Geçen haftaki yazım, emeklilerin ve çalışanların aylıkları üzerineydi. Bu hafta da yıllardır kafama takılan bazı konuları yazmak istiyorum. Yazımın başında, yanlış anlaşılmamak için bir hususu belirtmeliyim. Devletimizin niteliklerinden biri de “sosyal devlet” olmasıdır. Ben; ihtiyaç sahiplerine, dar gelirlilere yapılan sosyal yardımlara karşı değilim. Hangi ad altında ve ne şekilde olursa olsun yardımlar yapılmalıdır.
Ancak, devletin esas görevi; mümkün olduğunca fakirlerin, ihtiyaç sahiplerinin sayısını azaltmaktır. Vatandaşlarının hayat şartlarını iyileştirmek ve refah seviyelerini yükseltmektir. Bunun yolu da yatırım yaparak, sanayiyi ve üretimi artırarak istihdam ve iş alanları açmaktan geçmektedir.
Televizyonlarda konuşan uzmanlar, ekonomiyle ilgili yeteri kadar istatistikî bilgileri vermektedirler. Sizleri rakamlara boğmadan başlıktaki konuları yazmaya çalışacağım.
Sosyal Yardımlar: Devletin çeşitli kuruluşları ve belediyeler sosyal yardımlar yapmaktadır. Ancak, hiç geliri olmayan veya dar gelirli bu insanların tespitinde -gerçek ve doğru bilgi sağlamakta- tarafsız ve objektif olunmadığını düşünüyorum. Bilgi toplarken, sadece muhtarlara veya parti teşkilatlarına bağlı kalınmamalı, başka kaynaklara da başvurulmalıdır. Sosyal yardımlara; bir “oy sağlama” aracı olarak bakıp popülist yaklaşılmamalı, partizanlık yapılmamalıdır. Vatandaşlar arasında ayrımcılığa ve huzursuzluğa sebep olunmamalıdır. (Suriyeliler konusuna girmiyorum.)
Son günleri 65 yaş üstü yaşlıların serbest kart kullanarak toplu taşıma araçlarını doldurmaları bir sorun oluşturmaktadır. Özellikle büyük şehirlerde, işine veya okuluna gidenler ile serbest kart sayesinde gezmeye çıkan yaşlılar arasında tartışmalar, huzursuzluklar ve saygısızlıklar başlamıştır. Ben de -fazla kullanmasam da- serbest kart sahibiyim. Açıkçası serbest kartı ve bazı meslek gruplarına indirimli ücret uygulanmasını veya serbest geçişleri yanlış buluyorum.
Bana göre, hem vatandaşları toplu taşıma araçlarına yönlendirmek hem de şehir trafiğini rahatlatmak için “ulaşım ücreti” düşürülerek “tek fiyat” tespit edilmelidir. Maalesef! uzun zamandır insanlarımızı bedavacılığa, bazılarını da dilenciliğe alıştırdık. Her hizmetin bir bedeli, her nimetin bir külfeti vardır; nimetten faydalanan külfetine de katlanmalıdır. İnsanlarımıza bu bilinç verilmelidir.
Bir de açıktan “hayır yapma” modası başladı. Özel kişi ve kuruluşlar, zaman zaman -özellikle de Ramazan ayında- yiyecek ve giyecek yardımlarını şova dönüştürüyorlar. Merak ettiğim husus ise bu yardımları almak için birbirini ezen, kavga eden insanlar; gerçekten ihtiyaç sahibi / aç olduğu için mi oraya toplanıyorlar, yoksa açgözlülükten veya bedava mal bulduğundan mı?..
Vergiler: Vergi kanunlarında yapılan son değişikliklerle vergi yükü; yine dar gelirli, geçinmekte zorlanan, mağdur ve mazlum vatandaşın üzerine yüklenmiştir.
Vergi dairelerinin kapılarında “vergilendirilmiş kazanç, kutsaldır” yazar. Başka sloganlar da üretilmiştir. Bu sloganlarla güya vatandaşlarımız vergi vermeye özendirilir. Ancak, devletin vergi toplayamadığı medyada hep yazılır-çizilir. (Vergi; memurlardan ve işçilerden, daha maaşı/ücreti eline geçmeden bordro üzerinden kesilmektedir.)
Serbest çalışanlar veya işyeri olanlar (şirket sahipleri, holding sahipleri, kısacası patronlar) vergi veriyorlar mı? İyiniyetli ve samimi olanlar hariç, vergi vermekten kaçınıyorlar. Doktor, avukat, mühendis, müteahhit gibi bazı serbest çalışanların bürolarına astıkları “vergi levhası”ndan, bir asgari ücretli kadar bile vergi vermediklerini anlıyoruz. Taksi, dolmuş gibi araç kullananlar da aynı durumda…
Bunun yolunu da maalesef devlet açmaktadır. Vergi toplayamadığı veya toplamadığı için “iki de bir” af çıkarıyor, yeniden yapılandırma getiriyor; velhasıl sanki vergi almamak için çabalıyor.
