Basından, İllüzyonist Aref Ghafouri’nin gösterilerinde kullandığı kobra yılanının, elini ısırması sonucu yaşadıklarını okuyunca; çocukluk dönemime gittim. Bu hafta farklılık olsun diye, yılanlarla ilgili yaşadıklarımı ve duyduklarımı, sizlerle paylaşmak istedim.
Biliyorsunuz günümüzün çocukları, bir çok hayvanı -özellikle yabani ve vahşi hayvanları- “Hayvanat Bahçesi”nde veya belgesellerde görebiliyorlar. Bir çeşit “sanal hayvanlar alemi” içindeler... Tabiattan (doğadan) uzakta yaşıyorlar… Hayvanları, böcekleri, bitkileri hiç tanımıyorlar…
Oysa bizler, tabiatla ve hayvanlarla hep iç içeydik. Hatta evde veya dışarıda yabani, vahşi hayvanlarla bile karşılaşıyor, ya kaçıyor ya da duruma göre onlarla mücadele ediyorduk. Atalarımız da geçmişte hep doğayla iç içeydi. Daha çok tarım ve hayvancılıkla uğraştığından, avcılık yaptığından olsa gerek, hayvanları evcilleştirmiş ve onlardan yararlanmıştır. Ama yabani-vahşi olan veya zarar veren hayvanlara karşı da sert olmuşlardır. Biz de kendimize ait hayvanların dışındakileri yabancı gibi görürdük. Nedenini bilemiyorum: Belki genlerimizde var veya çocukluk olsa gerek! Ama, sanki büyükler de öyleydi gibi; vahşi, yabani veya yabancı hayvanlara sert davranırlardı.
1953 Elbistan (Kahramanmaraş) doğumluyum. 1960-1967’li yıllar... Çocukluğumuzda fırsat buldukça; sokakta, tarlada, bağda, bahçede olurduk. O günlerde can güvenliği tehlikesi, kaçırılma korkusu veya kaybolma endişesi yoktu. Ninem (babaannem) Elbistan’ın eski yerleşim yeri olan Karaelbistan Köyü’ndendi. Babaannemi hatırlamam: Ben 3 yaşında iken vefat etmiş. Çocukluğumda kardeşimle veya tek başıma sık sık Durdu dayımlara (babamın dayısı) köye giderdim.
* Dayımın çocukları ile birlikte hayvanları otlatmaya (yaymaya) götürürdük. Bir gün Ceyhan Nehri’nin akışı istikametinde köyün alt tarafındaki “Poturun Bükü” denilen yere gittik. (Bük: Genelde akar suların dönüş-kıvrım yerlerinde, toprak erozyonuna karşı ve yazın gölgesinde oturmak, kışın da odun ihtiyacını karşılamak için dikilen ağaç topluğunun olduğu alana denir) Hayvanlar çayırda yayılıyorlar, otlanıyorlardı. Biz de çevrelerinde dolaşıyorduk. Bir ara yalnızdım. Bir söğüt ağacının yanından geçerken, ağaca çıkıp inen küçüklü büyüklü yılanları gördüm. “Yılanın yüzü soğuk olur” derler ya, ben de hem ürktüm hem de korktum. Ama onları öldürmek geçti içimden… Çocukluk işte! Halbuki yılanlar bana bir şey yapmamışlardı ve bir saldırıda bulunacaklar gibi de görünmüyorlardı. Hemen elime bir çubuk alarak yılanlara vurmaya başladım. Yavru yılanlardan iki tanesini öldürdüm. Büyük yılanın (Anası mı babası mı bilemiyorum) sürünerek ağaca tırmandığını ve üzerime atlayacağını anladım. Ağacın yakınında olduğumdan atik davranarak, onu da sopayla vura vura öldürdüm. Bu arada dayımın çocuklarına bağırıyordum, koşa koşa yanıma geldiler. Gördüklerinde hayret ettiler! Hep içimde ukte kalmıştır. Şimdi de düşünüyorum: Ne elde ettim, ne faydası oldu diye…
* Bir de su yılanları olurdu: Suda kıvrıla kıvrıla yüzerlerdi. Kızdırmazsan insanlara zararları yoktur. Bazen yan yana yüzersiniz. Onların derdi kurbağalar. Kurbağayı bir puntuna getirir, yakalarsa; bağırttıra, bağırttıra yutar. Genelde su kenarlarındaki sazlık yerlerde olurlar. Eğer kurbağanın sesi yakından geliyorsa, kurtarmak için sopa ile yılana müdahale ederdik.
* Bir gün yine köye gitmiştim. O zaman 13-14 yaşlarındayım. Yani 1967 yılı olabilir. Benden 2-3 yaş büyük dayımın Adil isminde bir torunu vardı. Kendisi av tüfeğiyle avlanmayı çok severdi. (Daha sonra astsubay oldu, yakın zamanda da vefat etti.) Birlikte ava gittik. Ben ona arkadaşlık ediyordum. Yavaş yavaş tarlaların arasında (tonçlarda) yürürken, o biraz öne geçti. İleride leyleğe benzer bir kuş gördüm, ama bunun rengi -ikindi güneşi de üzerine vurmuştu- açık kahverengi idi. Sordum: “Bu kuşun adı ne” diye. “Turna” dedi. İlk defa turna görmüştüm: Gerçekten çok güzel bir kuştu. Aşıkların, ozanların sevgililerini neden “Turna”ya benzettiklerini, türkülerimiz de “Turna” sözünün neden çok geçtiğini, o zaman daha iyi anladım. Adil önde ben arkada yürürken, sol adımımı atmamla durmam bir oldu. Ayağımın yanında küçük bir yılan kıvrılmış yatıyordu, güneşleniyordu! Birden görünce ürperdim. Galiba o da korktu ki, başını kaldırdı ve bana baktı. Hiçbir şey yapmadım, yürüdüm gittim.
