ayrıntıya girmeden bu durumun sebeplerini kısaca belirtelim: Bugünün çocukları; zamanlarının çoğunu, odalarında bilgisayarla ya da ellerinde telefonlarıyla geçiriyorlar. Toplu taşıma araçlarına biniyorsanız görüyorsunuzdur; gençlerin kulaklarında kulaklıklar, ya film seyrediyorlar ya oyun oynuyorlar ya müzik dinliyorlar ya da mesajlaşıyorlar. Çevrelerinde olanlara ilgisiz, konuşulanlardan uzak, kendi hallerinde gidip geliyorlar. Artık evlerde hepimiz bir köşeye çekiliyor, cep telefonu ile meşgul oluyor ya da televizyon seyrediyoruz. Eş ve çocuklarımızla sohbet etmek yok, misafirlik yok, gülme - oynama - şakalaşma yok, karşılıklı dertleşme yok, kitap da okumuyoruz. Herkes kendi halinde!..
Evet… Çocuklarımıza; evde, okulda halk edebiyatımızdan, destanlarımızdan, atasözlerimizden, deyimlerimizden, masallarımızdan, ninnilerimizden, manilerimizden, tekerlemelerimizden, Dede Korkut Ata’mızın hikayelerinden bahsediyor muyuz? Mesela: Hanginiz, Ziya Gökalp’in “Ala Geyik” isimli masal şiirini çocuklarına okudu? Kaçımız çocuğuna millî edebiyatımızdan şiir okudu, okuttu veya ezberletti. Kimliksiz, kişiliksiz bir nesil yetiştiğinin farkında mıyız? Ya da “Türk’süz Türkiye” çabasında olanlara hizmet mi ediyoruz?
Ahmet Sevgi bir yazısında diyor ki: “Türkçe’nin ruhu atasözü ve deyimlerdir. Çarşıda, pazarda, kahvehanede konuşan, sohbet eden insanlara kulak verin, uzun uzun anlatılması gereken bir konuyu kısa yoldan bir atasözü veya deyimle özetleyip taşı nasıl gediğine koyduklarını göreceksiniz. Esasen bir dilin ifade gücü o dildeki kelime sayısından ziyade, söz konusu dilin sahip olduğu atasözü ve deyimlerle ölçülür. Türkçe, atasözü ve deyim bakımından zengin bir dildir. Dolayısıyla, dilimizin bu özelliği duygu ve düşüncelerimizi kısa ve net olarak anlatabilmemiz için bizlere büyük bir imkân sağlamaktadır.” (Yeniçağ, 28/03/2018)
Atatürk’ün “Türk nedir?” sorusuna verdiği cevabı herhalde okumuşsunuzdur: “Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
Ben de güzel ve anlamlı sözlere çok meraklıyımdır. Sadece kendimizden olanları değil yabancıların özlü sözlerini de severek okur, hoşuma gidenleri hemen not alırım. Mümkün olduğunca ezberlemeye çalışır ve yeri geldikçe de kullanırım. Konuşurken veya yazarken çok faydasını görmekteyim. Özellikle fıkralarımız… Nasrettin Hoca fıkralarının hemen hemen tamamını bilirim ve yeri geldikçe de anlatırım. Hakeza, Karadeniz (temel fıkraları) veya diğer bölge ve şehirlerimizin fıkralarını da… Bazen anlatmakta zorlandığınız bir konuyu, uygun bir fıkra ile kolayca anlatabilirsiniz. Veya konuyu kısaca geçiştirirsiniz.
Türk insanının, -kendisi gibi- düşüncelerinin de ne kadar saf, temiz ve dürüst olduklarını gösteren bir çok hadise, bir sürü yaşanmış hikaye vardır. Çok eski değil, yakın geçmişimizde yaşanan benzerlerini ben çok dinledim: Siz de mutlaka dinlemişsinizdir. Eskiden gençler büyükannelere, ninelere, teyzelere, bibilere (hala) çok güzel şakalar yaparlarmış; sonrada onlara sarılır, öper ve hediye vererek gönüllerini alırlarmış. Bunları dinlerken hem güler hem düşünürdüm. Yazılarımda yeri geldikçe örnekler vermeye çalışıyorum.
