Farkındasınızdır; millî ve dinî değerlerimizi özümseyerek yaşamadığımız için, tutum ve davranışlarımıza da yansımıyor. Değerlerimiz son yıllarda aşırı derecede erozyona uğradı, yozlaştı, basitleşti ve sıradanlaştı. Ve bazıları da kaldırıldı. Bir “Andımız” konusunu bile çözemedik. Bu dönemde en çok yaygarası koparılan “değerler eğitimi”nin de bir yararı görülmedi. Zaten eğitimin durumu meydanda…
1-7 Ekim tarihleri arası “Camiler Haftası”dır. Eğitim yuvası olması gereken camilerimiz işlevini yapıyor mu? Bana göre, hayır. Çünkü ne insanımızda, ne cemaatte ne de bazı din görevlilerinde “Allah’ın rızasını kazanma” niyeti göremiyorum. “Allah rızası” sözde herkesin ağzındadır ama, özde öyle değil.
Evet, şehirlerin en müstesna yerlerine çok lüks, süslü, gösterişli camileri kondurduk. Temizliğe çok dikkat edilmese de içleri pırıl pırıl, ışıl ışıl. Bir yanda kalorifer yanıyor, bir yanda klimalar çalışıyor, hatta yerden ısıtmalı; tuvaletlerde, abdesthanelerde sıcak sular akıyor. Tuvaletten ve abdestten sonra tomar tomar tuvalet kağıtları kullanılıyor. Kurum ve kuruluşların mescitleri de aynı… İsraf had safhada… (Ahhh atalarım, ninelerim! Sen soğuk suyla abdest alıyordun; yakacağın ve soban varsa güğümde su ısıtıyordun; evinde su yokken gidip nehirde, derede -kışın buzu kırıp- yıkanıyordun; silinecek havlun, giyecek bornozun olmadığından yağlık (büyük mendil)’la siliniyordun; aynı kıyafeti giyip evine dönüyordun. Gördün mü torunlarını nereden nereye geldiler! Üretmiyorlar ama bol bol tüketiyorlar!) Bazı köyler sefalet yaşarken, bazı köylerde de -oturan yok ama- 300-400 kişilik camilerimiz var, çok şükür!.. Cemaat olmasa da, içleri boş olsa da önemli değil. Ele-güne ve kendimize “Müslüman” olduğumuzu nasıl ispatlayacağız?..
Bir kaç sene önce yaşadığım bir hatıramı anlatmak istiyorum: Akşam mesai bitimi işyerinden çıktım. Kızılay metrosundan trene bindim. Yenimahalle durağında indiğimde, “bangır bangır” yatsı ezanı okunuyordu. Abdestli idim: “Camide namazımı kılıp eve öyle gideyim” diye düşündüm. Metro yakınında bulunan Tarım Camisi’ne girdim. Bu camide diğer camilerimiz gibi maşallah büyük bir camidir! Ezan bittikten sonra yatsının ilk sünnetini kendimiz kıldık. Caminin hoperlörü açıktı. Müezzin mikrofonla “bangır bangır” bir “kâmet” getirdi ve farz için kalktık. Cemaat fazla değil, iki sıra ancak oldu. İmamın sesi de “Maşallah” gürdü, aşırı bağırtılı bir sesle farzı kıldık. Herhalde benim kulaklarım çok hassas olduğundan, bayağı beynim zonkladı. Ne ise… Son sünneti ve vitir namazını kendimiz kıldık. Arkasından tespih ve duadan sonra, imam; “Amener Resulü” diye bilinen Bakara Suresi son iki ayetini, yine “bangır bangır” okudu ve namazı bitirdik, dağıldık.
Ayakkabılarımı giyerken, yanımda ayakkabısını giyen tanımadığım bir adam: “Hoperlörün sesini ne kadar açmışlar, kafam - beynim kalmadı” dedi. Ben de: “Haklısın, ben de rahatsız oldum” dedim. Ayakkabımı bağladığım için geride kalmıştım, yürümeye başladım. Camiden çıkan ve önümde yürüyen üç kişiden biri: “Şunlara bak, rahatsız olmuşlar. İnsan camide rahatsız olur mu?” diye diğer arkadaşlarına bizi çekiştiriyor. Dayanamadım, adama dedim ki: “Arkadaşım, benim kulağım çok hassas, demek ki arkadaşın kulağı da hassasmış. Camiden değil hoperlörün sesinin çok açılmasından rahatsız olduk. Hocanın sesi gür, Cuma namazında da değiliz, zaten 20-25 kişiden oluşan iki sıra cemaat var. İmam kendi sade sesiyle okusa daha güzel olmaz mı? Hem de elektrik harcanmamış olur” dedim. Adam: “Kardeşim rahatsız oluyorsan gelme camiye” demesin mi? Şimdi ne diyeceksin? İçimden “La havle” çektim: “Hoperlörün kaç desibel açılacağına dair Diyanet’in genelgesi var, bu kadar da açılmaz ki, camiye gelip gelmeyeceğime gelince; cami babanın malı değil, buralar herkese açık” dedim. Ve uzaklaştım, evime gittim. Ama bu tartışma beni rahatsız etti. Gereksiz bir gerginlik ve stres… Biz camilere Allah’ın rızasını kazanmak için mi gidiyoruz, bazı hadsiz cemaatle tartışmak, atışmak için mi?