Gelir vergisi, kurumlar vergisi ve KDV gibi kanunlarda o kadar tuhaflıklar var ki… Vergi mevzuatımızı bir türlü sadeleştiremedik, tam tersi her değişiklikte daha karışık ve karmaşık hale getiriyoruz. Muhasebeciler, mali müşavirler bile işin içinden çıkamıyorlar. Kanunlar, sanki vergi mükelleflerinin işine yarıyor: Muaflıklar mı dersiniz, istisnalar mı dersiniz, uzlaşı mı dersiniz, devletin aleyhine mükellefin lehine her şey var.
Bazı işyeri sahipleri (patronlar); vergi borcu bir tarafa çalışanlarından kestiği vergileri, sigorta ve diğer kesintileri dahi zamanında yatırmıyor. Bazı “etkili ve de yetkili!” iş insanlarının (adamlarının) Maliye Bakanlığı’nda “Uzlaşma Kurulu”nda trilyonluk vergi borçları bir kalemde silinebiliyor. Devletin kurumları bile SGK’na borçlu!..
Mesela, başka bir haksız durum: Herhangi bir vatandaş; varsa arabasının yakıtını, vergilerini, kaskosunu, sigortasını, lastik, tamir, bakım-onarım gibi benzeri tüm masraflarını kendi cebinden karşılıyor. Oysa şirket sahipleri; şirket üzerine aldığı / kaydettirdiği araçların tüm masraflarını -nerede kullanılırsa kullanılsın- şirketinden karşılayabiliyor. Hatta çocukları veya başkası tarafından kullanılan şirket adına kayıtlı araçlarının bile… Ayrıca, her aracın bedelini “amortisman ayırarak” gider gösterebiliyor. Evlerine yaptırdıkları tadilat, badana-boya gibi harcamaları bile şirket adına fatura ettikleri söyleniyor. Bütün bu harcamaları, şirket gideri olarak göstermek suretiyle gelirden düşebiliyor ve kârı azaldığı için vergisini de az ödüyor. Tabii ödüyorsa!..
Yine, mesela; büyük mağazalar, marketler mecburen fiş (fatura) veriyorlar. Ama fırınlar veya diğer esnaf; kredi kartı ile ödeme yapmıyor ve elden para vererek peşin alıyorsanız fiş (fatura) vermiyorlar; illâki istemeniz gerekiyor. Fiş vermemek, aldığı parayı gelir (kasada) göstermemek demektir: Dolayısıyla vergiyi az vermek, bir çeşit vergi kaçırmaktır.
Maalesef! Ülkemizde vergi kaçağının bir nedeni de, kaynağı belirsiz paraların ve kayıtdışı bir ekonominin olmasıdır.
Bir başka konu emlak vergisidir. Yenimahalle’de 1993 yılında çok zorluklarla (5 Nisan 1994 kararları ile emlakzede olmuştuk, ayrı bir yazı konusudur) aldığım eski bir evim var. Başka evim olmadığı gibi arabam da yoktur. Emekli olduğum için “emlak vergisi”nden muaf olabiliyorum. Buna rağmen, 2018 ve 2019’da emlak vergisini ödedim. Belediyeye gidip “emlak vergisinden muaf olmayı” kendime yakıştıramadım. “Yılda 200 TL de devletime versem n’olacak” diye düşündüm. Ancak, daha iyi durumda olan ve daha güzel evlerde oturan kişilerin emlak vergisi ödemediklerini fark ettim. Belediyeye evrakımı teslim ettim: 2020’den itibaren emlak vergisi ödemeyeceğim ama, hâlâ vicdanen rahatsızım.
Yakın zamanda vergi rekortmenleri açıklandı: Ama ilk 100 arasında yer alan 57 kişi isminin ve ödediği vergi miktarının açıklanmasını istemedi. Çok vergi vermek; bence, “bir itibar, bir övünç sebebi olması gerekir”. Kendini gizleyen bir vergi rekortmeni; ya toplumda kabul görmeyen utanılacak bir iş yapıyordur ya da parayı haksız yollardan kazanmıştır. Yoksa niye kendini gizlesin ki!..
Sonuç olarak; “vergi kutsaldır” yazmakla olmuyor. Bu mesuliyet; vatan sevgisiyle, vicdanla ve ahlâkla ilgilidir. Her şeyi para olan kişileri çok bağlamıyor.
Bu sorunların ve haksızlıkların en büyük sebebi kanunlar (mevzuat)’daki boşluklardır. Mükellefler bu boşluklardan yararlanmakta; sorumlular da inisiyatif hakkını kullanmaktadır. Bunun önü mutlaka kapatılmalıdır. Mevzuatımızda öyle düzenlemeler, değişiklikler yapmalıyız ki, öyle ilkeler / kriterler (ölçütler) koymalıyız ki; iktidara kim gelirse gelsin, yetkili merci kim olursa olsun inisiyatif kullanamasın, partizanlık yapamasın.
Mükellef olan her vatandaş vergisini ödesin, ödemeyenler de en ağır şekilde cezalandırılsın. Sosyal yardımlardaki kargaşalıklar önlensin; şayialar, dedikodular bitsin. Ayrıca, hem devlet harcamalarında hem de özel sektörün harcamalarında kontrol ve denetimler yapılabilsin.
Başta belirttiğim gibi; esas ve öncelikli meselemiz vatandaşın gelir düzeyinin yükseltilip kimseye, hatta devlete bile muhtaç olmamasıdır.