Bir Türkmen atasözü der ki: “Adam gezmez, adı gezer.” Evet, dünyanın her yerinde olduğu gibi Suriye’de de “Türk - Türkmen” adı kol geziyor ve gezecek.
Malûmunuz “Barış Pınarı” adıyla (9 Ekim 2019, saat 16.00’da) Suriye’de bir harekât başlattık: Büyük ve zorlu bir harekât olacağını düşünüyorum. Harekâtla ilgili bazı soruları sorarken, bazı tespitleri de yapacağım.
* Daha önce de bahsettim: Aslında bu harekât geç kalmış bir harekâttır. Harekâtı; ABD teröristlere ağır silahlar vermeden, onları eğitmeden ve karşımıza (bir ordu gibi!) çıkartmadan bir buçuk - iki yıl önce yapmalıydık. İnşallah, askerlerimizin fazla şehit ve zayiat vermeden görevlerini tamamlamalarını temenni ediyorum.
* ABD başkanının açıklamaları, bazılarınca “deli saçması” görülüyor. Ben öyle düşünmüyorum: Kendince bir strateji izliyor. Biz; saçma bulduğumuz bu haberleri tartışırken, o bildiklerini okuyor. Rusya’nın açıklamalarına da bakınca; “varılan anlaşma çerçevesinde sınırlandırılmış bir harekât” olacağı anlaşılıyor. Ancak, “Şu kadar km. derinliğe inmek” ülkemiz açısından önemli olsa da; daha aşağılarda yine terörist unsurlar kalacak ve ABD’nin kontrolünde varlıklarını sürdüreceklerdir. Yani, terör tehdidi geçmeyecek, devam edecektir. Belki de devlet olmalarının yolu açılacaktır.
Ayrıca, bildiğimiz kadarıyla BOP henüz sonuçlanmamıştır ve sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan da BOP Eşbaşkanlığı'ndan istifa etmemiştir. O halde bu harekât, BOP birinci başkanı ile diyalog ve işbirliği halinde devam ediyor demektir.
ABD’den gelen açıklamalar da, ambargo ve ekonomik yaptırım tehditleri de; buna karşılık bizim verdiğimiz cevaplar da; sanki iç kamuoylarına yönelik gibi… Önümüzdeki yıl ABD’de seçim var; harekâtın sonucuna göre bizde de erken seçim yapılabilir. Aynı şekilde KKTC Cumhurbaşkanının açıklaması da seçime yönelik gibi… Maalesef! Kişilerin veya siyasetin kendi çıkarları, devletin ve milletin çıkarlarının önüne geçince böyle oluyor. Örnek: Harekât Merkezi’nde AKP yöneticilerinin ne işi olabilir? Havuz medyası niye AKP’yi öne çıkarmaya çabalıyor? Tavsiyem; “Milli Birliği” bozacak davranışlardan kaçınılmasıdır.
* Cenab-ı Hak, Kuran-ı Kerim’de: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 49/13) belirtmektedir. Kuran-ı Kerim mealini okudukça, “Türk Milleti” olarak diğerlerinden çok farklı olduğumuzu açıkça görüyorum. Burada örnek olarak, sadece bir ayetin mealini vereceğim (Nisa, 4/22): “Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayasızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.”
Yıllardır Araplarla ilgili yazıyoruz, anlatıyoruz, söylüyoruz: Aynı dinden de olsak, Osmanlı zamanında Peygamberimize atfen “kavm-i necip” olarak da görsek; Araplar ile Türkler benzeşemez. Çünkü Araplarda hâlâ kabilecilik anlayışı devam etmektedir. Bu durumu, “bedevilik - medenilik” ya da “asabiye” anlayışı ile de açıklayabiliriz. Peygamberimiz döneminde devlet kurmuşlardır, ancak Peygamberimizin vefatıyla birlikte “Allah’ın adını ve İslâm’ı yayma” anlayışı, yerini çapulculuğa, ganimete, zapt ettikleri coğrafyalarda kızları cariye, erkekleri köle etmeye veya para karşılığı satmaya yöneltmiştir. Biraz araştırmakla Devlet başkanlarının (halifelerin) zevk, sefa, içki ve eğlence hayatlarını; kaçar eşlerinin ve cariyelerinin olduğunu; Hz.Ali - Hz.Ayşe, Hz.Ali - Muaviye veya Hz.Hüseyin - Yezit arasındaki kavgaların, Kerbela’da yaşananların din kavgası olmadığını, iktidar kavgası olduğunu görürsünüz.