Maalesef! Hoperlör sesinin “sanki inatlaşır gibi” fazla açılması bütün camiler de yaşanıyor. Sadece içeride de değil; ezanlar, selalar minarelerden çok yüksek sesle okunuyor. Sabahın köründe (saat 7.00 - 8.00’de) ölü selâsı veriliyor. Derdin ne? Yakın evlerde yaşlılar vardır, hastalar vardır, bebekler uyuyordur; bunları düşünmek gerekir. Selanı saat 9.00’da ver. Seladan öleni duyuyoruz ama, tanımıyorsak ilgilenmiyoruz bile: “Allah rahmet eylesin” deyip geçiyoruz. Tanıdığımız biriyse zaten seladan önce haberini alıyoruz. “Kara haber tez duyulur”; hele de iletişimin, haberleşmenin bu kadar ileri olduğu bir çağda… Geçmişten gelen her geleneği dinin emriymiş gibi algılamayalım… Diğer yandan; ölü selasını, herkes okuyabiliyor ki minareden değişik sesler duyuyoruz, cami görevlilerinin sesi değil gibi… “Ölü selası”nın devamında yapılan cenaze ilanı da ayrı bir problem: Anlayabilene aşk olsun. Bir kâğıda ölenin bilgileri yazılıp güzel bir Türkçe ile okunsa ya…
Camide namazın farzına kalkıldığında, İmam: “Safları düzgün tutalım, sıklaştıralım, ecriniz bol olsun vs.” diyor. Gereksiz ama, demek ki söylemek zorunda hissediyor. Namaz “Müminin miracı ise”, tüm benliğimizle ve huşu içinde kılmamız gerekir. Bunun için de sıkışık olmamamız lazım. Sürtüne sürtüne namaz mı kılınırmış? Şahsen çok sıkışık namaz kılmayı sevmiyorum. Vakit namazlarında camilerde bir kaç saf dışında kimse yok ki… (Cuma günleri cemaatin kalabalığı nedeniyle sıkışmayı anlarım.) Hatta bazı imamlar sözüne şunu da ilave ediyor: “Safları sıklaştıralım, şeytanlar aramıza girmesin.” Allah Allah! Bu söze ne gerek var. Dünyada, belki camide o kadar cinleşmiş, şeytanlaşmış insan varken… Sonra, şeytan da belki camiye hidayete ermeye geliyordur!..
“Safları sıklaştıralım” deyince aklıma bir fıkra geldi: İki samimi arkadaş varmış. Diğer arkadaşları bunlarla alay ederlermiş “safsınız” diye… Bir gün bu iki arkadaş camiye gitmişler. Namazın farzına kalkıldığında her zaman ki gibi imam: “Safları sıklaştıralım” deyince, biri diğerine “Yav, hoca bizim saf olduğumuzu nereden anladı?” demiş.
Tekrar camilerimize dönelim: Namazımızı huşu içinde kılmak için kendimizi zorlarken, cep telefonlarının sesleriyle yatıp kalkıyoruz. Bazı telefonların sesleri de türkülü, şarkılı, oyun havalı oluyor, tamamen namazdan çıkıyoruz. Telefonla konuşanlar, mesaj okuyanlar da cabası...
Yazları özellikle gençler çıplak ayakla; cemaatin bazıları da yağmurlu ve karlı havalarda ayakkabıları ellerinde -suyunu halıların üzerine akıta akıta- camiye giriyorlar. Ayağında mantar veya başka hastalık olanların bastıkları yerlere veya ıslak halılar üzerine alnımızı koyup namaz kılıyoruz.
Kış geldi, havalar soğudu. Dolayısıyla küçük camilerde veya büyük cami ise kapatılıp yanında veya altında daha küçük mekanlarda namaz kılınmaktadır. Namaz öncesi genelde ortam havalandırılmıyor. Çünkü içeriye adım atar atmaz havasızlıktan burnunuza ağır bir koku geliyor. Bu kokular genelde ağız, ter, nefes veya çorap kokusu oluyor. Havaların soğuk olması ve havalandırmanın da yapılmaması sebebiyle -hasta insanların da geldiği düşünülürse- hastalıkların artması kuvvetle ihtimaldir. “Temizlik imandandır” sözüne ne derece uyuyoruz!..
Yazıma itirafta bulunarak son vereyim: Geçmişte sabah namazına dahi camiye gidiyordum; bugün vakit namazlarına bile nadiren gidiyorum, genelde evde kılıyorum. Artık camiler; halkın bilgilendirildiği, dinî eğitime katkı yapan yerlerden daha çok, siyasetin konuşulduğu, siyasi mesaj veren hutbelerin yazıldığı, vaazların verildiği yerler haline geldi. Camiye girince sanki siyaset kokuları alır gibi oluyorum.
Her Cuma yardım toplanıyor: Cemaat yolunacak kaz gibi görülüyor, üzülüyorum. Gönüllü bir yardım olsa da, “insanları bu kadar zorlamanın gereği yok” diye düşünüyorum. Yardım öncesi verilen vaazlarla, güzel laflarla cemaat havaya sokuluyor. (En büyük bütçe Diyanet’e ayrılıyor.) Yardım toplamaya da cami önündeki dilencilere de bir kaç yıldır para vermiyorum. Durumuma göre ihtiyaç sahibini bulup kendim veriyorum.
Yazımı okuyan dostlarım: “bunları da mı mesele ediyorsun” demesin. Bunlar küçük gibi görünse de çok önemli. Evet, maalesef bu dönemde her değer gibi camiler de mesele haline geldi… Bu yüzden cemaat camilerden uzaklaşıyor.