Yılda bir defa da olsa memleketim Elbistan’a gider, “sıla-i rahim” yaparım. Doğduğum ve çocukluğumun geçtiği “Yeniçeriler Sokağı”nı gezer, hayatta olan komşularımızla görüşürüm. Ancak, 2019 yılı Nisan ayında gittiğimde ne sokaktaki eski evlerden ne de komşularımızdan eser kalmadığını gördüm. Sanki her yer viraneye dönmüştü, çok üzüldüm. Bu yazımda sizleri çocukluğuma, hatta çocukluğumun da gerisine götürmek istiyorum.
1337/1348 - 1521 yılları arasında 180 yıl Dulkadirliler Beyliği’ne başkentlik yapmış Elbistan’ın tarihçesine girmeyeceğim: Sadece sülalemizden ve komşularımızdan bahsedeceğim. Bize Elbistan’da “Yeniçerioğulları” derler, halk ağzında kısaca “Yeçerler” diye söylenir. Sülalemiz; bir arada oba olarak Ulu Cami karşısında, şimdiki Atatürk İlkokulu’nun bulunduğu alanda otururlarmış. Bu sebeple sokak da “Yeniçeriler Sokağı” adını almış.
Büyüklerimden duyduğum kadarıyla Ulu Cami karşısına Atatürk İlkokulu yapılmadan önce (Bu dönemde İmam-Hatip Ortaokulu’na çevirmişlerdi. Nisan ayında Elbistan’a gittiğimde, İmam-Hatip yeni binasına taşındığı için okulun boş olduğunu gördüm. Son aldığım duyumlara göre okulu tamamen yıkmışlar) komşularımız şunlarmış:
1- Ulu Cami karşısından kuzeye doğru giden sokağın (Marifler Sokağı) girişinde sağ tarafta Camuzoğlu Mustafa Efendi’nin, yanında Kabaklar’ın Osman Efendi’nin ve devamında Somuncu Mustafa Efendi’nin evi varmış; bizim çocukluğumuzda da bu evler vardı.
2- Ulu Cami karşısında (cadde üzerinde) doğudan batıya doğru başta Marangoz Kadir Usta’nın evi, Rabia yengelerin (Yeniçeriler’in gelini) evi (sonra Maraba köyünden biri satın almış), Döne teyzelerin evi (sonra yıkılmış ören yeri olmuş, çocukluğumuzda burada camiye ait helalar ‘tuvaletler’ ve abdest alma yerleri vardı) ve cadde ile Yeniçeriler Sokağı’nın köşesinde de Halıtlar’ın Mustafa Yener’in evi varmış. (İki katlı eski bir konak, çocukluğumuzda bu ev duruyordu, öğretmen Lütfi Yener ve bacıları otururdu.)
3- Yeniçeriler Sokağı çok uzun bir sokak değildi. Ulu Cami tarafından sokağa girildiğinde; sağ köşede Halıtlar’ın Mustafa Yener’in evi, yanında Hacı Abdullah Dede’nin evi, yanında Abdurezzak dayıların evi (Abdurezzak Karaman’ın annesi Emiş, Yeniçeriler’in kızıdır), yanında Bekir Ağa’nın evi (arabacı Osman’ın babası, komşumuz Güllü bacının damadı), yanında Tekaüt (emekli) Durdu’nun evi, devamında Sığırcı Ali’nin evi varmış.
İç tarafa, yani Atatürk İlkokulunun yerine gelince; Abdurezzak dayıların evinin altından bir geçit (kabaaltı denirmiş) ile avluya geçilirmiş; Yeniçeriler’in tamamı burada oba şeklinde otururlarmış. Avluda Yeniçeriler’den Hacı Reşit Ağa’nın evi, yanında Yeniçeriler’den Mamet Ağanın evi, kasap Göğoğlan (Gökoğlan) Ahmet Ağa’nın evi varmış. Daha arkadaysa Hükümet Konağı’nın yeri (daha sonra hapishane olmuş) bulunuyormuş.
1954’de Atatürk İlkokulu’nun yapılmasına karar verilince, köşebaşındaki Halıtlar’ın Mustafa Yener’in evi hariç evlerin tamamı yıkılmış. Halıtlar’ın evinin yanında (çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla bir elektrik trafosu vardı ve önü küllüktü; yani soba külü ve çöp atılırdı) Yeniçeriler Sokağı boyunca kuzeye doğru okulun bahçe (ihata) duvarı devam ediyordu. Duvarın bittiği yerden köşkerler çarşısına doğru bir sokak çıkardı.
Yeniçeriler Sokağı’nın sol kol üzerindeyse, yine Halıtlar’ın Mehmet Yener’e ait ev (iki katlı eski bir konak) vardı. Sonra batıya Güneşli Camisi’ne doğru inen çok dar bir sokak başlardı. Köşede bir odalı yerde “Mır Mır İsmail” diye biri otururmuş. Hemen yanında dar sokakta Sakkalar’ın Nihat (Ninno)’lar otururlardı. Diğer komşumuz “Bakkal Yahya” diye de bilinen Yahyalar’dı; evleri her iki sokağa da bakıyordu ve bizim avluyla ve evle bitişikti (bahçesinde dalları avlumuza sarkan büyük bir dut ağacı vardı, çok dutunu yedik). Yahyalar’ın esas evi arkada eski bir konaktı. Avlumuzun bitişiğindeki yerler daha önce yıkıktı, sonradan girişi ve karşılıklı iki odası olan tek katlı ev yapıp kiraya verdiler.
