Aylıkla ödüllendirme, kademe terfi, takdir ve teşekkürlerle dolu bir memuriyet hayatım oldu. Ama memuriyetle vedalaşacağım son günlerde başıma bazı işler açıldı: Sadece benim başıma da değil, Bakanlık merkez ve taşradaki bazı idarecilerin de… Bu konuda daha önce ayrıntılı iki yazı yazmıştım. Bu sefer hikâyesini anlatacağım. Bunları uydurma sanmayın, hepsi gerçek!..
Hükümet, meclisteki milletvekili çoğunluğuna dayanarak bir yasa çıkarttı. Bakanlıktaki yaklaşık 300 şube müdürü ile il milli eğitim müdür yardımcıları ve ilçe milli eğitim müdürlerini toptan, sorgusuz sualsiz -bir idarecilik görevi olmayan- eğitim uzmanı yaptılar, maaşlarını da dondurdular. (Maaşlarımızı da çok sanmayın, kariyer meslek diye ilk defa memur olarak atananlarla neredeyse aynı…)
Yasa çıkarılırken; gruplar halinde veya kişisel ilişkilerle milletvekillerine ve parti gruplarına “yanlışlığı ve haksızlığı” anlattık. Yapacakları bir şey yoktu, çünkü emir yukarıdan gelmişti. Bu emre karşı çıkmak mümkün müydü? Eğer karşı çıkarlarsa, gelecek seçimlerde “listeye konulmam” endişeleri vardı. Bir yanlışa, bir haksızlığa el kaldırmaları önemli değildi! Onlar da mecliste ellerini kaldır-indir yapıp yasayı çıkarttılar.
Bu yasanın; ne anayasaya ne de diğer yasalara uygun olmadığını bildiğimiz için, idari mahkemelerde dava açtık. Davaları kaybedeceğimizi tahmin ediyorduk. Çünkü ortada bir yasa vardı: Bakanlık kendini savunacak ve idari mahkemeler de buna göre karar verecekti.
Kanunlarda memurlarla ilgili yapılacak işlem açıkça yazılı olduğu ve hakkımızda da hiçbir soruşturma, hiçbir disiplin cezası veya yargılama olmadığı halde; bir yasa ile görevimizden başka bir göreve atanıyorduk. Hizmetlerimiz bir anda “hiç” ediliyordu. Ama biliyorduk ki; bu yasa, Anayasa Mahkemesi’nden dönecekti.
Düşündüğümüz gibi; Bakanlık meclisten çıkan yasayı öne sürerek savunma yaptı. İdari mahkemede yasayı gerekçe göstererek aleyhimize karar verdi ve davaları kaybettik. Danıştay bölge mahkemelerinde temyize gittik. Anayasa Mahkemesinin kararını bekliyorduk.
Sonunda ne mi oldu? Anayasa Mahkemesi yasanın bizimle ilgili maddelerini iptal etti ve davalarımız tekrar idari mahkemelere iade edildi. Anayasa Mahkemesi’nin kararı doğrultusunda, bu sefer idari mahkemeler lehimize karar verdi. (Bu arada, yani Anayasa Mahkemesi kararını açıklamadan önce, bir şey daha oldu! Bakanlık, Anayasa Mahkemesi kararının aleyhine çıkacağını öğrenince, hepimizi tekrar şube müdürü atadı.) İdari Mahkeme kararları bize ve Bakanlığa ulaştıkça müracaatlarımızı yaparak, maaş farklarımızı, avukat ve mahkeme masraflarımızı geri aldık. (Devlet büyük bir zarara uğratıldı.)
Şimdi bazılarınız diyecek ki; “Ne olmuş, işte yanlıştan dönülmüş ve haklarınız iade edilmiş.” O kadar basit değil. Öncelikle Bakanlıkta idari yapı, hiyerarşi, disiplin bozuldu. Kurum kültürü bitirildi, hafıza silindi. Bizim açımızdansa; itibarımızla oynandı, küçük düşürücü hareketler de bulunuldu. Yöneticilerin yaptıklarıyla bir şey kaybetmedik, ama strese sokulduk, zamanımızı meclis kapılarında ve mahkemeye savunma hazırlamakla geçirdik.
Biz, başımıza getirilen bu haksızlığa karşı Anayasa Mahkemesine güvenerek yola çıktık. “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” misali; ortada bir yanlışlık vardı ve Anayasa Mahkemesi’nden dönecekti. Ve düşündüğümüz gibi döndü.
