Milli Mücadele Mehmet Akif

 

Taşların yerinden oynadığı, devlet-toplum dirlik ve düzeninin kalmadığı dönemlerde tarih, insanları yine tartmaya devam eder. Hem devri, çok yönlü olarak ortamı, hem de insanları anlamak, normal devirlerden kat kat güçleşir. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyetler, Trablusgarp-Balkan-I. Dünya Harpleri, Mütareke gibi dönemlerin ardından gelen Millî Mücadele dönemi, aslında Türk Milleti’nin de Hıristiyan Medeniyeti’ninin de birer sınavıdır. Osmanlı Devleti fiilen tarihe karışmış, başkenti dâhil bütün vatan toprakları işgal veya kontrol altına alınmıştır. Ordu, donanma, silâh-cephane önce uzun harplerde bitirilmiş, kalanlar da Mütareke (Mondros) ile kontrol altına alınıp-işe yaramaz hale getirilmiştir. Binlerce yıllık tarihte ender düşülen bir imha süreci başlatılmıştır. İmhacılar sadece Çanakkale’de, Kut’da, Galiçya’da, Sina’da savaşanlar değildir. Haçlı Medeniyetinin ikinci sınıf “maşaları” da öne sürülmüş, Avrupa’nın büyük devletleri “galip hakemler” rolüne bürünmüşlerdir. Parçalanan vatanın Anadolu kısmı da paramparça edilmek için doğudan Ermeni, batıdan Yunan, içeriden de Rum çeteleri saldırtılmış, kıyım, kargaşa, parçalama çalışmaları hızlandırılmıştır. Her biri bir devlet olacaktır. Selçuklu, Osmanlı cihan devletlerini kuran, İslâm Medeniyeti’nin asırlardır temsilcisi olan bir büyük millet, bu toplulukların muhatabıdır. Küçülen gücün, muhatabı da küçülmüş, daha doğrusu “siz ancak onlarla uğraşabilirsiniz” diyen, gerektiğinde müdahale edebilecek durumda olan “hakemlerin” seyir devri başlamıştır. Başkent İstanbul’da, Mütareke’den hemen on üç gün sonra İngiliz, Fransız, İtalyan bayrakları dalgalanmaya başlamıştır. Bütün haberleşme merkezleri, istasyonlar üçlü işgal gücünün kontrolündedir. Böylesine bir ortamda, fertler ne yapmalıdır? İflasın bütün ağırlığı ile sadece siyasi-ekonomik ortama değil, daha kötüsü olarak kafa ve yüreklere de çöktüğü bir atmosferde kişiler ne yapabilir? “Kara Gün”lerin sağlıklı düşünce bırakmadığı, şaşırtma ve yanıltmaların, saptırmaların kol gezdiği demlerde doğru yol nasıl bulunacaktır? Doğru tercihler nasıl yapılacaktır? Vatanı kurtarmak için İngiliz’e, Amerika’ya, Fransa’ya.. hizmetin arttığı, hatta normalleştiği bir havada doğruyu bulmak, zora talip olmak; karakter, kişilik, kimlik sınavını başarmak kolay mıdır? Böylesine bir zamanda Âkif’i incelemeye çalışmak da zordur. Hem dönemi-ortamı itibariyle hem de kişilik özellikleri itibariyle..

Âkif, bir şair hassasiyetinin, hatıra getirebileceği bütün inceliklere sahip olmasına rağmen, yeri geldiğinde müheykel bir savaş adamı gibi kararlı, ayağı sabit kalabilen bir şahsiyet âbidesidir. Kişiliği oturmuş, dostluklarına sadık, sözünün eridir. Aynı zamanda doğru sözlüdür. Bütün o özellikleri ile birlikte, vefa duygusunu insan olmanın gereği gören bir tabiilikte benimseyip yaşayan birisidir. Devre, iktidara, değişen şartlara göre tavır alan tiplerden değildir. Hiçbir zaman çıkara, mevki ve mansıba göre durumunu değiştiren birisi olamamıştır. İlme, öğrenmeye sürekli açık, gelişmeye, ilerlemeye âşıktır. Bencillik sıradanlığını aşmıştır. Bütün güzellikleri ve faydalı şeyleri kendisi için değil, milleti ve vatanı için isteyebilmektedir.
Altmış üç yıllık ömrü boyunca, asil tavrından, tercihlerinden, inanç ve ideali doğrultusundaki çabasından dolayı; dostlar kadar düşmanlar da kazanmıştır. Ama herkesin, adı anıldığı zaman teslim ettiği özellikleridir bunlar. Aleyhinde olanlar; onun karakter zaafı, ahlâkî sükûtu, çıkarcılığı, kadın, mevkii-makam düşkünlüğü vb. bir sefil zaafını söyleyip yazamamışlardır.

Zorunlu olarak, vatan hizmetine koştuğu uzun aralar dışında, ailesini ihmal etmemiş, iyi bir baba, hayırhah bir eş olmaya çalışmıştır. Şair, yazar, aydın olarak Âkif’in, vatanın zor günlerinde takındığı tavrın, aslında model bir şahsiyet olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

Âkif, millî konularda hassas bir vatanseverdir. Millî Mücadele döneminde “Vatan Türküsü”nü yazması, bizzat Millî Eğitim Bakanı tarafından istenildiği gibi, Balkan Harbi’nin son sıralarında benzeri bir talebin muhatabı olmuştur. O zaman, İstanbul’da bir Müdafaa-yı Milliye Heyeti kurulmuştur. Heyetin Neşriyat Şubesine, meşhur ediplerden Recaizâde Mahmut Ekrem başkan seçilmiştir. Üyeler içinde, Süleyman Nazif, Mehmet Âkif ayrıca M. Âkif’in fikrine, şiirine “derin bir kin ile muarız olan” bir iki kimse de bulunmaktadır. Recaizâde Ekrem, hepsinin yanında Âkif’e dönerek, “Bizim için bir Şehname-i Millî yazmasını” ister. Zira böylesine bir eseri yazabilecek edebi güç ve vasıfları kendisinde görmekte olduğunu belirtir. Âkif’in şiirine meftun olan Recaizâde, isteğini “âdetâ vasiyete benzeyen bir tavırla” tavsiye ve beyân eder. S. Nazif, bu düşünceye katılarak aynı emir ve isteği, “hepimiz Safahat şâirinden rica etmeliyiz” demektedir (Süleyman Nazif, 1991, 10–11).

