Geçen hafta eğitimin ve eğitim sistemimizin içine düştüğü durumdan biraz bahsetmiştim. Gözlemlerimi aktarmaya devam ediyorum.
3. Teşkilat ve Hiyerarşik Kademe: Profesör ve doçentlerimiz, kendi alanları ile ilgili çok iyi bilgiye sahip olabilirler, ama teorik bilgilerinin dışında devleti ayrıntılı olarak bilmediklerini fark ettim. Hatta devletin hangi kurumlarında ne iş yapılır, bir sorun olduğunda hangi kuruma başvurulur gibi konularda da fazla bilgi sahibi olmadıklarını gördüm. Bir defa bir çoğunun devlet memurluğundan haberi yok: Hani eskilerin deyimi ile “devlet terbiyesi veya devlet umuru” görmemişler. Hatta devletin tüm imkânlarından yararlandıkları halde, bazılarının yetiştikleri ortam ve çevre sebebiyle içten içe devlet düşmanı oldukları da anlaşılıyor. Ayrıntıya girmeyeceğim, hepiniz tahmin ediyorsunuzdur.
Devlet kurum ve kuruluşlarının oluşturulmasına ilişkin 3046 sayılı temel bir kanunumuz vardır. 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında 652 sayılı KHK çıkarılmış ve kurumda yeniden yapılanmaya gidilmiştir. KHK incelendiğinde, uygulamada temel kanuna uyulmadığı görülecektir. Yine, 3046 sayılı Kanun’a göre tüm kurumlarda esas hizmet birimleri şube müdürlükleri ve temel yönetici de şube müdürüdür.
Bakan Dinçer dönemiyle birlikte şube müdürleri ya dışlanmışlar ya da birlikte çalıştığı personeli ile aynı seviyede değerlendirilmişlerdir. Sebebini öncelikle bakanın zihniyetinde ve önyargılarında aramak gerekir. Ayrıca bakana uyan yöneticilerin de, işlerini bilmediklerinden şube müdürleri karşısında mahcup olmamak veya küçük düşmemek için muhatap almak istemediklerini ve görüşmediklerini düşünüyorum. Bu yapılanma sırasında bir çok başarılı, işini bilen şube müdürü Beşevler’deki binaya (havuz deniyor) gönderilmişlerdir. Aslında akıllı ve zeki bir yöneticinin; çalışkan, bilgili, tecrübeli, ehil kişilerle çalışması gerekmez mi?.. Bir kişinin aklımı, yoksa ortak akıl mı doğru yolu buldurur?.. Yönetenlerimizin dikkatine!..
Bir şube müdürü olarak; tecrübelerinizi, yanlış ve eksik gördüklerinizi anlatmak isterseniz, ama amirinizle görüşemezsiniz. Öyle bir ortamı bulamazsınız. Çünkü ya yerinde yoktur ya da sizi kabul etmez veya muhatap almaz. Hiyerarşik kademeyi, düzeni bilmediği için astlarla görüşme uygulaması da yanlıştır. Ayrıca, genel müdürlerin, daire başkanlarının atanmasında herhangi bir etkileri yoktur. Daire başkanları da paraşütle makamlara otururlar. Şube müdürlüğünden yükselerek gelen tek tüktür. (Genç şube müdürü arkadaşlara: “Sizler sınavla şube müdürü oldunuz, niçin? Üst makamlara çıkmak için… Oysa tepeden daire başkanları atanarak sizlerin önü kesiliyor, bunları her yerde dile getirin” diyordum. Ama bir sessizlik hâkimdi.) Genel müdürler, bu başkanlarla çalışmak zorundadırlar ve muhatap olarak da onları alırlar. Başkanların bir çoğunun tecrübesi olmadığından, yapılan toplantılardan da verimli bir sonuç çıkmaz. Çünkü bilgi her zaman yeterli değildir, tecrübe de önemlidir. Tecrübeli insan, yapılacak icraatın sonunda ne ile karşılaşabileceklerini tahmin eder, öngörür ve işi baştan düzgün yapar veya düzeltmeye çalışır. Kolay kolay yanlış icraat yapmaz, amirine de yaptırmaz.
Yine bu dönemde, kariyer meslek adı altında eğitim uzman yardımcıları alındı. Üniversitelerden yeni mezun bu gençlerimizin bilgileri tazeydi, samimi ve iyi niyetliydiler. Ancak, çalışan (onların deyimiyle eski) personelle ilişkileri kesildiğinden; -tecrübe sahibi bir şefin, eğitim uzmanının veya şube müdürünün yanına verilmediklerinden- devlet memuriyetini ve kurum kültürünü öğrenemediler. Henüz daha devletin “d”sinden habersiz bu personelle eğitimde başarı elde edeceklerini sanmışlardı!.. Ama, bu durum -genç arkadaşlarımızı tenzih ederek söylüyorum- bence fiyasko oldu. Zaten yaptıkları da, en üst amirin dediklerini yerine getirmekten ibaretti.
