Yazıma başlarken bazı ifadelerimin yanlış anlaşılmaması için kendimden bahsetmek zorunda hissediyorum. 64 yaşındayım. 7 yaşımdan beri orucumu tutar, çocukken bazen aksatsam da, 1977 yılından bu yana -40 yıldır- kesintisiz namazımı kılarım. İbadetlerimi, sadece Allah (c.c) için yaptığımın ve karşılığını Allah’tan beklediğimin şuurundayım.
Çok dinî kitaplar okudum ve vaaz dinledim. Maalesef! Hocalar; İslâm’ı erkeklerde namaza, kadınlarda da başörtüsüne indirgediler. Oysa, bugüne kadar öğrendiklerimden şunu anladım ki; İslâm’ın esası iman, itikat ve ahlâktır. Allah’la kul arasındaki namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler sonraki hususlardır. Eğer İslâm’ı özümsememişsen, yeni tabirle “içselleştirmemişsen”, özde değil sözde Müslüman’sın demektir.
Hayatım boyunca, herkese öncelikle insan olarak baktım. Hacı Bektaş-ı Veli’nin “İncinsen de incitme”, Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” ve Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın” ifadelerine uygun yaşamaya çalıştım. Haksızlık yapana karşı çıktım. Adil olmaya çalıştım. Emanete hıyanet etmedim. Yalan söylemedim, kimseye isnatta - iftirada bulunmadım, arabozuculuk - bozgunculuk yapmadım. İfrattan ve tefritten hep kaçındım. Kolay dönem Müslüman’ı da olmadım. (Ne demek istediğimi 1970-1980’li yılları yaşayanlar çok iyi bilir.) Evet, ben bir Müslüman’ım.
Ancak, bu kimliğimin yanı sıra, “Türk” kimliğim de var. Türk Milliyetçisi’yim, Türkçü’yüm. Allah’ın: “Ben, sizleri kavim kavim yarattım…” iradesi çerçevesinde kavmime, “Türk Milleti”ne bağlı kaldım: Gelişmesi, yücelmesi ve kalkınması için çalıştım. Başka kavimleri hor görmedim, ırkçılık yapmadım, asabiye ruhu içinde de olmadım. Bütün varlığımla öncelikle “Türk Dünyası”nda, sonra “İslâm Dünyası”nda yaşıyorum. Şuna inanıyorum: Türkler güçlü ise Müslümanlar rahattır. Yeni Balkan gezisinden geldim ve atalarımın ırkçılık yapmadıklarını orada yaşayan farklı milletleri görünce daha da iyi anladım. Hoca Ahmed Yesevi’nin ifadesiyle “Türklük kaderim, İslâmiyet tercihimdir” dedim.
Bunları niye yazdım. Cumhuriyetimizin önemli kurumlarından Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllarda en çok eleştirilen bir kurum oldu. Sebebi, yöneticilerin kuruma siyaseti sokmalarıdır. Maalesef bu dönemde, cami görevlilerimiz de -istisnalar olmakla birlikte- bir partinin görevlisi gibi çalışmaktadırlar. Vaazlar, Cuma hutbeleri; Kur’an’a ve hadislere göre değil de, iktidarın icraatlarına göre ve yönlendirici şekilde hazırlanmaktadır. Mümkün olduğunca namazlarımı camide eda ederdim; ama uzun zamandır bir çok kimse gibi, vaazlardan ve hutbelerde okunan metinlerden rahatsızlık duyduğum için -Cuma namazı dışında- vakit namazlarına camiye gitmez oldum.
Diyanet İşleri Başkanlığı; İslâm’ın iman, itikat ve ahlak kurallarını öğretmesi ve halkı bu konuda eğitmesi gerekirken, bugüne kadar sadece ibadet konularına ve yardım toplamaya ağırlık verdiği için geldiğimiz nokta ortada… Adaletsizlikler, yolsuzluklar, hırsızlıklar ve dilenmeler arttı. Son zamanlarda bu hususu kendileri de itiraf etmeye başladılar. Ama bunları yapanların alnı secdeden kalkmıyor! İslâm’ı referans göstererek yönetime gelenler, İslâm’ın yasakladığı ve büyük günah saydığı bütün haram işleri yapmakta beis görmüyorlar.
Gelelim esas meselemize… Uzun yıllardır evimde, namaz vakitlerini takip etmek ve ön/arka sayfalarında yazılı bilgilerden yararlanmak amacıyla “Diyanet Takvimi” kullanırım. Aslına bakarsanız, son yıllarda takvimdeki değişiklikleri, yazıları, yorumları, sözleri ve öne çıkarılan bazı kişileri fark ediyordum. Takvime alınan bazı sözleri de; basit, çok fazla anlamı olmayan, herkesin rahatlıkla söyleyebileceği sözler olarak görüyordum. Bu tür sözlerin, çok önemli bir kurumumuzun takviminde yer almasını içimden kınıyor, eleştiriyordum.