Şehnamenin İran’daki etkisi bilindiği için benzer bir eserin, Balkan Harplerinin millî bütünlük ve dirilişe en muhtaç olduğumuz zamanında istenmesi anlamlıdır.

Âkif için aslında bu, tabii bir görevdir. Milletini, “sevenleri toprak olmuş çocuk” kimsesizliğinde bırakacak değildir. Davudî, gür sesiyle haykıracaktır. Birinci Dünya Harbi’nin netameli günlerinde millî birliği öne çıkartarak: “Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz; / Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz. / Düşer mi tek taşı, sandın, kalesinden namusun, / Meğer ki harbe giden son asker şehit olsun.” demiştir. Milyonların buluşacağı yeri de işaret etmiştir: “Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; / Sevinme bir, acı bir, amaç aynı, vicdan bir; / Değil mi sinede birdir vuran yürek.. Yılmaz. / Cihan yıkılsa emin ol, bu cephe sarsılmaz.” (Hatıralar, 1917).

MÜTAREKE DÖNEMİNDE ÂKİF
O kadar uğraştan sonra, Birinci Dünya Harbi’nin aleyhte bitmesi, işgallerin başlaması, birçok yönetici ve aydın zümrede bedbinliği artırmıştır. Önemli bir kesim, güçlü ile bir olmanın gerektiğini düşünerek kurtuluşu mandacılıkta görmeye başlamış, işgalci devlete göre çeşitli mandacılıklar ve onların kuruluşları türemeye başlamıştır. İki kol yani İngiliz ve Amerikan mandacılığı baskındır. Türkçe İstanbul, Sabah, Alemdar, Peyam ve Peyam-ı Sabah gazeteleri, Ali Kemal, Sait Molla, Refi Cevat, Refik Halit gibi yazarlar, İngiliz Muhipler Cemiyeti mensupları, İngiliz “müzahereti”nden yanadırlar. Celal Nuri (Ati), Necmeddin Sadak (Akşam), Velid Ebüzziya (Tasvir-i Efkâr), Cevat (Zaman), Ahmet Emin (Vakit), Mahmut Sadak (Yeni Gazete), Yunus Nadi (Yeni Gün), Halide Edip, Dr. Celal Muhtar, Tahsin, Wilson Prensipleri Cemiyeti üyeleri, Amerikan mandasını savunmaktadırlar (Sarıhan, 1996, 88).

Ümitsizliği bu kadar artıran durumlar, işgalciler tarafından hiç de eksik edilmemektedir. Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin kapatılması, “memleketin müdafaasına elverişli addedilen şahsiyetlerin” toplanarak bir hamlede Malta’ya sürülmesi bunlardandır. Ayrıca kahredici bir ayrıntı vardır ki, hep göz ardı edilmektedir: “Hükümet işleri –ve hatta saray- İngiliz zabitlerinden Maxwell’le Yüzbaşı Benet’in ellerinde idi.” (Kuran, 1945, 373). İngiliz sinsi siyasetinin, iç boğuşmayı hızlandırmada kullandığı saray, hükümet kaynaklı menfi gelişmelerin bu bilgi ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen bağımsızlıktan yana olanlar da vardır. Kayıtsız şartsız bağımsızlık taraftarı olanlar, Sebilürreşad dışında pek nadir görülmektedir. Hukuk profesörü Ahmet Selahattin bunlardandır.

Belli başlı yazarların, mandaya taraftarlık ettiği zillet ortamı, Âkif’i “çıldırtacak dereceye” getirmiştir. O esareti, zilleti, meskeneti benimsememektedir. Sebilürreşad’da “Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müspet bir hakikattir. Türkler istiklâlsiz yaşayamaz.” diye haykırmaktadır (Fergan, 1962, 128). 1919’da “Yeis Yok”, “Azimden sonra Tevekkül” şiirlerini yayınlar. “Hüsran”ında ise, ilân ettiği hüsran değil, tam tersi mücadele azmidir: “Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı, / İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.”

1919’un netameli günleri ardından hükümet meydanı, cami kürsüsü, kahvehane, cephe demeden haykıracağı ve rüzgâr estireceği günler gelecektir.

Âkif, Mütareke dönemine, başyazarı olduğu derginin hükümet tarafından kapatılması ile birlikte bir çeşit yasaklı girer. Sebilürreşad, 4 Temmuz 1918 tarihinden itibaren yirmi ay süre ile yayınlanmaz. Zaten 1916’da 11 Mayıs tan itibaren altı ay yayınlanmamış, dergi buna sebep olarak “kâğıt kıtlığı ve parasızlığı” göstermiştir (Kocakaplan, 2002, 119). İttihat ve Terakki yönetiminin basın özgürlüğünden anladığı, ancak güdümlü basındır. Dürüstlüğünü bildikleri, 1908’de üyesi olduğu halde Âkif ve ekibine bile göz açtırmamışlardır.

Mehmet Âkif, 1918’de Şeyhülislamlık makamına bağlı olarak kurulan devrin bilim akademisi hüviyetindeki Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye Cemiyeti adlı kuruluşa başkâtip olur (genel sekreter). Dört yıl yaşayabilen ve Ceride-i İlmiye adlı bir de dergi yayınlayan cemiyet, İslâm inancı ile ilgili her türlü soruna ilmî metotlarla cevap arayacak, yayınlar yapacak, alanında uzman dokuz üyeden oluşan bir akademi hüviyetindedir. Âkif, bu kurumda genel sekreter olarak göreve devam ederken 3 Şubat 1920’de aynı zamanda üye olarak atanır (Albayrak, 7, 182). Dildeki derinliği bilindiği için, aynı zamanda İstanbul Darülfünunu’nda Maarif Nezaretine bağlı olarak kurulan Kâmus-ı Arabî Heyeti üyeleri arasında yer verilir (Okay-Düzdağ, 2003, 433).

