Azerbaycanlı şair Zelimhan Yakub’un “Ezel Ahir Dünya Türk’ün Olacak” adlı bir şiiri vardır. Eğer bu şiiri bulup okursanız, yazıya neden bu şiirle başladığımı daha iyi anlarsınız.
Biliyorsunuz; 10-12 Ağustos 2018 tarihleri arasında Macaristan’ın Bugaç Kasabasında “Hun-Türk Kurultayı” (Turan Kurultayı) yapıldı. İki yılda bir yapılan bu kurultaya katılmak amacıyla “Avrasya Eğitimcileri Derneği” olarak “Balkan Turan Turu” düzenlemiştik. Ancak, dövizdeki artış nedeniyle katılımın az olması üzerine turu yapmaktan vazgeçtik, gidemedik. Dünyanın her yerinden gelen Türkler; hem kurultayın coşkusunu yaşadılar hem de kendilerine güç, kuvvet, moral aşıladılar.
İki yıl önce, yani 2016 yılındaki kurultay için de organizasyon yapmış, her türlü hazırlığımızı tamamlamıştık. Katılımcılarımız da yeterli idi. Gitmek için gün sayarken; 15 Temmuz darbe girişimi oldu, izinler kalktı: “Büyük Balkan Turu”muzu gerçekleştiremedik. Maalesef iki defadır gitmeye karar verdiğimiz Bugaç’taki “Hun-Türk Kurultayı”na -elimizde olmayan sebeplerle- katılmak nasip olmuyor. Bu isteğimizi, inşallah 2020 yılında yapılacak kurultayda gerçekleştiririz.
Medyadan takip ettiğim kadarıyla bu yıl ki kurultaya Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) Başkanlığı da destek vermiş ve Macaristan Temsilcisi kurultayda bir konuşma yapmıştır. Kuruluş amacını düşünerek TİKA’nın yaptığı bazı faaliyetleri eleştirsem de; “Hun-Türk Kurultayı’na katılması her açıdan iyi olmuştur. Çünkü son zamanlarda bu kurultaya Soroz’un destek verdiği şeklinde propagandalar yapılıyordu. En azından bu dedikodu ortadan kalkmış oldu.
Dünya Türklüğünü bir araya getiren her türlü organizasyon çok önemlidir. Geçmişte bizim de bir “Erciyes Zafer Kurultayı”mız vardı. Farklı düşünceden veya partilerden de olsalar, dünyanın her yerinden gelen Türkler bu kurultaya katılıyorlardı. Özellikle Avrupa’dan tatil için Türkiye’ye gelen Türkler mutlaka bu kurultayda bulunuyor, arkadaşları ile hasret gideriyorlardı. Evren (doğa) boşluk kaldırmaz: Siz yapmazsanız, mutlaka başka yapanlar çıkacaktır.
Beni üzen taraf; basınımızın ve televizyonlarımızın, Macaristan’daki kurultaya ve “Türk Dünyası”na yönelik yapılan benzer toplantılara yeteri kadar yer vermemesidir. Oysa, Türklük şuurunun oluşması, birlik ve bütünlüğe zemin hazırlaması açısından; bu tür organizasyonların yaygınlaştırılmasının ve tanıtılmasının çok faydası vardır. Bunu medya yolu ile insanlarımıza, özellikle gençlerimize duyurmak, geleceğe daha güvenle bakmalarını sağlayacaktır.
“Zaferler Ayı” olarak bilinen Ağustos ayı da bitti. Bu yıl, 26 Ağustos1071 Malazgirt Zaferi devlet törenleri ile kutlandı. Sultan Alpaslan’ın otağ kurduğu Ahlat’ta gezintiler yapıldı. Hepsi çok güzel… Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı da 24 Ağustos 2018 tarihli Cuma Hutbesi’ni zaferler ayına yönelik hazırlamıştı. Hutbeyi dikkatlice dinledim ve ayrıca, Ankara Müftülüğü’nün sitesinden de okudum: Başta vatanın korunmasından bahsediyor. Oysa hutbenin yazılmasına vesile olan 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi vatan kazanmaya, Anadolu’yu vatan yapmaya yönelik bir savaştır. Türkler için “Vatan”; birincisi yaşadığı topraklardır, ikincisi de vatan yapılacak topraklardır. Türk için vatan her yerdir.