Hatta bir gün bir grup arkadaşla sohbet ederken; “Okuduklarımdan çıkarttığım bir hususu belirtmek isterim. Araplar (özellikle Mekkeliler), Peygamberimizin vefatıyla birlikte tekrar cahiliye dönemine dönmüşlerdir.” dedim. Bazıları: “O kadar da değil. Çok keskin bir tespit değil mi?” dediler. Evet, ben hâlâ aynı düşüncedeyim. Kuran’da yasaklanan, günah ve haram sayılan, çirkin işler olarak görülen her şeyi yapmıyorlar mı? Kuran’da “Allah, acaba bu ikazları niye yaptı” diye şaşılacak öyle ayetler var ki…
Bizim Arap seviciler; “Din Birliği, İslam Birliği, Ümmet Birliği vs.” diye diye Arapları, Filistin’i, Gazze’yi övüp bitiremiyorlardı. Yardım toplamalar, koştura koştura yardım götürmeler, mitinglerde / yürüyüşlerde bayraklarını taşımalar falan… Kendi ay-yıldızlı bayraklarına bu kadar değer vermiyorlardı. (Mitinglerde “Türk Bayrağı” üstüne oturduklarını, çöp bidonlarına attıklarını görmedik mi?)
Ne oldu? Arap Birliği toplandı, Türkiye’yi kınadılar, Suriye’den çıkmamızı istediler. Arap sevicilerinin hepsi şokta… Zannediyorlardı ki, Türkiye’nin yanında yer alacaklar: Mümkün mü? Onlar İsrail’in yanında yer alırlar, alıyorlar. Tıpkı, Osmanlı zayıflayınca 1914’lerde İngilizlerin yanında yer aldıkları gibi… “Arap Baharı” başladığında seslerini çıkarabildiler mi? Irak (Bağdat)’da şehit olan dedemle ilgili araştırma yaparken, Arap Kabilelerinin Osmanlı askerlerine yaptıklarını okudum. O bölgelere yapılan yardımları, hizmetleri, yatırımları, emekleri düşündüm: “Haram olsun, yazıklar olsun” dedim.
* Bazı televizyon ve gazete muhabirleri veya tartışma programlarına çıkan anlı şanlı akademisyenler saçmalayıp duruyorlar. Sanki hepsi askerî uzman ve stratejist: İstihbarat ellerindeymiş ve her şeyden haberleri varmış gibi günbegün harekâtın hedeflerini açıklıyorlar. Algı oluşturma amaçlı değilse çok yanlış buluyorum. Karşıya bilgi mi aktarıyorlar? Muhabirlerin bazıları tarih konusunda kara cahiller; bazıları harekât alanında “oyun oynandığını sanıyorlar”ki işin ciddiyetinin farkında değiller; bazıları da “hamasi nutuk” atıyorlar; hayretler içinde kalıyor, şaşırıyorum. “Harekâtın birinci günü şu köyleri aldık; ikinci günü şu köyleri aldık” gibi ifadeler kullanıyorlar. Zannedersiniz ki oraları fethetmeye gittik. Harekâtın genel amacı, “Türkiye’ye tehdit oluşturan terör unsurlarını yok etmektir.” Genel politikamız ise “Suriye’nin toprak bütünlüğüdür.” Süresi belli olmamakla birlikte sonuçta geri çıkılacaktır.
* O kadar şehit veriliyor, televizyonlarımızın yayın akışların da hiçbir değişiklik yok: “vur patlasın, çal oynasın.” Biz yatağımızda “mışıl mışıl” uyurken; uyumayan, açıkta, çadırlarda, tankların içinde gece geçiren, her zaman uyanık olmak zorunda olan, her an ölümle karşı karşıya kalan “Mehmetçik”lerimizi düşünmeliyiz. Sonuçta “şehit olmak” da vardır, ama İslâm’ın temel ilkesi insanı yaşatmaktır. Şeyh Edebali’de öyle diyor ya: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.”
* Bir de fazla cazgırlık yapıyoruz: Geldik, geliyoruz; girdik, giriyoruz gibi. Yapacaklarımızı ilan ederek değil de sessizce yapmalıyız; yapmayacaklarımızı ya da yapamayacaklarımızı söylememeliyiz.
Son olarak; Eğer Suriye’de bölünme olacaksa, harekât gidebileceği yere kadar gitsin isterim. Suriye’de ve Irak’ta -800/900 yıl önce olduğu gibi- bir veya ayrı ayrı Türkmen Bölgeleri oluşturmak; hatta daha da güvende yaşayacakları devletler kurmak ya da bu imkânı / ortamı yaratmak ne güzel olur: Gönlümden geçen bu, ama!..
“Bir milletin yükü, kendisini sevenlerin omuzundadır” özlü sözündeki gibi harekâtın yükü, yine “Bozkurt” işaretlilerin üzerindedir.
Devletimiz ve milletimiz için mücadele edenlere selam olsun. Duyarsız kalanlara da lanet olsun.