İstanbul işgal altında, savaşın ezen, soysuzlaştıran, bunaltan şartları devam etmekte, Mondros Ateşkes Antlaşması, işgalin vasıtası olarak kullanılmaktadır. “Bir taraftan yiyecek içecek darlığı, diğer taraftan fırkacılık mücadeleleri artmakta, üstelik o mahud İçtihad’cı gibi (A. Cevdet) din düşmanlarının İslâmiyet’e saldırmaları şiddetlenmektedir.” (Eşref Edib, 1960, 132).
O, Mütareke’nin “korkunç ve kara günlerini” yırtmak üzere milleti birlik ve uyanmaya çağırır. Artık particilik, hizipçilikle uğraşacak zaman değildir: “Hürriyeti aldık dediler!” dediler, gaybe inandık; / “Eyvah bu baziçede bizler yine yandık!” / Cemiyete bir fırka dedik, tefrika çıktı; / Sapasağlam iken milletin erkanını yıktı. / “Turan eli” namıyla bir efsane edindik; / “Efsane, fakat, gaye!” deyip az mı didindik? / Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda? / Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!”

Âkif, yalnız ekonomik olarak, belki hayatının en elverişli günlerini yaşamaktadır. Maaşı ve işi iyidir. Fakat yüreği, vatanın içine düşürüldüğü durum karşısında huzur içinde değildir.

BALIKESİR’E GİDİŞ
Milleti uyandırma konusunda, Anadolu’daki işgaller içinde en uyarıcı olanı Yunanlılar tarafından İzmir’in işgalidir. İngiliz siyasetinin uyuşturucu, sinsi tavrı, İtalya’nın yumuşak inişleri karşısında, yorgun milletin bir silkinme çabası alevlenmemektedir. Fransa’nın Ermenilerle açık işbirliği içindeki savaşı da yeterince uyarıcı olmamıştır.
Yunan ilerleyişi, İzmir başta olmak üzere katliam ve tahribatı, onlar gibi değildir. Anadolu’da yer yer filizlenmeye başlayan, gönüllülerden oluşan Millî Kuvvetlerden bir grup da Balıkesir’de örgütlenmiştir. Hasan Basri, Balıkesir’de Ses gazetesini çıkarıp millî direniş ruhunu “haykırmayı” düşünür. Ekim 1918’lerdir. Âkif’ten bir kıta ister. O da Safahat’ında olmayan, yayınlandığı sürece gazetenin “başında bir tâc-ı sanat ve hamiyet gibi parlayıp duran” şu kıtayı gönderir: “Düşman sesi duymak istemezsen, / Kardeş sesidir, uyan bu sesten! / Kalkınca görür ki akşam olmuş, / Vaktiyle uyanmayan bu sesten.” Âkif, Ses’e o zaman ümitsizlere ümit aşılamak üzere yazı yazan yakın dostu Eşref Edip’in yazılarını, “en emin vasıtalarla muntazaman” Hasan Basri Bey’e ulaştırmıştır (Çantay, 1966, 24).

O, mandacıların arttığı, herkesin ümitsizlik içinde olduğu zamanda, bir avuç vatanseverin Ayvalık’ta, Balıkesir’de (Karesi) harekete geçmelerini önemser. Millî hareketin büyüyeceğine inanmaktadır. Bir gün dergi idarehanesine heyecan içinde gelir. Eşref Edip’e, “Haydi hazırlan, gidiyoruz” der. “Nereye”, sorusuna cevap şöyledir: “Harekât-ı milliyenin başladığı cepheye. Artık burada duramıyorum.” Ertesi gün hareket ederler. Balıkesir’e geldiklerinde, oradaki Millî Müdafaayı görünce çok heyecanlanmıştır. “Zafer yolu bu yoldur” der. 1920 yılı Ocak ayı sonlarıdır. Kuva-yı Milliyecilerle irtibatını açıktan kurmaktan çekinmemektedir. Halk, millî şairi dinlemek için Zağanos Paşa Camii’nde toplanmıştır. Cami öyle dolmuştur ki, ayakta duracak yer kalmamıştır (Eşref Edib, 1960, 128–129).

Âkif’in Zağanos Mehmet Paşa Camii konuşması (23 Ocak 1920) , Millî Mücadele tarihi açısından üzerinde durulması gereken önemdedir. Devre göre düşünülürse cami, toplumu birleştiren, toplayan en büyük ve önemli “konferans salonu” durumundadır. Bu vaaz, Balıkesir’de çıkan İzmir’e Doğru gazetesinin 1 Şubat 1336 tarih ve 24. Sayısının 2-3 sayfalarında ve Sebilürreşad’ın 458. sayısında (12 Şubat 1336/21 Cemaziyülevvel 1338/1920) yayınlanır. Gazete, Âkif’in konuşmasını “Mevıza” başlığı altında bir takdim yazısından sonra verir: “Sebilürreşad ceride-i İslâmiyesi başmuharriri ve Müslümanların büyük şairi Mehmed Âkif Beyefendi ile ceride-i mezkûre sahip ve müdürü Eşref Edip Bey livamızı teşrif etmişlerdi. Bundan bil’istifade üstad-ı muhterem Âkif Beyefendi hazretlerinin bir mevize irad buyurmalarını kendilerinden rica ettik. Müşarunilyh lütfen is’âf ile (isteği kabul etme) Kânunusaninin yiğirmi üçüncü günü Zağanos Mehmed Paşa Camii şerifinde Cuma Namazından sonra beliğ bir mevize irad buyurdular. Büyük bir cemaat-ı Müslimin huzurunda verilen bu hitabe binlerce Müslüman kalplerini heyecana getirdi, ağlattı, zaten müttehid olan ruhlardaki birliği bir derece daha teyid etti.” “Hareket-i milliyenin hâdim ve mürevvici” (taraftarı) olan gazete, herkesi etkileyen konuşmanın özetle tutulan metnini, camide bulunamayanlar ile Balıkesir halkının faydalanması için yayınlar. Beklentisi, bütün inananların önemle okumaları ve hareketlerine rehber edinmeleridir (İzmir’e Doğru, 1 Şubat 336, 2-3).

