24 Ocak 2020 Cuma günü saat 20.55’de Elazığ/Sivrice’de meydana gelen deprem sayesinde Ülkemizin önemli bir gerçeğiyle tekrar yüzyüze geldik. Depremle ilgili medyada bilim insanlarımız konuşuyor, anlatıyor, uyarıyorlar: Ama, bir kaç gün daha konuşur, sonra yeni bir depreme kadar unutur gideriz.
Allah’ın kurduğu düzene çok müdahale ediyor, doğa ile çok uğraşıyoruz. Dere yataklarına, heyelan bölgelerine, fay hatlarına evler yapıyor; önce görmemezlikten geliyoruz, sonra da “imar barışı” benzeri aflarla bedel karşılığı ruhsatlarını veriyoruz. Bazılarının tek derdi; sadece mal/mülk sahibi olmak, bol para kazanmak olduğu için bedelini de ağır ödüyoruz. İbret veya ders alıyor muyuz? Hayır!..
Depremi yaşadım da gördüm de
* Ben de “deprem kuşağı”nda olan bir şehrin çocuğuyum. İlk deprem şokunu Elbistan’da henüz 9-10 yaşlarında iken yaşadım. 1962 yılının “tahminen 27-28 Mart’ında” ikindi vakti, arkadaşlarımla kerpiç evimizin toprak damında gulle (misket) oynarken, birden sallanmaya başladık. Evdekiler dışarı kaçışarak “zelzele (deprem) oluyor” diye bağırdılar. Önceleri Kızılay çadırında çayırlık alanlarda kaldık. Evden erzak, kap-kacak getirmek zor olduğundan babam evimizin avlusuna ağaçtan ve kilimlerden bir çadır yaptı, burada kalmaya başladık. Artçı sarsıntılar 40 gün sürdü.
* 1968 yılından beri yaşadığım Ankara’da, “Allah’a şükür” büyük bir deprem yaşamadık; sadece çevrede meydana gelen depremlerin sarsıntılarını duyuyoruz.
* 17 Ağustos 1999 Marmara depreminden 10 gün kadar sonra, sendika olarak topladığımız yardımları ulaştırmak için Genel Başkanımız Şuayip Özcan’la birlikte Sakarya, Kocaeli (İzmit), Gölcük, Karamürsel ve Yalova’ya gitmiştik. Yol boyunca asfalt 7-8 cm. açılmış, yarılmıştı. Şehirlerde gördüğüm manzara karşısında şok olmuş, çok üzülmüştüm. Şehirler tamamen yok olmuşlardı: Sanki eski uygarlıklardan kalma ören yerleri gibiydiler.
Ülkemizin en yoğun nüfusuna sahip, sanayi merkezi ve ekonominin kalbi olan Marmara bölgesi; depremde yerle bir olmuştu. Bunları niye yazıyorum: Sosyal medyada, “cahil bir insanın bile yapmayacağı” kıyaslamayı gördüğümden… Birisi, “yalakalık” için Marmara depremi ile Elazığ depremini karşılaştırmış. Böyle bir kıyaslama yapılabilir mi?
* Yine sendikacılık yaptığım dönemde; Sendika Kanunu çalışmaları TBMM’nde sürerken, bir grup arkadaşla Kızılcahamam’da “Tüzük” çalışması yapıyorduk. Herhalde tarih 23 Nisan 2001 idi. Gece iki/üç sıralarında sallantıyla uyanmıştık.
* En çok etkilendiğim Afyon’da yaşadığım depremdir. Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu çıkınca; hem hazırlanan tüzüğü değerlendirmek hem de 1.Olağan Genel Kurul hazırlıklarını görüşmek üzere merkezde bir otelde 1-3 Şubat 2002 tarihlerinde tüm şube başkanlarını toplamıştık. Cumartesi günü çalışmaları tamamladık. Pazar günü kahvaltıdan sonra dağılacaktık. Odam 3.kattaydı. Sabah valizimi hazırladım ve otelin 9.katındaki kahvaltı salonuna çıkmak üzere koridora çıktım. Birden bir gürültü duydum: İlk anda aklımdan “herhalde bir kamyon otele çarptı” düşüncesi geçti. Sonra sağa-sola sallandığımı fark ettim, yere düşmemek için tutunacak bir yer aradım. Koridordaki bazı tablolar yere düştü. Bu arada odalardan -sabah olduğu için- kadınların bağırmaları geliyordu. (Kayıtlara “Sultandağı depremi” olarak geçen saat 9.11’de 6.5 büyüklüğündeki bu depremde 42 vatandaşımız hayatını kaybetmişti.)
Hemen merdivenlerden aşağı indik ve sokağa çıktık. İnerken merdiven duvarlarında büyük çatlakların olduğunu gördüm. Deprem biraz daha sürseydi, belki de otel yıkılacaktı. Asansörde kalan arkadaşlar kurtarıldı. Bir süre dışarıda bekledik. Hiç unutmam, bu arada şimdi hatırlamadığım bir şube başkanı arkadaş: “Otel yıkılsaydı bütün başkanlar, hepimiz ölürdük. Türk Eğitim-Sen ve Türkiye Kamu-Sen’in hali ne olacaktı” deyip, bizi güldürmüştü. Bir saat kadar sonra grup grup odalarımıza çıktık, eşyalarımızı alarak Afyon’dan ayrıldık. Ankara çıkışında Özlem tesislerinde durduk. Her yer berbat ve kokuyordu; turşu kavanozları kırılmış, yerlere saçılmıştı. Bu sırada bir sallantı daha oldu (saat 11.26’da 5.8 büyüklüğündeki Çay ilçesi depremi).
