“İlkeli olmak” ve “ilkeli durmak” insana itibar kazandırır. İzninizle önce “ilke” nedir, bir bakalım. Türk Dil Kurumu’na göre ilke; temel düşünce, temel inanç, umde, unsur, prensiptir. Benim kanaatim: İlkeli olmak; toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiş, genel kabul görmüş dinî veya örfî düşünceleri özümsemek, tavır ve davranışlarımıza yansıtmaktır. İlkeli duruş ise; insanın benimsediği, özümsediği, davranış haline getirdiği doğrularda sebat etmesi, savunması, vazgeçmemesidir. Mesela: İlkeleri ortaya konmuş bir davaya inanmak ve onu savunmak “ilkeli duruş”tur. İslâm’ın ilkeleri açısından baktığımızda ise, kendini “Müslüman olarak tanımlayan birinin”; Allah’ın emrettiği doğruları yapması, yanlış, yasak ve çirkin işlerden uzaklaşmasıdır.
Son dönemlerde, insanlarımızdaki ahlâkî dökülmeyi -çürüme de diyebilirsiniz- gördükçe, tavır ve davranışlarına baktıkça; “ilkeli yaşayanların” ve “ilkeli duruş sergileyenlerin” azaldığını düşünüyorum. Bu yazıya başlamıştım ki, Ozan Arif (Arif Şirin)’in vefat haberini aldım, çok üzüldüm. 13 Şubat 2019 tarihinde saat 04.50’de hastanede vefat etmiş. Tanrı’dan rahmet diliyorum. Allah mekanını cennet eylesin. Başımız sağ olsun.
Ozan Arif; ilkeli yaşayışın, ilkeli duruşun, dik duruşun bir örneğidir. Tam bir halk şairi, halk ozanıydı. Türk Halk Edebiyatı’nda “Taşlama” denilen, divan edebiyatında da kullanılan “hiciv” türü şiirlerin ustasıydı. Hep hakkı, hakikati ve doğruları savundu. “Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur” misali, yurdundan ve davasından uzaklaştırılmaya çalışıldı.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra gittiği Almanya’dan, kaçak kasetleri gelirdi: Çoğaltır, birbirimize verirdik. Yasak olmasına rağmen dinlemekten hiç kaçınmadık. Askeri yönetimi hicvediyordu. Ülkücülerin çektiği sıkıntıları, işkenceleri dile getiriyordu. Türkiye’ye döndükten sonra da kendisini -mümkün olduğunca- takip ediyor, yazdıklarını, söylediklerini dinliyor, tasdikliyorduk. Yanlışlara karşı olan tavrı ve verdiği mücadele, bizi memnun ediyordu. Bir çok ülkücünün, kapalı kapılar ardında söylediği sözleri; o açıktan, ayan-beyan, çekinmeden söylüyordu. Neler yaşadığını da biliyoruz. Ona vefa göstereceğimiz yerde; hırpaladık, zulüm yaptık. Hastalığı da kahrından olmuştu. Bugün de bir çok ülkücü aynı dertten muzdarip değil mi, kahretmiyor mu?
Maalesef! Ülkemizde değer yargıları çok değişti: Dün önem verdiğimiz, uğrunda mücadele ettiğimiz değerler; bugün bir bir yok ediliyor, erozyona uğratılıyor. Buna, “İslâm”ı referans göstererek yahut kullanarak iktidara gelenler sebep oldu ve bizler de yardımcı olduk. Millî değerlerimiz bir tarafa; Allah’ın yasakladığı, haram kıldığı, yanlış olarak gösterdiği her dinî değer, bugün rahatlıkla çiğneniyor. Geçenlerde facebook’ta bir karikatür görmüştüm; Gerçekten mükemmel düşünülmüş ve çizilmiş. Ülkemizin durumunu anlatması açısından çok dikkatimi çekti. Karikatürde iki domuz var: Biri sırtında çantası ve elinde bavulu olduğu halde seyahate çıkıyor. Diğer domuz: “Yolculuk nereye?” diye soruyor. Seyahate çıkan domuz karşılık veriyor: “Her b.kun yendiği ama domuzların yenmediği ülkeye gidiyorum.”
Dün kınadıkları her şeyin, bugün kendi başlarına gelmesine rağmen; her şey ve her yer güllük gülistanlık gibi, hâlâ doğru yaptıklarına insanları ikna etmeye çalışıyorlar. Geçmişte yaşananları unutturmak, suçlarını örtmek, hatta “suç bastırmak” için başkalarını suçluyorlar. Bütün imkânlarını kullanarak güçlü ve yoğun bir şekilde algı operasyonu yürütüyorlar. Kendilerinden başka herkes “illet”, “zillet”, “hain”, “terörist”, “yalancı” v.s… Bu bir kara propagandadır. “Kem söz sahibine aittir” deyip, bizler yine de Kur’an’daki “emredildiği gibi dosdoğru ol” ilkesine uyalım. Çünkü bu, insan olarak temel ilkelerimizden biri olmak zorundadır.