Konuşma, dinleyicileri; selam ve dua faslından sonra, şiddetle silkeleyerek başlamaktadır. Gür ve etkili bir sesle şiir okuyan Âkif, bir meydan mitinginde gibidir: “Cihan altüst olurken seyre baktın, öyle durdun da / Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda! / Hayat elbette hakkın.. Lâkin ettir haykırıp ihkaak; / Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: dava-yı istihkak.” Uzun, heyecanlı şiir ardından Âkif, aynı muhtevayı pekiştiren sözleriyle devam ettirir: Bütün dünya, çalışıp didinirken, sonsuz gelişme ve değişimler geçirirken Müslümanlar uzaktan gelişmelere seyirci olarak bakmışlardır. Öyle ki onlar, henüz ayakları üstüne doğrulamadan emekleyen bebekler gibi yerde sürünürken, karşılarındaki milletler göklerde uçmakta, çöllerde masumların tepelerine ateş yağdırmaktadır. “Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adamakıllı vapur işletemezken herifler bir bahr-i muhiti (okyanusu) altından geçiyorlar. Newyork’dan dalıyor Hamburg’dan çıkıyorlar ki aradaki mesafe bizim vapurların ayağıyla bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar, Trabzon’a konuyorlar. Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi temin edemedik.” Kıyas çarpıcıdır. Bunca fark nasıl gerçek hale getirilebilmiştir? Âkif, onu da izah eder: Çalışmak ve birleşmekle..

Fabrikalar, demiryolları, toplar, tüfekler, cephaneler; şirketler ve cemiyetlerin tek başına gerçekleştireceği iş değildir. Hayat, birlik olmayı, güç birliği yapmayı gerekli kılmaktadır. Öyle ki, “tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler, tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fayda temin etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse işte o vakit bu sa’yin (çalışma) yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebilir.” Topluluktan (cemaat) ayrılmamak, fesada düşmemek, araya ekilen fitne tohumlarına kapılmamak gerekmektedir. Ayrılığa düşüp, darılan, küsen, parçalananlar güçsüzleşmekte, hayat haklarını kaybederek mahkûmiyet felâketine uğramaktadırlar. Bu yolun sonu esaret ve hayvanlar gibi sürülüp, koşulup, kullanılmaktır. Dünya ve din için çalışmama ve hep seyirci kalmanın sonucu olarak son yıllar başımıza birçok felaket yağmıştır. Hayat elbette herkesin hakkıdır. Bütün yaratıklar hayat hakkına sahiptir. Ama bu hak, bir miskin gibi bir köşede ağlayıp, inleyip, merhamet dilenerek elde edilemez. Geriliğin altında ise kendine güvensizlik ve ümitsizlik yatmaktadır. Zira gelişenler de insandır. Onlar kadar veya daha fazla çalışılır, gece-gündüz uğraşılırsa memleket kurtulacaktır. Değilse mahvolunacaktır. Bunun için inanan insanlar, ümitsiz olamazlar. Allah’ın yardımından ümit kesilmez. Allah’ın yardımından ümidi, yalnız kâfirler keser. İnanan insana, sapıklığa düşmek ve ümit kesmek haramdır. Hak yolda mücadele edenler için yardım ve yol gösterme vaadi vardır. Zaten dayanılacak yer de yeryüzü güçleri değil, yenilmez, ölmez, ebedî güç olan Allah’tır. Bütün inananlar el ele vermeli, hem dünya hem de ahiret için birlik olmalıdırlar. İslâm’ın hemen ilk devrinde, çeyrek asırlık kısa bir sürede sahabenin, dünya fethine çıkıp cihan çapında güç kazanmasının sebebi, el birliğiyle çalışmaları ve birlik olmalarından idi. Onlar birlik olma, yardımlaşma ve kardeşliğe o kadar dikkat ediyorlardı ki, “aralarından su sızmaz, hava geçemezdi.” Cemaat olduklarında safları, sabun kalıpları gibi, vücutları duvar gibi tek parça oluyordu. Elbiseleri omuzlarından eskiyordu. Onların birlik ve kardeşliklerinden, gelecekleri için endişe duyan Yahudiler, ilk fitne tohumlarını ekmeye çalıştılar. Fakat İslâm Peygamberi, zamanında müdahale ederek, fırkacılık, kavmiyetçilik gibi cahiliye âdetlerine geri dönmelerine engel oldu.

Eğer aradaki tefrikacılık sebepleri kaldırılır, canla başla çalışılırsa yeniden İslam yurdu kurtarılabilir. Bu konuda iyi gelişmeler de görülmektedir. Ezilen Müslümanlar, her yerde uyanmakta, kendi başlarını kurtarmak, hayat haklarını geri kazanmak için çalışmaya başlamış bulunmaktadırlar. Değilse kıyamete kadar zillet içinde yaşanacaktır. Bu mücadelenin, din ve vatanın kurtarılması için yapıldığı, fırkacılık, menfaatçilik, kavmiyetçilik uğrunda olmadığı bilinmelidir. Onun için gaye birdir. Herkes üstüne düşen vatanî vazifesini, dinî farzlarını yerine getirmede zerre kadar tereddüt göstermemelidir. Kapılarımıza kadar dayanmış, namus evimize girmek, şerefimizi çiğnemek isteyen “bu namert taarruza karşı koymak; kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar” herkesin görevidir.

Âkif bu arada, yörenin hislerine de hitabı unutmaz: “Osmanlı saltanatını i’lâ için Karesi’nin, bu kahraman İslâm muhitinin vaktiyle büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malûmudur. Rumeli’yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz. Anadolu’yu müdafaa hususunda diğer vilâyetlere önayak olmak şerefini siz ihrâz ettiniz (aldınız). Sa’yiniz meşkûrdur. İnşallah bu şan ve şeref kıyamete kadar artar gider. İnşallah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saadeti, refahı, umranı dünyalar durdukça masûn ve mahfûz kalır.” (Şengüler, 1992, 239–255).

Âkif, cami kürsüsünde “verdiği celâdetli hitabesinde” mesajını çok açık ifade etmiştir. Bunu, en iyi anlayacak durumda olan 1908’den beri tanıştığı dostu Balıkesirli Hasan Basri şöyle ifade eder: “Ey Balıkesirliler, güzel yurdunuzu çiğnetmeyiniz, müdafaanız meşrudur, sebat ediniz. Yürüyünüz..” (Çantay, 1966, 23).

