Yıllar önce dinlemiştim, fıkradan daha çok bir menkıbeydi; kısaca dinî hikâye diyebiliriz. Menkıbe: Din büyüklerinin veya tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamları ve olağanüstü davranışlarıyla ilgili anlatılan öyküler, diye tarif ediliyor. Belki camide bir vaizden, belki bir arkadaşımdan dinlemişimdir. Gerçek midir, değil midir? Bilemem. Ancak, Anadolu’da böyle hikayeler bir hayli fazladır. Halkı eğitmek ve bazı konularda uyarmak için anlatılır.
Anadolu kültürü
Yazıya başlamadan önce internete girdim; konuyla ilgili bir çok yazı gördüm. Anadolu kültüründe çok görülür: Halk, kendilerince ulu gördükleri kişileri sahiplenir; bunlar için mekanlar, mezarlar (türbeler) oluşturur. Benzer durum “Yuh Baba”da da var. Çankırı, Gaziantep, İstanbul (Üsküdar) gibi şehirlerde yaşadığı yazılı, hatta taşında “Yuh Baba” yazan mezar fotoğrafı koymuşlar. Yazılanlara göre mesleği eskici ya da kunduracıymış ve dükkânı mezarlığa giden yol üzerindeymiş.
Biliyorsunuz; eskiden cenaze bekletilmez, bir an önce gömülürdü. Ayrıca, cenaze taşımak sevap sayıldığından “insanlar sevap kazansınlar” diye cenaze mezarlığa götürülürken çarşı içinden geçilirdi. Dükkânlarından çıkan esnaf salın (tabutun) altına girer en az yedi adım taşırdı.
Bir başka husus ise halk; bazı kişileri yaşantısına, davranışına, sosyal ilişkilerine bakarak iyi veya kötü insan olarak tanımlardı. Benimsedikleri kişiler için “cennetlik adam” derlerdi. Esasen ben de böyle düşünüyorum: Tabii ki “Allah bilir” ama Müslüman / Mümin olmanın ölçütleri (kriterleri) bellidir. Kur’an’a uygun yaşayıp toplumun genelinde güzel bir intiba bırakanlara “cennetlik” demek mümkün. Veya tam tersi; kötü, günahkâr, asi, riyakâr, münafık kişilere “cehennemlik” dediğimiz gibi…
Yalnız “cennetlik” olmak için sadece namaz, oruç, zekât, hac aklınıza gelmesin. Kalıplaşmış İslâm’î terimleri kullanmak, eski bir bakanın “her Cuma bakara-makara salladığı” gibi arada bir ayet, hadis, dinî mesaj göndermek sanılmasın. Hele saç, sakal, kıyafet hiç düşünülmesin. Yıllarca İslâm, böyle anlatıldığı ve böyle yaşandığı için sonuç ortada!.. Oysa İslâm’ın esası; iman, itikat ve ahlâk kurallarıdır.
“Yuh Baba” menkıbesi
Şimdi kısaca menkıbeyi anlatalım: Kendi halinde, sessiz-sedasız, işinde-gücünde meczup biri varmış. Dükkânında çalışır emeğiyle geçinirmiş. Kimseyle fazla içli dışlı olmaz ama herkesi de tanırmış. Cenazeler çarşı içinden geçirilirken dükkânının önüne çıkar, bazı cenazeleri kendisi de taşır, “Allah rahmet eylesin” dermiş; bazı cenazeleri taşımaz, ardından “Yuhhh” diye bağırırmış. Herkes ona “Yuh Baba” demeye başlamış; gerçek adı unutulmuş, adı “Yuh Baba” kalmış.
“Yuh Baba”nın sevenleri olduğu gibi, bu davranışına bozulan kişiler de oluyormuş. Özellikle “yuh çektiği” cenaze sahipleri çok kızıyorlarmış. Bir grup insan; “Bu adam, ölünün ardından yuh çekerek çok ayıp ediyor; yaşlı biri, yakında kendi de ölecek; öldüğünde biz de onun arkasından yuh çekelim” demişler. Gün gelmiş “Yuh Baba” vefat etmiş. Cenazesi geçerken, sözleşen bu insanlar “yuhhh” diye bağırmaya başlamışlar. Bu sırada “Yuh Baba” üstündeki örtüyü kaldırmış, doğrulup onlara bakarak; “Ben de onlar gibi gittiysem, bana da yuh olsun” demiş.
Kendimle hesaplaşma
Bu menkıbeyi zaman zaman hatırlar, üzerinde düşünürüm; yeri geldiğinde sohbetlerde anlatırım. “Yuh Baba”nın gerçek olup olmadığından daha çok çıkaracağımız ders / ibret, alacağımız hisse önemlidir.
67 yaşındayım ve her geçen gün ömrüm azalıyor. “Her nefis ölümü tadacaktır.” 6 Eylül 1974 tarihinde başladığım memuriyet hayatımda 15/02/1980 tarihinden itibaren şube müdür yardımcısı, muamelât müdürü, şube müdürü olarak yöneticilik yaptım.