Sonra bizim ev geliyor: Çatal kapı ile avluya girilirdi. Evimizin avlusu çok genişti ve akrabaların, komşuların düğünleri, toplantıları avlumuzda olurdu. Ayrıca tandır da vardı ve herkesin kışlık ekmeği -imece usulü- avlumuzda yapılırdı. Bu evi babam ilk askerliğinden dönüşünde 1940’lı yıllardan önce dayısının yardımı ile almış. (Babam iki defa askere gitmiş: İlki Ağrı-Doğubeyazıt İlçesi’nde Jandarma olarak 29/04/1933 - 07/11/1935, ikincisi Edirne’de Jandarma olarak (2.Dünya Savaşı) 10/03/1942 - 22/04/1943 tarihler arası…)
Evimizin yan tarafından yaklaşık 1,5 metre genişliğinde bir koridorla Papurun Güllü’sü diye bilinen “Güllü Bacı”nın evine girilirdi. Daha sonra köşkerlik yapan Vücut Ali’nin evi (Bu kişi teknolojiye meraklı idi. Hatırlıyorum; radyoyu ilk alan kişiydi. Herkes radyo dinlemeye giderdi. Hatta Ali Ağabey kendi evlerinden bizim eve kablo çekip bir tane hoperler bağlamıştı. Radyoyu açtıklarında bizim evde de çalardı), Hamal Hasan Berk’in evi, Vücutların Süleyman’ın evi ve devamında köşede Yeşil Hacı / Hatceler’in evi bulunmaktaydı.
Atatürk İlkokulu’nun yapılmasına karar verilince kamulaştırma yapılmış; akrabalara, yerlerinin karşılığı arsa ve para verilmiş. Hatta yıkılan evlerin taş, kerpiç, mertek ve tahtalarını almalarına da izin verilmiş. Sülalemiz (oba) dağılmış ve başka yerlerden evler almışlar veya verilen arsalara ev yapmışlar. Sadece bizim ev -sokağın karşısında olduğundan- kalmış.
O tarihlerde Elbistan çok büyük değildi, bu yüzden akrabalar ile çok sık görüşebiliyorduk. Ama “Komşu komşunun külüne muhtaç” misali daha çok komşularımızla yüz yüzeydik. Çok güzel, samimi, dürüst, saf, iyi niyetli insanlardı: Özellikle uzun kış gecelerinde bir evde toplanırdık; yaşlılar, bizlere “Hz. Ali menkıbeleri, Köroğlu destanı” gibi hikayeler okuturlardı. Sokağımızda zengin kimse yoktu, hepsi çok zor geçiniyorlardı. Bu sohbetler sırasında misafirlere ikram edecekleri -o da varsa- ya buğday kavurgası ya da nohut kavurgasıydı. Çok nadir dut kurusu, elma kurusu gibi yiyecekler çıkarılırdı. Hele hele cevizli sucuk, bastık (pestil) ve benzeri yiyecekler ancak bağı bahçesi olan evlerde bulunurdu. Yokluğa ve yoksulluğa rağmen çok mutluyduk.
Arada sokak yoksa evler hep birbirine bitişikti. Evler o kadar yakındı ki, komşular birbirine pencereden seslenirdi: Hatta herkes komşusunun konuşmalarını duyardı. Eskiden evler kerpiçtendi ve çatıları da yoktu: Hep toprak ve düz damdı. Kışa doğru akmasın diye bakım yapılır, mutlaka damlar “loğ” ile loğlanırdı. Çoğu zaman sokakta oynamakla birlikte damlarda da oynardık.
İsmi Süleyman olan “vücutlar” lakaplı komşumuz; önceleri “Akmıncılık” yapardı. Eskiden şehirlerde kanalizasyon olmadığı için; tuvaletler (hela, kenef, ayakyolu vs.) bir geniş çukur kazılarak tuvaletler bu çukurun üstüne yapılır ve çukur doldukça at, katır, eşek gibi hayvanların yanlarına asılan ağaç sandıklarla veya at arabaları ile tarlalara taşınırdı. Bu işi yapanlara da “akmıncı” denirdi. Süleyman emmi, sonra dünüründen semer yapmayı öğrenmiş ve “Semercilik” mesleğine başlamış. Daha sonraları, bugün “şark köşesi” dediğimiz yer döşeğinin arkasına duvara yaslanmak için sap yastık yapıyordu. Eşi “Gülkız Bacı”ydı. Bu kadın hepimizin “Gülkız Bacı”sıydı. Haftaya ondan bahsedeceğim.
Evet, sokağımız (Yeniçeriler Sokak) adıyla tabelada yaşıyor ama ne sülaleden ne de komşularımızdan kimse kalmamış!..