Halk, “heyecan içinde kalmış, ağlarken” o sabır, dayanma ve zafer temenni ederek kürsüden iner. Bir süre, mücahitlerle görüşürler. Ertesi gün de Balıkesir okullarını ziyaret ederler. Erkek Öğretmen Okuluna (Darülmuallimin) uğrayarak, sınıfları dolaşırlar. Biraz istirahat ettikten sonra okuldan ayrılmak üzeredir. Talebelerden birisi yanına sokularak “Sanat sanat içindir” fikri hakkındaki görüşünü sorar. Çevresini saran öğrencileri, tek cümle ile; “O düstur ölmüştür; topluma, hayata yaramayan sanat yerin dibine batsın!” deyip geçiştiremez. Bahçeye çıkarak ayaküstü onlara topluca şu açıklamayı yapar: O sözler yeni değildir. Onlara bağlanan kimse yoktur. Doğuda, batıda yetişmiş meşhurların eserleri incelenince görülür ki, her biri yazdığı eserinde mutlaka bir gaye takip etmiştir. Demek ki sanat mutlak değildir. Mademki, “Sanat sanat içindir” düsturunun ortaya atılmasına rağmen hiçbir edip, hiçbir şair bir maksat gözetmekten kendini kurtaramıyor; o halde, bu düstur artık iflas etmiş demektir. “Kezalik, mademki bu düsturların hükmüne uyulmuyor, sanat mukayyed kalıyor, öyleyse sanatı bir takım hasis emellere, sefil ve müstekreh maksatlara alet edinmektense ulvi, pak, asil, necip duygulara, düşüncelere vasıta kılmak elbette daha makul bir hareket olur.”

Açıklamaları, cebindeki “zımbalı defterine not eden” Hasan Basri’nin anlattığına göre Âkif, Emile Zola, Alphons Daudet gibi batılı yazarlardan örnekler vererek sanatın bir gaye doğrultusunda kullanıldığını açıklar (Çantay, 1966, 53-55).

Âkif’in millî duyarlılığını, Hasan Basri, Balıkesir’den başka bir olayla da aktarır. O, Balıkesir’de iken samimi bir arkadaşı Gönen’e halkı örgütlemek için gitmiştir. Dönüşünde Âkif’e, “…ler Türklere cefa ediyorlar, millî teşkilâtı boğmaya çalışıyorlar” der. Âkif, “hiç düşünmeden, kükreyerek; Orada bir Türk Ocağı açınız, mücadele ediniz” der. Yanında birlikte İstanbul’dan gelen bir zat; “Üstat sizi Türkçü görüyorum” der. Cevabı, çok daha şiddetlidir: “Ne zannediyorsun? Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem!” (Çantay, 1966, 225).

Âkif, geniş yankı uyandıran Balıkesir ziyaretinden sonra İstanbul’a döner. Hitabe, millî tavır üzerinde etkili olmuştur. Bu tutum onun Dârülhikme üyeliğinden atılmasını getirecektir.

Özellikle 1920 Mart’ından sonra İstanbul’da işgal daha dayanılmaz hale gelmiştir. Birlik duygusunun, düşmana karşı en canlı olması gereken bir zamanda, işgalcilerin teşvik ettiği bölücülük faaliyetleri artmıştır. Ermeni ileri gelenleriyle yakın ilişkisi bilinen Şerif Paşa ile Batıcılığın ideologu “İçtihat’çı Abdullah Cevdet, ayandan Abdülkadir, Kürtleri camia-ı milliyeden ayırmağa” çalışmakta, altı vilayet için özerklik istemektedirler (Eşref Edib, 1960, 130).

O ise, öteden beri vatanı, değerleri, devleti için çaba sarf edenlere ümit bağlamakta şöyle seslenmektedir: “Hudâ rızası için ey mücahidîn-i kiram! / Sebatı kesmeyiniz, çünkü sade sizde ümid. / Dönerseniz ebediyen söner gider tevhid.”

Balıkesir dönüşü hayatları zorlaşmaya başlamıştır. İngilizler şiddetle baskı yaparlar, işgalci etkisi altındaki hükümet de aynı kervana katılır. Ama Âkif, onlara önem vermeden görevine devam eder. Yaptıklarından birisi, Hindistan’ın yüksek ve etkili yazarlarından Şeyh Müşir Hüseyin Kıdvay’ın İngilizlere hücum edip Anadolu’yu savunan eserlerinin çevrilip, basılarak Anadolu’ya sevk edilmesidir. Bu tehlikeli işi Sebilürreşad üzerine almıştır. Mehmet Âkif’in damadı Ömer Rıza çevirmekte, matbaa da geceleri basmaktadır. İngilizlerden “pek gizli tutulan bu teşebbüsün meydana çıkması çok tehlikelidir”. Necm-i İstikbâl Matbaası, bu konuda fedakârlık ve gayret göstermiştir.

Bir diğer iş ise, Anadolu postasıdır. Mektuplar, gazeteler özel kurye ile Sebilürreşad idarehanesine gelmektedir. Bunlar, İstanbul’dan Anadolu’ya geçenlerin, ailelerine yazdıkları mektuplardır. Onlar dağıtılmakta, Ankara’nın yayınları, gazeteleri gerekli yerlere ulaştırılmaktadır. Ayrıca İngilizlerin idama mahkûm ettiği insanlara yardım edilmektedir. Hintli Hüseyin Makbul bunlardandır. Hüseyin Makbul, Birinci Dünya Harbi yıllarında çok hizmet etmiş birisidir. Enver Paşa tarafından, İstanbul’da inzibat askerlerine meç talimleri yaptırmak, silahı elden almak usullerini göstermek üzere getirilmiştir. Fakat Enver Paşa gittikten sonra zor durumda kalmıştır. Âkif, durumu bilmekte ve bu fedakâr insan için çok üzülmektedir. Önce nüfus kâğıdındaki iki addan birinin kaldırılmasına uğraşılır. Başarılamayınca, Âkif “her şeyi göze alarak”, Hüseyin Makbul’ün eline bir mektup verip Eskişehir’deki dostu Baytar Şefik Bey’e (Kolaylı) gönderir. Şefik Bey, memleketine gidinceye kadar bu şahsı koruyup himayesi altına alır (Eşref Edib, 1960, 131).