Kader / Kadercilik
Televizyon haberlerinde bazı konuşmaları dinleyince aklıma bunlar geldi. Maalesef! Millet olarak zaaflarımız var: Her olay olduğunda bir şok / travma geçiyoruz, sonra “takdir-i ilahi” deyip, “Allah’tan geldi” deyip, “bize bir şey olmaz” deyip geçiştiriyoruz. Aslında kendimizi kandırıyoruz. Bu anlayışımız tedbir almamızı da önlüyor. Deprem gerçeğine bilimsel ve teknik yönden bakmak, zararını azaltıcı çalışmalar yapmak zorundayız: O zaman ölümcül ve yıkıcı sonuçlarını en aza indirebiliriz.
İslâm, her musibete karşı tedbir almamızı tavsiye ediyor. Tamam, insanoğlu bazen doğa olayları karşısında “çaresizlik” içinde kalabilir: Ancak aklı, azmi ve kararlılığı ile bu çaresizlikleri yenme gücü de vardır. Biz ne yapıyoruz: “Her şey Allah’tan geliyor” deyip “İşlerimizi Allah’a havale ediyoruz”. Hatta, “Musibetleri duayla önleyeceğimizi sanıyoruz.” Dua edebiliriz, “psikolojik olarak bizi rahatlatır”; ama “çözümde ne kadar katkısı oluyor”, onu sadece Allah bilir. Bir slogan üretmiştik: “Ya çaresizsiniz ya çare sizsiniz” diye… Çare, insanoğlunun yine kendisindedir!.. Biraz olaylara “realist” bakalım.
İslâm aleminde en çok tartışılan konulardan biridir, “Kader ve Kadercilik” veya halkımızın deyimiyle “alın yazısı, yazgı”. Okuduklarımdan çıkarttığım sonuç şudur: Kader; Allah’ın evreni (kâinatı) yaratırken farklı zamanlarda oluşan canlı/cansız her varlığın, evrendeki kalış süresince (ömür) yaşayacağı, karşılaşacağı, göreceği, söyleyeceği, yapacağı fiilleri önceden belirlemesidir. Burada en önemli husus; Allah’ın her insan hakkında belirlediği bu kaderi, insanın kendisinin bilmemesidir. Eğer insanlar; kendi kaderlerini bilselerdi, her halde hayatları daha sıkıntılı, sorunlu veya riskli olur, yaşamın tadını almazlardı. Düşünsenize; ölüm tarihimizi bilseydik, ne yapardık acaba!..
İnsanoğlu hariç diğer canlılara “akıl” verilmemiştir. Hatta “akıl noksanlığı” olan bazı insanlara dinî sorumluluk da verilmemiştir. Buradan hareketle bazı alimler: “İnsanların kendi kaderlerini kendilerinin yazdığını” söylemektedirler. Allah, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı biliyor. Biz kullar; kaderimizde neler yazılı olduğunu bilmediğimiz için, kendi aklımızı, kendi irademizi kullanarak aldığımız kararlara göre yaşıyoruz. Dolayısıyla yaşadıklarımız, bir anlamda Allah’ın hakkımızda yazdığı kaderimizdir. Peygamberimizin: “Hiç ölmeyecek gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yaşayın” hadisi önemlidir.
Milletlerin de ortak kaderleri vardır; ama bu kader, daha çok yöneticilerine bağlı olarak gerçekleşmektedir.
Talimat alan bakanlar
Üç bakanın deprem bölgesinde yaptıkları basın toplantısını dinledim. Dikkatimi çeken, her bakanın konuşmaya başlamadan önce; “Sayın cumhurbaşkanımızın talimatları ile buraya geldik” demeleri… Ne kadar yanlış bir cümle, farkında olmadan kendi kendilerini küçük düşürüyorlar. Yani, “Cumhurbaşkanı talimat vermese gitmeyecek miydiniz?” Atanmış da olsanız, bakansınız ve yasalar çerçevesinde görev, yetki ve sorumluluklarınız vardır. Bu cümleyi söylemek gereğini neden duyuyorlar, anlamıyorum. Bazı valiler ve bürokratlar da benzer ifadeleri kullanıyorlar. Acaba, “bu şekilde konuşmaları için emir mi verildi?” diye düşünmeden edemiyorum.
Geçmişte bazı milletvekillerinin, belediye başkanlarının ve diğerlerinin; Sayın Erdoğan’la ilgili sözlerini hatırlayınca, bakanların böyle konuşmalarını çok doğal karşılamak lâzım. Çünkü, Sayın Cumhurbaşkanı velinimetleri…
Biliyorsunuz; artık devletimiz yeni sistemle Cumhurbaşkanı tarafından yönetiliyor ve her kararı kendisi alıyor. Bu açıdan bakınca; sadece bakanların “kaderi (!)” değil, hepimizin, ülkenin bile…
Allah, “bir daha yeni acılar yaşatmasın.”