13 Ağustos 2017 tarihli takvimi okuyunca, sakin bir insan olmama rağmen çok kızdım. “Bir İslâm Mütefekkiri: Babanzade Ahmed Naim” başlıklı yazı beni gerdi. Yazı aynen şöyle: “1872 senesinde Bağdat’ta doğdu. Eğitim hayatından sonra Darulfünun Edebiyat Fakültesi’nde felsefe, mantık, ruhiyat ve ahlak dersleri müderrisliğine başladı. İstanbul’da 13 Ağustos 1934 tarihinde secdedeyken vefat etti. Edirnekapı Mezarlığı’nda yakın dostu Mehmed Akif Ersoy’un yanına defnedildi. Tasavvufi kimliği olan bir kişiydi. Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi bilirdi. Doğu ve Batı kültürünü hazmetmiş çok yönlü bir âlimdi. Edebiyat ve felsefenin yanı sıra Arap dili ve hadis ilminde de ileri seviyedeydi. Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi bunu açıkça gösteriyordu. Özellikle felsefe ve edebiyat alanındaki başarılı tercümeleri Türkçeyi kullanmadaki ustalığı gözler önüne sermekteydi. Eleştirel düşünceyi benimsemiş bir düşünürdü. Taklitçilikten uzak dururdu. Maddeci düşünceyi reddettiği gibi, Türkçülük gibi ırkçı düşüncelere de karşı çıkardı. Arapça öğretimi ve hadis okutma usulünde yenilikler yapılması gerektiği düşüncesindeydi.”
Babanzade Ahmed Naim’i az-çok bilirim: Yaşadığı dönemde Osmanlı’daki fikri mücadeleleri de… Osmanlı’nın son dönemlerini anlayabilmek için aydınların tartışmalarını bilmek gerekir. Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi önemli bir örnektir. Devleti kurtarmak için öne sürülen “Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük” fikirlerinden; diğerleri tutmadığı ve uygulanamadığı için, iş “Türkçüler”e kalmış ve yeni devleti “Türk Milliyetçileri”, “Türkçüler” kurmuşlardır.
“Babanzade Ahmed Naim”; Arap kökenli olabilir, kendini “Türk” görmeyebilir, “Türk” düşmanı da olabilir. Bu hususların, bilim çevrelerinde ve farklı platformlarda değerlendirilmesi gerekir. Şahsın düşüncesi böyle bile olsa, vatandaşları yönlendirmeye yönelik böyle bir ifadeye, “Diyanet Takvimi”nde, yani bir resmi kurumun takviminde yer verilemez. Yer veriliyorsa art niyet var demektir. Resmi kurumlar yayınlarında özen göstermek zorundadırlar. Bu kişiyi ve kısa tanıtım yazısını, takvime koymak için seçimi kim yaptıysa açıkça “Türk” düşmanlığı yapıyor demektir. Kimse Türklüğü aşağılayamaz, “Türkçülüğü” ırkçılık gibi tanımlayamaz, gösteremez.
Aynı takvimin 15 Ağustos 2017 tarihli yaprağında “Memleket Sevgisi” başlıklı yazı da ise, “İslâm Dini, insanların hak, menfaat ve değerlerini paylaşarak yaşadıkları bir yer olan vatanı ve memleketini sevmeyi, korumayı teşvik etmiş ve onu savunmayı yüce bir görev saymıştır.” denilmektedir. Vatanın tanımında o ülkede yaşayan halkın esas kimliği öne çıkar. Bir millete aidiyet, mensubiyet duygusu olmayan birinin yaşadığı vatanı karşılıksız sevmesi ve koruması düşünülemez. “Vatan sevgisi imandandır”, ancak Müslümanları diğer kimliğinden uzaklaştırmak suretiyle kimliksiz, kişiliksiz bir hale getirirseniz; sonuçta “Seccademi serdiğim yer vatanımdır.” anlayışına gelir ki, vatan sevgisi ortadan kalkar. Her zora düştüğünde de ülkesini bırakır kaçar.
Bu ülkede bazıları etnik kimliğini söylerken masum olacak, ama gerçek sahipleri: “Ben Türk’üm” deyince ırkçı ve suçlu olacak. Hadi ordan! Şimdi de Türklük’ten, Malazgirt’ten, Kızılelma’dan bahsetmeye başladınız: Keşke samimi olsanız. Ama oy devşirmek için “kerhen” söylemediğinize nasıl inanacağız?..
Bugüne kadar Türk ve Türklüğe karşı söylenenleri ve yapılanları unutmadık…