MİLLÎ MÜCADELE’YE KATILIŞ
Âkif, baştan itibaren Anadolu hareketine taraftardır. Eşref Edip’in Vakit (Kurun) gazetesi başyazarı Asım Us’tan naklen anlattığına göre, Bâbıâli Caddesinde Sebilürreşad idaresinde birkaç kişi oturmaktadırlar. İçlerinden biri, Anadolu hareketinin bir İttihatçılık eseri olduğunu söyler. O zaman kadar düşünceli bir tavır içinde hiç söze karışmayan Mehmet Âkif, birdenbire heyecanlanıp bu sözü söyleyene dönerek; “Hayır, artık buna İttihatçılık denemez. Bu memleket meselesidir. Buna herkes elbirliği ile sarılmalıdır.” (Düzdağ, 2002, 251). Âkif, bu tavrını sözde bırakmaz. Onun “Müslüman aydın sıfatıyla Millî Mücadele’ye katılması, bu hareketin İttihatçıların yeni bir macerası olduğu şeklindeki şüpheyi büyük ölçüde gidererek Kurtuluş Savaşı çalışmalarına önemli bir güç katmıştır. Nitekim bu sebeple ona Millî Mücadele’nin manevî lideri sıfatı verilmiştir.” (Okay-Düzdağ, 2003, 434).

Âkif’in, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye Cemiyeti üyeliği, Balıkesir dönüşü sıkıntılı bir iş haline gelmiştir. “Balıkesir’e gidip millî hareket hakkında vaaz verdiği için” Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’den çıkartılır. Yerine “İsmail Hakkı namında İzmirli bir serseri” getirilir. Bundan Âkif fazla etkilenmemiştir. Bir gün Fatin Hoca (Gökmen) ile görüşürken gülerek şöyle der: “Doğrusu böyle yapmakta yerden göğe kadar hakları var. Hem bir din müessesesinde baş kâtiplik et, hem de Balıkesir’e git, vatanlarını çiğnemek isteyen düşmana karşı halkı harekete teşvik et.. İşte bu olamazdı!” (Eşref Edip, 1960, 130). Fatin Hoca, kendi yazısında, şu cümlesini de vermektedir: “Sonra diğer işlerinde de mantık aramak lâzım gelirdi” (Gökmen, 1966, 248). Yalnız, üye iken, resmen izin istemeden görevinden ayrıldığından azledilmesi için 3 (16) Mayıs 1920’de devlet başkanına yazı yazılması (Albayrak, 182), işlemin yürüyüş şeklini karışık hale getirmektedir. Gelişmelerden, önce görevden alındığı, sonra resmî muamelenin yürütüldüğü düşünülebilir.

Bu arada TBMM’nin Ankara’da açılması için çalışmalar başlatılmış, Kuva-yı Milliye’nin örgütlenme ve güçlenmesi için çaba sarf edilmektedir. Bir gün Sebilürreşad bürosunda otururlarken Ankara’dan gelen Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, M. Kemâl’in isteğiyle Âkif’i, Ankara’ya davet eder (Eşref Edip, 1960, 139).

Âkif, E. Edib’e; “Artık burada duracak zaman değildir, gidip çalışmak lâzım. Bizim tarafımızdan halkı tenvire ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar . Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla, Sebilürreşad klişesini al arkamdan gel. Meşihattakilerle de temas et, Harekât-ı Milliye aleyhine bir halt etmesinler” der. Derginin sahibi, onun elini öper vedalaşırlar. Başyazarının Anadolu’ya geçtiği anlaşılınca, dergiye baskı da artmıştır (Eşref Edip, 1960, 139).

Bu sıra Şeyhülislâm Haydarizâde İbrahim Efendi’dir. Anadolu aleyhinde fetva isteklerine karşı direnmekte, kendisine Eşref Edip’in verdiği direnme tavsiyesini de kabul edip dayanmaktadır. Baskıların artması üzerine, istifa eden bu zatın yerine Dürrizâde getirilerek, istenilen fetva daha sonra alınacaktır.

ANKARA’YA VARIŞ
Âkif, Ankara yolunu tuttuğu zaman, neredeyse “heyecanından ailesini bile” unutmuş, “keseciğinde otuz altı kuruş mevcudu ile” Ankara yoluna çıkmıştır (Çantay, 1966, 23).

10 Nisan’da yanında 12 yaşındaki oğlu Emin’le gizlice çıktığı yolculukta, Ali Şükrü Bey’le buluşarak Adapazarı’na kadar atla giderler. Geyve’ye, oradan Meclisin açılışından bir gün sonra 24 Nisan 1920’da Ankara’ya tren yolu ile ulaşırlar. Trenden iner inmez Meclis’e giderler. Meclis’in önünde Mustafa Kemal ile karşılaşırlar. Paşa, Âkif’e; “Sizi bekliyordum efendim. Tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim..” der (Kocakaplan, 2002, 119).
Âkif’in Ankara’ya ulaşması, merkezde olduğu gibi Kastamonu’da çıkan Açıksöz gazetesinde de haber olur. Gazete, 9 Mayıs 1336 (1920) tarihli sayısında şöyle bilgi verir: “Sebilürreşad mecmua-i İslâmiyesi başmuharriri büyük İslâm şairi Mehmed Âkif Beyefendi’nin ahiren Ankara’ya vasıl olduğu Ankara gazetelerinde okunmuştur. Zulme, hakarete tahammül edemeyerek ailesini, refahını İstanbul’da terk ile Anadolu’ya firar edebilen bu vicdanlı şairin Anadolu’muzun ahvalini şiirleri ile terennüm etmesini temenni ederiz.” (Eşref Edip, 1960, 141).

Âkif’in Ankara’da ilk işlerinden birisi Hacı Bayram Camii’nde 30 Nisan 1920 tarihinde Cuma vaazı vermesidir. Vaazında halkı, Millî Mücadele’ye katılmaya çağırmıştır.

M. Kemâl’in teklifi ile Burdur Milletvekili seçilmesi, 5 Haziran 1920’dedir. Yalnız milletvekili seçilebilmesi için hazırlıklar geldiği günler başlatılmıştır. Öncelikle Âkif’in milletvekili olabilmesi için Mustafa Kemâl, yeni seçilen Burdur milletvekilinin istifasını sağlamıştır. Askerlik Şubesi Başkanı olan Albay İsmail’in yerine adaylığı konarak seçilmesi sağlanmıştır. O dönem Konya Vilayetine bağlı bir liva (sancak) olan Burdur’a ait seçim işlemleri için Mustafa Kemal’in emir ve talimatlarını verdiği yer Konya’dır. Konya’nın Vali vekili, aynı zamanda Kolordu Komutanı olan Fahrettin (Altay) Bey’e 29 Nisan 1920 tarihli emir şöyledir: “İstifasında musır (ısrarcı) bulunan Burdur Livası Büyük Millet Meclisi azası ve Ahz-ı Asker Reisi Miralay İsmail Beyefendi’nin yerine, liva-yı mezkûr B.M.M. Azalığına Ankara’da bulunan Şair Mehmed Âkif Beyefendi’nin intihabının temin ve neticenin işar buyrulmasını rica ederim. B.M.M. Reisi Mustafa Kemâl” (Düzdağ, 2002, 98).