* Nohut yolma zamanıydı, -herhalde Ağustos ayı- yine köye gitmiştim. Tahminim 8-9 yaşlarındaydım. Bu sefer ablamın kayınbabası olan Durmuş Çavuş’larda kalıyordum. (I. Dünya Savaşına katılmış, uzun yıllar Filistin’de, Mısır’da savaşmış bir kişi. 14 yıl askerlik yaptığını söylerdi.) Çocuklarla birlikte dağın eteğindeki nohut ekili kıraç tarlalara gitmiştik. (Ceyhan Nehri; bahar aylarında sel sebebiyle taşıp evleri bastığından, 1970’li yıllarda köyü bu bölgeye taşıdılar.) Bu kıraç tarlalarda gezerken önce fark etmedim, ama köye dönerken sol ayağımda bir ağrı olduğunu hissettim. Pantolonumu sıyırıp baktığımda, dizden aşağı kısmımın şişmeye başladığını gördüm. Hemen köye döndük. Bana yoğurt yedirdiler ve ayağıma yoğurt sürdüler. Şişlik devam ediyordu. O gece köyde kaldım. Ancak şiş inmedi ve ağrım da devam ediyordu. Özellikle dizimin altından ayağıma kadar olan yer “Balon gibiydi”. Sabah olunca, hemen bir eşek ayarladılar ve beni üstüne oturttular. Köy ile Elbistan arası yaklaşık 6 km kadardır, eve geldik. Tedavim evde devam etti. Kısacası, bir ölüm tehlikesi yaşamış ve atlatmıştım.
Yılanlardan bahsedildiğinde, köydeki çocuklar hep şunu söylerlerdi: “Aman ha, kıraç yılanına yaklaşmayın, görünce hemen kaçın.” “Kıraç yılanı nasıl bir yılan ki?” “Çok tehlikeli, kırmızımsı bir yılan, saldırgan olur. Hele öğle sıcağında öküzü bile sokar öldürür.” derlerdi. (Kıraç tarla: Dağın eteğindeki fazla verimli olmayan taşlı tarlalara denir) Ayağımı neyin soktuğunu bir türlü anlamadık. Bölgede akrep de çok olurdu. Ayağımı sokan, acaba bir kıraç yılanı mıydı, yavrusu muydu yoksa bir akrep miydi? Ama ayağımın şişliğini düşününce, güçlü zehiri olan bir hayvan tarafından zehirlendiğim anlaşılıyordu.
* Yazımı annemden duyduğum bir hadise ile bitirmek istiyorum. Yazımda “Annem” dediğime bakmayın, biz hep “ana” derdik, öyle söylemeye alıştırılmıştık. Sizler de duymuşsunuzdur: Eskiden ev yılanları olduğu söylenirdi. Halk, eve bereket getirdiğine inanırdı. Anam anlatırdı: “Bizim bu evde ‘Bereket Yılanı’ vardı. En dipte soğuk oda var ya, hani ‘Hazın Damı’ diyoruz, işte orada yaşıyordu. (Hazın damı: Bugün kilere verilen addır, evin en soğuk odasıdır. Bütün kışlık erzak orada saklanır. Kelime ‘Hazan’dan türetilmiş veya halk ağzında ‘hazan’ yerine ‘hazın’a dönmüş olabilir) Ninen bilirmiş, ben bilmezdim. Beni o odaya hiç sokmazdı. Bir şey alınacaksa kendi girer alırdı. Siyah bir yılan olduğu söylenir. Genelde bulgur çuvalının üstünde yatarmış. Ninen bulgur alacağı zaman: ‘Kara kız in de bulgur alacağım’ dermiş. Yılan süzülerek aşağı iner veya yana geçermiş. Ninen de bulguru alır, çuvalın ağzını bağlarmış. Yılan tekrar çuvalın üstüne çıkar yatarmış.”
Bir gün anam pekmez almak için “Hazın Damı” na, yani kilere girmiş. Yılanı görmemiş ama, pekmez küpünün altında leğen varmış ve pekmez küpün üstünden leğenin içine doğru sızıyormuş. Anam heyecanlanıp odadan çıkmış, kaynanasına: “Teyze pekmez taşmış” demiş. (Kaynanasına teyze diyormuş) Ninem de “Sus” işareti yapmış: “Sakın kimseye söyleme, bereketi kaçar” demiş.
Yıllar sonra; bu evimizde kiracı olarak oturan kadının da benzer laflar ettiğini ve tanıdıklarıma: “Bu evde bir bereket olduğunu, kimseye muhtaç olmadan, çocuklarını rahat bir şekilde okuttuğunu…” söylediğini duydum.