Bu yazımda, sizleri biraz rahatlatmak için; artık hikâye mi, masal mı, yoksa fıkra mı dersiniz, size bırakıyorum: İki hadise anlatacağım. Bunları, yıllar önce kursta hocalar anlatmıştı ve çok beğenmiştim. Gerçek değilse bile ibret alınacak olaylar. Hiçbir şey “göründüğü gibi değil” başlığını da bu çerçevede değerlendirin lütfen. “Kıssadan hisse” alınacak iki olay şöyle:
Birincisi: Anadolu’da şehrin birinde tren yoluna yakın evde bir aile yaşarmış. Her gün tren geçtiğinde gardıroptan sesler, gıcırtılar gelirmiş. Kadın bu sesten rahatsız olurmuş. Her defasında kocasına: Bir marangoz getir de şu dolaba baksın, ses yapıyor, rahatsız olmuyor musun? dermiş. Ama adam aldırış etmezmiş. Karısı ne kadar söylese de, kocası marangoz getirip dolaba baktırmamış. Kadının canına tak etmiş.
Bir gün kocası sabah kahvaltısını yapıp işine gittiğinde, kendisi de hazırlanarak evden çıkmış, yakındaki marangoza gitmiş. Durumu anlatarak dolaba bir bakmasını istemiş. Marangoz: Tamam yenge! demiş.
Marangozla birlikte eve gelmişler. Marangoz; yatak odasındaki gardırobun sağına-soluna, içine-dışına iyice bakmış, bir şey bulamamış. Kadına dönerek: Dolapta bir bozukluk görünmüyor.
Kadın: Nasıl olur, arada sırada gıcırdıyor.
Marangoz: Sesler ne zaman geliyor?
Kadın: Genelde tren geçerken gıcırtı oluyor.
Marangoz: Allah, Allah! Peki tren ne zaman geçecek.
Kadın: Geçmesine birkaç dakika var, birazdan tren gelir.
Marangoz: O zaman ben dolabın içerisine gireyim, tren geçerken ses nereden geliyor, anlamaya çalışayım, demiş. Marangoz dolabın içine girmiş ve kapıyı kapatmış.
Olacak bu ya! Bu sırada kadının kocası evde unuttuğu bir şeyi almak için eve gelmiş. Bakmış kapının önünde bir erkek ayakkabısı… Şeytan aklına kötü şeyler getirmiş, karısının eve erkek aldığını düşünmüş. Anahtarı ile kapıyı açmış ve doğru yatak odasına yönelmiş. Bakmış karısı odada tek. Hemen dolabın kapısını açmış, içinde bir adam.
Koca: Ne yapıyorsun burada?
Marangoz: Vallahi, tren bekliyorum desem, şimdi inanmazsın, demiş.
İkincisi: Bir karı-koca kasabanın dışında ormanlık alanda bir evde otururlarmış. Aile; ormandan odun toplar, avcılık yapar, geçinir giderlermiş. Bir gün ormanda gezerken bir aslan yavrusu bulmuşlar. Aslan yavrusuna acımışlar ve alıp eve getirmişler. Yavruya bakmışlar, büyütmüşler. Artık kocaman bir aslan olmuş. Evin de bir ferdi gibiymiş. Aslan, tehlikelere karşı karı-kocayı korumak için; dışarıda olmadığı zamanlarda ve geceleri, hep dış kapının arkasında -içeride- yatarmış.
Gel zaman git zaman, bu ailenin bir çocukları olmuş, çok sevinmişler. Bebeğe çok itina gösteriyorlarmış. Bu arada içlerini de bir korku sarmış, “aslan ile bebek aynı evde yaşar mı, ya aslan bebeğe zarar verirse?” diye.
Ne ise… Bir gün kendileri gibi ormanlık alanda yaşayan komşularının büyükbabaları ölmüş. Başsağlığına gitmek istemişler. O sırada bebek uyuyormuş, uyandırmak istememişler. Ama içlerinde de bir korku…
Kadın: Biz evde yokken, ya aslan bebeğe bir şey yaparsa?