Âkif, ayrıca haberi olmadan en yüksek oyu alarak Biga’dan da milletvekili seçilmiştir. Özü sözü bir, tanınmış, güvenilir, şair Âkif, halk gözünde müthiş bir güçtür. İkna kabiliyeti, samimiyeti ile kitleleri coşturabilmekte, vatan müdafaasına sevk edebilmektedir. Milletvekili, vatan şairi olarak Millî Mücadele’ye destek sağlamak için Eskişehir , Burdur , Sandıklı , Dinar, Afyon, Antalya, Konya, Kastamonu şehirlerinde halka hitabedecektir.

Âkif’in Millî Mücadele’ye katılışını Nihal Atsız şöyle değerlendirir: “Âkif’in Türk inkılâbına hizmeti vardır. Kurtuluş Savaşı’nda onun Anadolu’ya geçmesi, kendisi gibi düşünen binlerce vatandaşı bu savaşa taraftarlığa sürüklemiş, şiirleri de millî savaşın manevî gıdasını teşkil etmiştir. Bütün memlekette boru öttürmeye kalkan bazı şairimsi kimseler, Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da aşk ve fuhuş manzumeleri yazarken Âkif’in Anadolu’ya geçmiş olması, başlı başına bir hizmet ve kıymet teşkil eder” (Çantay, 1966, 387).

ÂKİF KONYA’DA
Âkif’in Ankara’ya ulaştıktan sonra gittiği yerlerden birisi Konya’dır. Konya’ya ilk gelişi 25 Mayıs 1920 tarihindedir. Çıkması muhtemel görülen bir kargaşa üzerine 4/5 Mayıs 1920’de bazı tutuklamalar yapılıp tedbirler alınmıştır. İşte o tedbirlerden birisi de Konya’ya TBMM adına bir nasihat heyetinin gönderilmesi talebidir. Halkın sükûnetini temin etmek üzere Âkif’in de içinde bulunduğu bir Meclis heyeti düşünülür (Okay, 1998, 12, 25). Heyet, Konya Milletvekili Arif Bey’in meclise verdiği teklif üzerine, halkı aydınlatmak için “millî ve İslâm şairi” Mehmet Âkif, Antalya Mebusu Hamdullah Suphi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Konya Mebusu Refik Bey’lerden oluşturulur. Millet Meclisi heyeti, 25 Mayıs’ta Konya’ya hareket eder. Çeşitli toplantılar yapılır. Gündem bellidir. Memleketin içinde bulunduğu durum anlatılır, Meclisin yaptığı çalışmalar hakkında halka bilgi verilir. Bu çalışmalardan halk memnun kalmıştır. Konyalılar, heyetin 3 Haziran’a kadar kalmasını rica eder (Avanas, 1998, 117). Öğüd, o günlere ait “Mev’ize” başlıklı bir haberi baş sayfasının sol altından şöyle verir: “Önümüzdeki Çarşamba günü Öğle Namazından sonra Kapu Cami-i Şerîfinde Antalya Mebusu Hamdullah Suphi Bey tarafından bir mev’ize irad edilecektir.” (Öğüd, 7 Haziran 1336/1920).

Konya, ileri gelenleri, yöneticileri, bürokratları ile uyumlu bir güven ortamına, sükûnete ulaşamamıştır. Meşrutiyet döneminde ekilen İttihatçı-İtilafçı çekişmesinin, güvensizlik esaslı duruşu, vatan müdafaasında kaynaşmaya henüz dönüşememiştir. Ne yazık ki, bu durumu sivil-asker bürokrasi göz önünde tutarak, giderme yolunda tatminkâr adımlar atmaz. Fitnenin kullanabileceği atmosfer, hazır bekler. Afyon üstünden düşmana karşı vuruşmak üzere hazırlanan milisler, 3 Ekim 1920’de Delibaş Mehmet’in yönetiminde Delibaş Vakasını meydana getirirler. Yunanla savaşması gereken kuvvet, Konya’yı basar. Valilik başta olmak üzere, üç gün bile sürse yönetim kargaşası yaşanır. Askeri tedbir alınmış, hadise bastırılmıştır. Asıl, halk üzerindeki tereddütlerin giderilmesi gerekmektedir. Eşref Edip’in bildirdiğine göre Kastamonu’ya gelmezden önce Âkif, Konya’ya gitmiştir. “Nasihat etmek üzere üstadın Konya’ya gitmesi münasip” görülmüştür. O Konyalılara nasihatler eder. Memleketin yıkılmak üzere olduğunu, bütün bir milletin bir vücut halinde birleşerek Ankara’da kurulan hükümete yardım etmeleri gerektiğini söyler. Âkif’in Konyalıları birlik ve beraberliğe davet ettiği yer, Kız Ortaokulu’nun (Atatürk Evi doğusu) karşısındaki, dar sokak içindeki mescittir. Devamlı orada İstiklâl Harbi’ne davet etmiş, birlik beraberlik olunması gerektiğini anlatmıştır . Âkif’e göre, “Müslüman olan ve iyi insanlar bulunan Konyalılar” üstadı dinlemişlerdir. İkna da olmuşlardır. Fakat Âkif’e verilen bir cevap gariptir: “Biz Selçuk oğullarındanız. Bizden olmayan bir hükümetin yıkılmasından bize ne?” Üstad, bunu her zaman anlatır ve gözleri dolarak: “Allah bir hükümeti zayıf bırakmasın. En büyük felâket budur. Hükümet zaafa düşünce her yer oğul verir.” demektedir. Âkif, “Konyalıları ikna için ne kadar zahmet çektiğini anlatmakla bitiremezdi. Mamafih o zaman onları ikna ettiğini zannediyordu.” (Fergan, 1962, 142).
Âkif’in Konya’ya gelmesi toplum üzerinde olumlu bir hava meydana getirmiştir. İlk gelişten çok sonra yazılan bir değerlendirmenin, sanatkâr ile toplumun varlık kavgası arasında kurduğu ilişkide Âkif’e yer verişi önemlidir. İstanbul’da kalan şairlerin bohem hayatını kınayan Mehmet Muhsin, şöyle der: “Anadolu’yu kavuran zulüm ateşlerine karşı tam on bir senedir ki anûd (inatçı) ve mühmel (terk olunmuş) bir ebkemiyet ile sustular ve hâlâ susuyorlar. Bazı asâr ve dimağlar müstesna olarak hiçbiri ne şu kıyam-ı millîyi teşci’ edecek müheyyic bir kaside-i kin ne de ilahî bir aşk-ı millînin vecd-i ilhamıyla alevler saçacak bir şiir-i intikam, ne de ruhları tutuşturacak müessir bir neşide-i gazab vücuda getiremediler.” O, halkı vatanının düşmanlarına karşı kabaran bir öfke seli halinde ayağa kaldıracak, maneviyatını yükseltecek eser veremeyen ruh yoksunlarını kınar. Anadolu’daki yangın karşısında baskı altında suskun bile kalsalar, arada bir volkan gibi patlaması gereken İstanbul ediblerine karşı vatanın bağrında, milletinin elemleri ile dertlenenler de vardır. Bunların başında Âkif bulunmaktadır: “Büyük şairlerimiz Mehmed Âkif, Emin ve Ziya Beylerle birkaç şikeste-i ruh şairler ise vatan kâbesinin eşiğine kapanmış ilhamıyla daima bir bedîa-i şiir ve elemle inleyüb duruyorlar. İşte sükût ve i’lâ-ı edebiyatın iki şahid-i ibreti..” (Öğüd, 16 Kanunusani 1921, S.557).