4. Mevzuat: Mevcut mevzuatı bilmek bir tarafa, mevzuat hazırlamak da ayrı bir bilgi, birikim ve yetenek gerektirir. Bu yöneticilerin mevzuat bilgileri de yeterli olmadığından yaptıkları işler de mevzuata uygun olmuyor. Diğer yandan, akademisyenlerin ortaya koyduğu fikirler genelde teorik bilgilerdir: Pratiği veya uygulanabilirliği tartışma konusudur. İşte onun için Bakanlıkça çıkarılan her mevzuat sonrası, mağdurlar oluşuyor, dava sayısı da günden güne artıyor. Zaten eğitimde veya sistemde yapılacak değişiklikler de genellikle dışarıda hazırlanıyor. Bu durum karşısında bazen Bakan da yöneticiler de şok oluyorlar ve şaşırıp kalıyorlar.
Ayrıca, 5-6 yıldır DYS diye bir sistem kuruldu: Belki kâğıt israfını önledi, iletişimi hızlandırdı, ama evrakın öncesi takip edilemiyor. Yazışma yapılan konunun geçmişiyle ilgili ne işlem yapıldığını öğrenmek veya takip etmek mümkün olmuyor. Zaman zaman aynı konuda birbiriyle çelişkili yazılar bile yazılabiliyor.
Her akademisyen, kendi bildiğinin doğruluğuna inanıyor ve başkalarının bilgilerine pek saygı göstermiyor. Aynı alandaki akademisyenler bile birbirlerinin fikirlerini beğenmiyorlar. Toplantıların genelde tartışmalı geçtiğine, hatta bazen -kavga demeyeyim- sataşmaya kadar vardığına şahit oldum.
5. Dayanışma: Özellikle yüksek lisans veya doktorasını yurtdışında, aynı ülkede, aynı üniversitede yapanlar veya aynı evi paylaşanlar; kendi aralarında arkadaş grubu oluşturuyorlar. Hasbelkader biri bir göreve geldiğinde, ehliyetine ve liyakatine bakmaksızın diğer arkadaşlarını da değerlendirmeye çalışıyor. Bir makama getiremiyorsa bile çeşitli eğitimlerde görevler vererek onu destekliyor, taltif ediyor.
6. Akademisyenlerden Yararlanma: Adının önünde prof., doç., yard. doç., dr. olan herkesi, iyi bir eğitimci zannediyoruz. Yükseköğretimi -YÖK’ün kontrolünde olduğu için- bir kenara koyarsak; ilk ve ortaöğretime hitap eden bir Milli Eğitim Bakanlığı’nda; eğitim bilimleri alanında yetişmemiş, pedagojik formasyon almamış bir hocanın (örneğin iletişimci, ziraatçi ve benzeri) ne derece faydası olabilir. İnsanın eğitimi başka, hayvan veya bitkilerle uğraşmak başka… Onların da eğitim bakanlığının dışında görev alabileceği kurumlarımız dolu…
Eğitimci akademisyenlerimizden; daha çok alanları ile ilgili hususlarda -ihtiyaca göre- komisyon çalışmalarında görev verilerek, bilgi ve görüşlerinden yararlanma yoluna gidilmelidir. Uygulamanın içindeki tecrübeli, birikimli öğretmenlerimiz de bu komisyonlara dahil edilmelidir.
Son zamanlarda TV tartışma programlarına çıkan bazı koca koca prof., doç. unvanlı akademisyenlerin; bilimsel ve objektif olmaktan uzak, nasıl yanlı ve yalakalık kokan ifadeler kullandıklarını ve bu sayede nasıl makamlara geldiklerini görüyorsunuzdur. Bugün üniversitelerimizdeki kalite düşüklüğünün, hatta son günlerdeki kavga ve cinayetlerin başlıca sebebinin de yönetim beceriksizliği yüzünden olduğunu düşünüyorum. Tabii üniversite açmaya devam!.. Sayı artınca niteliğin de artacağını sanmak daha da kötüsü...
Buraya kadar yazdıklarımdan bir fikir edindiğinizi düşünüyorum. Akademisyen kökenli bir kişiyi makama getirirken çok iyi araştırma yapılmalıdır. Bir öneri de bulunacağım: Devletin üst kademelerinde göreve getirilenler üzerinde bir araştırma yapılsın; bürokrasiden gelenler mi yoksa akademik kariyerden gelenler mi daha başarılı? Hatta özel sektörden gelen yöneticiler de dahil edilebilir. Bence, araştırılması gereken önemli bir konudur. Araştırılsın ki, bürokrasiye getirilecek kişiler iyi tespit edilsin. Çünkü Devlet, bürokrasi güçlü ise güçlü olur.
Kısacası; her yapılanın, yapanın yanına kâr kaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Yapılan yanlışlardan dolayı korku yok, endişe yok; çünkü teftiş yok, denetim yok, sorgu yok, sual yok!..