Koca: Herhalde bir şey yapmaz, bebek uyurken çabucak gider-geliriz. Ve komşuya başsağlığına gitmişler.
Eve döndüklerinde bir de ne görsünler: Aslan, ağzı burnu kan içinde kapının arkasında yatıyor. Korktukları başlarına geldi sanmışlar: Koca, oradan kaptığı balta ile aslanın kafasını parçalamış, aslanı öldürmüş. Hemen bebeğin yattığı odaya koşmuşlar. Bakmışlar ki bebek yatağında mışıl mışıl uyuyor. Ama yatağın yanında büyük bir yılan ölüsü, parçalanmış halde duruyor.
Anlamışlar ki; aslan, bebeği sokmaya gelen yılanı parçalayarak bebeği kurtarmış. Aslana yaptıklarından dolayı çok üzülmüşler.
Siz, bu iki hadiseden ne anlam çıkarttınız, bilemem?.. Yazının başlığına tekrar dönelim: Hiçbir şey göründüğü gibi değil…
Çağımızda bilim ve teknoloji, haberleşme ve iletişim o kadar ilerledi ki… Dolayısıyla habere, bilgiye ulaşmak da o kadar kolaylaştı... Ama bu haber ve/veya bilgiler ne derece doğru veya yanlış; ayırt etmek de sizin bilgi, birikim ve tecrübenize bağlı.
Emperyal güçler tarafından dünyada öyle algı operasyonları yapılıyor ki… Eğer okumuyorsanız, araştırmıyorsanız, bunlara inanmanız çok kolay oluyor.
Çoğu televizyonlarda sunulan haberler, tartışma programları, tartışan kelli-felli zatlar, reklamlar ve benzerleri; hepsi bu algı operasyonlarının birer parçası… Sizin; neyi görmeniz gerektiğine, neyi duymanız gerektiğine, nasıl hareket etmeniz gerektiğine, onlar karar veriyorlar. Siz farkında bile olmuyor, kapılıp gidiyorsunuz. Hele bir de futbol takımı tutar gibi parti, dernek, tarikat, cemaat ve benzerlerinin fanatiği iseniz, bir de önyargılıysanız, oh ne alâ… Tam kullanılacak kıvamdasınız demektir.
Aydın diye televizyonlara sıra sıra dizilen, yalakalıkda öncelik kapmaya yarışan okumuş cahillerimiz de ayrı bir hava!.. Amaçları çıkış yolu göstermek değil, sistemi daha da tıkamak. Milleti kandırmanın, yönlendirmenin peşindeler. Yanlışlara yanlışlar katıyorlar, yalanları yeni yalanlarla temizlemeye çalışıyorlar. Ülkeden daha çok, kendi çıkarlarının derdindeler…
Toplumumuzda okuma-yazma oranı çok düşük. Genelde kulaktan dolma bilgilerle, dedikodularla sohbetlerimizi, tartışmalarımızı yapıyoruz. Dolayısıyla hiçbir şeyin arka planını görmemiz, algılamamız da mümkün olmuyor. İşin farkına varıncaya kadar da “Atı alan Üsküdar’ı geçiyor.” Tekrar başa dönmek için, bu sefer de ağır bedeller ödüyoruz.
Peygamberimiz: “Münafığın alâmeti üçtür. Konuşunca yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner. Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder.” diyor. Yine, Hz. Peygamber: “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusuna, “Emanet zayi edildiğinde kıyameti bekle!” karşılığını verir. “Emanet nasıl zayi olur?” diye sorulunca da, “İş ehil olmayana verildiğinde kıyameti bekle!” buyurur.
O halde; hiçbir şey göründüğü gibi değil. Ama biz, bol-bol okuyalım, uyanık olalım, doğruları görmeye ve doğrularla yaşamaya çalışalım.