Bu kadar sözden sonra; gelelim güzel, anlamlı ve özlü bazı sözlere… Belki birbirinden çok farklı gibi görünse de, sizler için ortaya karışık aşağıdakileri seçtim:
* El kazanı ile aş pişmez (kaynamaz).
* Ele avuç açanın evinden darlık eksilmez.
* El atına binen tez iner.
* Gavurun ekmeğini yiyen gavurun kılıcını sallar.
* Borcu olanın benzi soluk olur. (Halk sözü)
* Şüphe duymayan hakikati bulamaz. (İmam Gazali)
* Herkes düşündüğü kadar anlayabilir. (Nüvit Osmay)
* Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları… Bugünkü üstünlüğüne güvenme, kimin kimi yiyeceğine suların durumu karar veriyor gördüğün gibi… (Kızılderili atasözü)
* Eğitim kafayı geliştirmek demektir, belleği doldurmak değil. (Mark Twain)
* Her zaman doğruyu şöyle; ne dediğini hatırlamak zorunda kalmazsın. (Mark Twain)
* Hayallerinizi kovmayınız, çünkü onlar gittiler mi belki siz kalırsınız, fakat artık yaşamıyorsunuz demektir. (Mark Twain)
* O şekilde yaşamalısın ki, öldüğün zaman tabutçu bile matem tutsun. (Mark Twain)
* Aynı yolu beraber yürüdüğümüzü sandığımız insanlar, aslında bize sadece gidecekleri yere kadar eşlik ediyor. (Mark Twain)
* Sen tembel tembel yatarken Tanrı’nın senin için uğraşacağını sanmak… İşte bu, bir çok krallıkların, bir çok devletin yıkılışının sebebi olmuştur. (Makyavel)
* Tam kudrete sahip olan, her şeyden korkar! (Pierre Corneille)
* Ağzında bal olan arının kuyruğunda iğnesi vardır. (Ek bilgi: 16 Ocak 2019 akşamı “Diriliş Ertuğrul” dizisinde geçti, beğendim. Araştırınca, 1553-1606 yılları arasında yaşayan İngiliz oyun yazarı John Lyly’nin sözü olduğunu öğrendim.)
* Bir söz de Eba Müslim Horasani’den: “Onlar, şerrinden (zarar vermeyeceklerinden) emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular; kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları dost olmadı, ama uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu.” Tüm bu yazdığım sözleri bugüne rahatlıkla uyarlayabilirsiniz.
Lise yıllarımda (1968-1971) arkadaşlarımın hediyesi bir “şiir defteri” tutmuştum. Defterin her sayfasına arkadaşlarım düşüncelerini ve en sevdikleri şiirleri yazmışlardı. Geçenlerde bu deftere baktım ve bir arkadaşımın yazdığı aşağıdaki şiiri gördüm. Leyla Morkal’a ait “İHTİYAR AYNA” başlıklı bu şiirle yazımı bitirmek istiyorum:
“Ne kadar tozlanmışsın ayna,
Beni bile göremiyorsun artık.
Eskiden gülünce,
Güller açardı yüzünde.
Merak etme!
Yarın tozunu alırlar;
Senin de,
Benim de…”
17 Ocak’ta yaş haddinden emekli oluşumun birinci yılını bitirdim. Günler çok çabuk geçiyor. Tanrı, hepimize sağlık, huzur ve mutluluk versin. Tabii ki öncelikle ülkemize huzur versin ki, biz de huzurlu olalım. Ne yapalım çaresiz gibiyiz. Ülke sevdalısı olanlar, bu şartlarda huzuru zor bulurlar ama, yine de ümitsiz değilim ve: “Hayır! Çare biziz.” diyorum.