Her insanın, özellikle de “Müslüman’ın” diyenlerin kendini de haddini de bilmesi gerekmektedir. Yunus Emre diyor ya: “İlim ilim bilmektir. / İlim kendin bilmektir. / Sen kendini bilmezsin, / Ya nice okumaktır.” Benzer ifade Hacı Bayramı Veli’de de vardır. Bir şiirinde: “Sen seni bil, sen seni” der. Bol bol okuyarak, araştırarak kendimizi yetiştirip; tavrımızla, davranışımızla, duruşumuzla “ilkeli insan” olmalıyız. Çocukluğumdan beri yumuşak huylu, sakin, sabırlı, uysal, kavgayı sevmeyen, uyumlu, uzlaşmacı bir yapıya sahibimdir. Ancak, bildiğinden ve ilkelerinden şaşmayan, inatçı bir yapım da vardır. Karşıdaki kim olursa olsun dinlerim, aklıma yatarsa yaparım; yatmazsa kendi bildiğim doğru üzerinde yürürüm.
Mehmet Akif Ersoy’un bu şiirini bilirsiniz, bir bölümünü aldım. Şöyle diyor: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; / … / Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. / … / Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; / Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! / Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum. / Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! / Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! / Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım. / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! / Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...”
“At gözlüğü” ile değil “ufuk gözlüğü” ile etrafa bir bakın, neler göreceksiniz. Kimliksiz (bir düşünceye mensup olmayan anlamında yazdım), kişiliksiz, ilkesiz ve seviyesiz insanlar… Ne dediğini bilmeyen, dün dediğinin tam tersini söyleyen, söylediği lafı yutan, tükürdüğünü yalayan insanlar… Ya siyasette yaşananlar: Yukarının emri ile oturup kalkan, parmak kaldırıp indiren, televizyonlara çıkamayan, görüşlerini açıklayamayan milletvekilleri… Tartışma programlarına çıkan bazı yağdanlıklar… Kaybedecekleri hiç bir şeyleri olmamasına rağmen, yağcılık yapan (istisnalar hariç) koca koca prof’lar, doç’lar, gazeteciler… Yalan konuşuyor, insanları yanlış bilgilendiriyor, algı oluşturarak gerçekleri saklıyorlar, gizliyorlar. İlkesizlik mi, had safhada!..
Vatan ve millet sevgisi ve ülkücü terbiye ile yetişirken; boş durmadım kendimi de mümkün olduğunca her konuda geliştirmeye çalıştım. Devlet memurluğu ve sendikacılık yaptığım zamanlarda amirlerimle veya başkaları ile çok tartıştığım da oldu. Yaşadığım çok olay da var. Hangi birini yazayım: Acaba zülfiyâre dokunur muyum? Sadece şu kadarını belirteyim: (Daha önce yazmıştım) Memuriyetimin sonunda, emekliliğime 7 ay kala havuza sürgün yazım yazıldı. Neden? Türk Eğitim-Sen’in yöneticiliğini yapmam ve “ülkücü” olmam yanında dairedeki yanlışları eleştirdiğim için…
Eyy ülkücüler… Görüyor musunuz? Hep bizim üzerimizden oyun oynanıyor, hep bizim üzerimizden oyun kuruluyor. Bazan düşünüyorum:
* Acaba bizde mi bir sıkıntı var? Çizgilerimizde kırıklık mı oldu?
* İlkelerimizi mi kaybettik, ilkeli duruş sergileyemiyor muyuz?
* Oradan oraya savruluyor muyuz? Her yöne döner mi olduk?
* Herkes eski ülkücü!.. İşlerine gelince hemen “ben de eski ülkücüyüm” diyorlar. “Ülkücülük” herkesin işine “gelir” oldu, kullanıyorlar. Ülkücü olmak bu kadar kolay mı?
* Bizi saf mı görüyorlar? Hiç bir şeyden anlamaz mı sanıyorlar? Okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, aklını kullanmayan kişiler mi sanıyorlar? Kolayca kandıracaklarını mı sanıyorlar?
* Oy için, Başbuğumuz Alpaslan Türkeş’in mezarını ziyaret ediyorlar, “Türkçü” söylemlerde bulunuyorlar (daha yeni andımızın okunmasını mecliste ret ettiler), “bir üniversiteye Alpaslan Türkeş adını vermek” istiyorlar (henüz kanun çıkmadı ama gerçekleşmiş gibi sunuyorlar. Torba yasanın içindeymiş! Geçmişte mecliste, “bir üniversiteye de Alpaslan Türkeş adı verilsin” önergeleri ret etmişlerdi); dün, bizim için söylediklerini unuttuk mu sanıyorlar?
* Ülkemin insanlarının kafalarını karıştırdıkları gibi, bizi de algı operasyonlarının etkisine alacaklarını mı sanıyorlar? Gerçekler ile algı çok farklı, farkındayız.
Samimiyiz, dürüstüz, mütevazıyız diye aptal da değiliz, aklımızla oynatmayız. 1980 öncesinde ve sonrasında, hatta daha sonra nasıl ilkeli durup oyunlara gelmediysek; bugün de ilkeli dururuz, dik dururuz, oyunlara gelmeyiz.