Az-çok okuyan, yazan bir insanım. Anayasa nedir, yasa nedir? Bilen bir insanım. Kanunların lafzını, ruhunu okuyabilen, gidişatı görebilen bir insanım. Hiç kimse, meseleleri basite almasın. Ülkemizde zaten yetersiz ve eksik bir demokrasimiz var. Adalet sistemimiz çalışmıyor. Kimse; seçim kanununu, siyasi partiler kanununu değiştirmeyi ve şu genel başkanlar sultasını (otoritesini) kırmayı düşünmüyor.
Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konusunda atacağımız daha çok adımlar varken; gelişmiş ülkeler seviyesine çıkmayı düşlerken ve çabalarken; enerjimizi ileriye dönük işler için harcamamız gerekirken; geriye doğru bir gidiş olduğunu görüyorum. Bu değişiklikte tehlikeler var, muğlak ve nereye çekersen oraya uzayacak lastik gibi ifadeler dolu. Siyasilerin konuşmalarına, bilboard’lara asılan afişlerdeki savunmalara gülüp geçiyorum.
12 Eylül 1980 darbesi sonrası referanduma sunulan 1982 Anayasası’na; “Kuvvetler ayrılığı” devam etmesine rağmen, hak ve özgürlükler kısıtlandığı ve Kenan Evren kendisini de seçtirdiği için “Hayır” oyu kullandım. 12 Eylül 2010’daki 21 maddelik Anayasa referandumunda da -Garnitür maddeleri çıkartırsanız önemli iki madde vardı: Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın oluşturulması- “Hayır” verdim.
Anayasalar bir milletin ortak sözleşmesidir. 80 milyona göre hazırlanmalıdır. “Rabbena, hep bana” olmaz. Şimdi eleştiriyor olsalar da, Anayasa Mahkemesi’ni bu şekliyle oluşturan da şimdiki maddeleri hazırlayan da kendileri. Yanlış yanlışla düzeltilmez. “Tarafsız” ibaresini eklemek yetmez, yargı ve Anayasa Mahkemesi daha da “Bağımsız” olmalıdır. O zaman vatandaşlar olarak; adaletsizlikler, haksızlıklar karşısında güveneceğimiz ve hakkımızı arayacağımız bir mercii bulabileceğiz.
Bu Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı aynı zamanda bir partinin genel başkanı da olacak. Cumhurbaşkanı, partisinin milletvekili seçim listesini oluşturacak ve bugünden de daha uyumlu (!) meclis aritmetiği çıkacak. Mecliste çoğunluğunu elde eden parti başkanı (cumhurbaşkanı) istediği yasaları çıkarttıracak. Böyle bir meclisten Cumhurbaşkanının istemediği bir yasa çıkabilir mi? Ayrıca, Cumhurbaşkanının kararname çıkartma yetkisi de var. Dolayısıyla “kuvvetler ayrılığı” kalmayacak. Anayasa değişikliklerine göre;
* Yasama, yani TBMM. Milletvekilleri (550’den 600’e çıkıyor), Cumhurbaşkanı (aynı zamanda parti genel başkanı)’nın hazırlayacağı listeden seçilecekler olacağı için Cumhurbaşkanının emrinde;
* Yürütme: Cumhurbaşkanı ve atayacağı cumhurbaşkanı yardımcıları (sayısı belirsiz) ve atayacağı bakanlar emrinde;
* Yargı: Anayasa Mahkemesi üyelerinin 12’sini kendi atayacak, 3’ünü meclis seçecek. Mahkeme başkanları, savcılar; yine kendilerinin oluşturacağı HSK tarafından atanacak. Mahkemeler de tamam. Alın size “kuvvetler birliği”. Nerede ve kimde toplanıyor? Cumhurbaşkanlığında ve Cumhurbaşkanında… Her şey bir kişide…
Objektif, olumlu, iyi niyetli bakıyorum, olmuyor. Allah, akıl vermiş ki düşünelim diye… Kulluk dönemine doğru mu gidiyoruz!.. Oysa, inancımız gereği sadece Allah’a kulluk ederiz. 100 yıldır özgür bir birey olarak yaşamaya alıştık.
Bu bir sağ-sol, Türk-Kürt, sünni-alevi, ben-sen… meselesi değil. 80 milyonun ve geleceğimizin meselesidir.
Başımıza gelenleri ve tespitlerimi anlattım, takdir sizlerin.