Diğer bir husus ise hutbede bir milletten bahsediliyor ama, milletin adı anılmıyor. Bu millet kim? 1071’de Anadolu’ya giren millet, hangi millet? Hutbede “aziz millet, aziz millet…” diye tekrar edilip duruluyor, fakat “Türk Milleti” ifadesini kullanmaktan ısrarla kaçınılıyor. Ne kadar adını anmasanız da, Ağustos ayındaki Malazgirt, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidâbık, Mohaç, Sakarya ve Büyük Taarruz zaferlerini yapan millet, “Türk Milleti”dir. Bu konuya temas eden Servet Avcı’nın, “Her Bayram Unutulan Türk” başlıklı güzel yazısını okumanızı tavsiye ederim. (27 Ağustos 2018, Yeniçağ Gazetesi)
Ancak; Otlukbeli, Çaldıran ve Mercidabık Savaşları ile ilgili benim itirazım vardır. Bu savaşlar; Türklerin kendi aralarında yaptıkları savaşlardır: Hatta Müslüman Türkler arasında yapılmıştır. Burada Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın adını yaymak, yeryüzünde iyiliği yaymak v.s. gibi bir anlayıştan bahsetmek mümkün değildir. O halde Türk olarak; hangi taraftan bakıp da zafer veya hezimet olarak değerlendireceğiz? Ben Türk Tarihi’ne bir bütün olarak bakılması gerektiğine inananlardanım. Sadece Osmanlı cephesinden bakarak zafer denilmemelidir. Türklerin kendi aralarındaki savaşlar için çeşitli sebepler yazılabilir ama, esas sebep “dünyanın tek hâkimi olmak” anlayışıdır. Bu anlayış Turan kökenli tüm milletlerde vardır. Çünkü; gökte “tek Tanrı” varsa, yeryüzünde de “tek hâkim” olmalıdır, anlayışı ile bağlantılıdır.
Diğer yandan; tarih kitaplarımızda “Alpaslan, Malazgirt’te 200.000 kişilik Bizans ordusunu, 50.000 kişilik bir ordu ile yendi” diye övünürüz. Zaferi tartışmayı yanlış bulmakla birlikte, diyelim ki Bizans ordusundaki Hristiyan Peçenek kuvvetleri, soydaşlarımız diye Alpaslan tarafına geçmemiş olsalardı, acaba tarih nasıl seyrederdi, hiç düşündük mü?
Malazgirt Savaşından sonra Sultan Alpaslan, Başkent Merv’e geri dönmüştür. Anadolu’nun fethini beylerine (komutanlarına) bırakmıştır. Anadolu, kısa sürede Türkler tarafından ele geçirilmiştir. Bu yüzden 1100’lü yıllardan itibaren Batılılar; Anadolu’ya -“Türklerin ülkesi” anlamına gelen- “Türkiya” demeye başlamışlardır. Türkiye ismini, daha sonra biz de kullanmaya başlamışız. Bir şey daha belirteyim: Mercidabık Savaşını yaptığımız Mısır’daki Memlûk Devleti’nin kayıtlardaki adı da “Ed-Devletü’t Türkiye”dir. (Hatırlatma: Türkiye Cumhuriyeti’nin adını “Anadolu Cumhuriyeti” diye değiştirmek isteyen liderleri, köşe yazarlarını unuttunuz mu?..)
Ahlat; Türk tarihi açısından önemli bir yerdir. Mezar taşları ve türbeleri ile Türk kimliğinin belgelendiği yerlerden biridir. Tarihe olan merakım nedeniyle çocukluğumdan beri hep Ahlat’ı bilirdim. 2002 yılında Türk Eğitim-Sen Bitlis Şubesinin ilk genel kuruluna gitmiştim. Muş Havaalanından (önce Muş’ta okul ziyaretlerinden sonra) Bitlis’e geçerken Ahlat’a uğramış ve mezarları ve türbeleri gezmiştim.
Yine gençlik yıllarımdan bir kesit aktarmak istiyorum: 1971’li yıllar... Şimdi adını hatırlayamadığım, Selçukluları anlatan tarihi bir roman okuyordum. Sultan Tuğrul Bey’e yardımcı olan kardeşi Çağrı Bey (Alpaslan’ın babası)’den bahsediliyordu. İsim çok hoşuma gitmişti ve kendi kendime “evlenip oğlum olursa Çağrı ismini vereceğim” demiştim. Aile çevreme de bunu anlatmıştım: Zaman zaman konuşup gülerlerdi. Allah nasip etti, 1978 yılında doğan ilk oğlumun adını “Çağrı” koydum. Hatta Elbistan’a anama telgraf çekerken “Çağrı Bey doğdu” diye yazmıştım. O zamanlar pek bilinen bir isim değildi.
“Türk ve Türklük”; sadece dara düşüldüğünde, sıkışıldığında, ekonomik kriz olduğunda veya seçim zamanında hatırlanmamalıdır. Her şeye Pragmatist (faydacı yaklaşım) ve popülist yaklaşılmamalıdır. Bu ülkenin bir “Türk Ülkesi” olduğu gerçeğini, herkes bilmeli ve anlamalıdır.
İktidar; Ülkemizin içinde bulunduğu şartları ileri sürerek, birlik ve beraberlik içinde olunmasını istiyor. Bunu önce ülkeyi yönetenlerin göstermesi gerekir. Malazgirt Savaşının yıldönümü dolayısıyla bir tören yapılıyorsa; tüm Türk Milleti’ni ilgilendiriyor demektir. Olaya sadece kendi partinizin gözlüğü ile değil, “Devletin bekâsı” söz konusu ediliyorsa daha geniş açıdan bakılmalıdır.
O sebeple, Malazgirt törenlerine tüm parti liderleri çağrılarak birlik görüntüsü verilmeliydi. Aksi durum samimi ve inandırıcı olmuyor.