18 Haziran 1992 tarihinde 31 arkadaşla kurduğumuz Türk Eğitim-Sen’in Genel Mali Sekreteri (muhasibi) oldum. Sendika kanunu olmadığı için uzun süre memuriyetle sendikacılığı birlikte yürüttüm. 4688 sayılı Yasa’yla birlikte 2002-2009 yılları arasında profesyonel sendikacılık yaptım, Eylül 2009’da tekrar memuriyete döndüm.
43 yılın üzerinde hizmet yaptıktan sonra yaş haddinden emekli oldum. Hem memuriyette hem de sendikacılıkta, işletme-muhasebe bölümü mezunu olmam nedeniyle çoğunlukla mali işlerle uğraştım. Bakanlıkta her şey kâğıt üzerindeydi; sendikadaysa mümkün olduğunca paraya (nakit) el değdirmeden çekle yaptım, nadiren nakitle ödedim. “Kul hakkı”nda hassas biri olarak boğazımdan “bilerek ya da bilmeden” haram bir lokma (para) geçmediğine inanıyorum. Aksine hep kendimden fedakârlık yaptım.
Bu süreçte, “acaba kimleri kırdım, kimlere haksızlık yaptım, kimlerin ahını aldım” veya “adil olmadığım zaman oldu mu? Yetkileri mi, sorumlulukları mı kötüye kullandım mı?” diye düşünürüm. Sadece birlikte çalıştığım arkadaşlarıma değil; yanıma gelen eşe-dosta, akrabaya, iş takipçisi vatandaşlara “nasıl davrandığım” soruları aklımdan geçer.
Esasen yapım gereği çabuk kızan birisi değilim: Sakin, sabırlı ve yumuşak huyluyum. İşlerimi ve kararlarımı çok aceleye getirmem. Yapacaklarımı bir süre düşünür, kafamda oluşturur, öyle yaparım. Kişiler hakkında çabucak karar vermem; zamana bırakır, birkaç gün sonra karar veririm.
Her şeyden önce kendimle barışık biriyim ve haddimi, kapasitemi bilirim. Hakkım olmayanı veya hak etmediğimi istemem, kimseyi kıskanmam. Ne amirlerime ne de başkalarına yalakalık, dalkavukluk, soytarılık yapmadım; yapanları kınadım. Yanlış gördüğümde lafımı esirgemedim. Mevzuat dışı işlerde, kayırmacılık, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk hakkında “dilsiz şeytan” olmadım, hep dile getirdim. Haksızlık yapmadım, haksızlığa sebep olmadım ve haksızlığa uğrayanları savundum. Devlet zaafa uğradığı için ehliyetsiz, liyakatsiz kişilerin makamlara / mevkilere atanmalarını ve atananları eleştirdim.
Her nerede bulunmuş ve görev yapmışsam hem devletimin hem temsil ettiğim kuruluşun hem de kendimin itibarına halel getirmemeye çalıştım. İnsanları ayırt etmeden, Yunus Emre’nin ifadesiyle “Yaradılanı severim, Yaratandan ötürü” anlayışıyla hareket ettim.
Anayasamızdaki ifadeyle “dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle…” vatandaşlarımızı ayırt etmedim, hizmetimi yaptım. Kimseyi ötekileştirmedim, herkesi sevdim, kucakladım. Bir atasözümüzde “merhametten maraz doğar” denir, doğru. İyi niyetimden ötürü bazı sorunlarla karşılaştım. Çoğu zaman hakkımda güzel sözler söylendiğini duydum; mutlu oldum. Sevmeyenlerim yok mudur? Mutlaka vardır.
Peki, üst görevlere / makamlara niye gelemedin derseniz? Tecrübeyle sabittir; iktidarlar daha üst görevlere kendisine itaat edecek ve istediğini yaptıracak kişiler arıyorlar. Sadece ben değil -birkaç kişi hariç- bizim jenerasyondan kimse, bırakın üst görevleri, daire başkanı bile olamadan emekli oldular. Çünkü sahipsizdik!.. Son yıllarda ve özellikle bugünlerde yapılan atamaları görüyorsunuzdur. Ülkede adam kıtlığı var herhalde!.. Hak etmeyenler ballı maaşlarla görevlere getiriliyor. Yazılacak çok şey var ama!.. Zaten köşemizde doldu.
Şu kadarını belirteyim: Yöneticilerimiz “bunun hesabını halka değilse bile Allah’a nasıl verecekler”, hiç düşünüyorlar mı acaba?..
Kendimce iyi ve başarılı bir çalışma hayatım olduğunu düşünsem de mutlaka kendimi değerlendirir, yargılar, özeleştirimi yaparım; kendimle hesaplaşırım.
İnşaallah! Bu dünyadan göçerken arkamızda “hakkını helal etmeyecek” kimse bırakmaz, “yuhhh” çekecek biri ile muhatap olmayız.