Âkif’in Konya’ya ikinci gelişi I. İnönü Muharebesi’nin (6-10 Ocak 1921) kazanılmasından sonraki günlerdir. Zafere susanılan günlerde görülen başarıya çocuklar gibi sevinen Âkif, Ankara’da on-on beş gün kaldıktan sonra Konya’ya doğru hareket eder. Afyon’da Şükrü (Çelikalay) Hoca’nın kendisini zorla trenden indirerek evinde misafir etmesi sonucu dört gün Afyon’da kalır, irşat faaliyetlerinde bulunur. Ardından Konya’ya gelen Âkif, gündüzleri camilerde vaazlar verir, geceleri evlerde sohbet toplantılarında bulunur (Çelik, 1999, 219-220). Âkif, Konya’dan sonra Ankara’ya, milletine en büyük hizmeti olan İstiklâl Marşı’nı kazandırmak üzere dönecektir.

1921 başlarından itibaren Konya’nın, Mütareke tartışmaları ve tereddüt hali sürmez. İstiklâl Harbi’nde en çok şehit veren, cephe gerisini; asker, her türlü ikmal, hastane vb. hizmetlerle tutan merkez olarak Konya, üstüne düşeni fazlasıyla yerine getirir.

ANKARA’DAKİ EVİ, YAŞAYIŞI
Âkif, Ankara’ya gelince doğru Taceddin Dergâhı’na inmiştir . O sıra Ankara’da kalacak yer, “mesken buhranı” olduğu için herkes bir tarafa sığınmaktadır. Taceddin Şeyhi, özel bir hürmetle, dergâhın iki odasını üstada tahsis etmiştir. Burası, “eşraftan birinin adeta selâmlık dairesi” gibidir. Ufak bir köşk tipinde muntazam yapılmış, içi dışı boyalı, döşenip dayanmıştır. Güzel ve geniş bir bahçesi, içinde türlü türlü meyveleri vardır. Önünde “şarıl şarıl suların aktığı” bir şadırvan bulunmaktadır (Fergan, 1962, 152). Burası, yer bulamayıp istasyonda çayırlar üzerinde yatan, Ziraat Mektebinde balık istifi kalan milletvekillerine göre gerçekten muntazamdır. Dergâhın iç konforunu, müdavimlerinden olan doktor, şair Hüseyin Suat, Midhat Cemal’e anlatır: “Köşede paslı küçük semaver, yerde pösteki, yazın geldiğini ispat etmek için tekkenin yanındaki mezarlıkta bir miktar yeşillik. Âkif, “tekkenin penceresinden bu yeşilliğe bakarak; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda” demiştir (Kuntay, 1990, 120).

Eşref Edip’in anlattığına göre Âkif, Ankara’daki bütün şiirlerini, İstiklâl Marşı’nı, bu dergâhta kaleme almıştır. Yakın dostu, marşı yazış halini de aktarır: “Odanın bir tarafına çekilmiş, elinde ufak bir kâğıt.. tefekküre dalmış.. ara sıra bir kelime yazıyor.. bazen yazdığını çiziyor.. sonra tekrar yazıyor.. bazen saatlerce düşünüyor..” Üstad, şiire çok zaman harcamakta, o kolayca okunup, akan şiirleri meydana getirebilmek için günlerce uğraşmaktadır. Tamamlandığında ise bir küçük merasim yapılmaktadır: “Şiir tamam olup da tebyiz edildiği zaman (temize çekildiği) çaylar demlenir, hep arkadaşlar toplanır, bilhassa pek sevdiği Basri’ye haber gönderilir. O elinde uzun çubuğu, sallana sallana gelir, üstadın yanına oturur, üstad tamam olan şiirini kendine mahsus ahenkle okurdu.” (Fergan, 1962, 152-153).

İstiklâl Marşı kabul edildikten sonra da Taceddin Dergâhı’nda “çok samimi bir merasim” yapılır. “Üstadın sevdiği bütün arkadaşlar, birçok mebus, üstadı tebrike” gelir, güzel sohbetler edilir. Kader birliğinin kenetlendirdiği, gönül birliğinin birbirine kaynaştırdığı insanlardır onlar. “Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin halâsından (kurtuluş) başka bir şey düşünmüyor.. Herkes şahsi emellerini bir tarafa bırakmış.. Bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmış”, hırslar, düşmanlıklar ayaklar altına alınmış, ortalıkta yalnız kardeşlik ve samimiyet dalgalanmaktadır. O kadar ki yazar, o ruh ikliminin coğrafyaya geçtiğini de belirtir: “Bütün gönüller, bütün meclisler, Ankara’nın dağları taşları, samimiyet ve sevgi içinde idi” (Fergan, 1962, 153).

Bu dergâh odası, ilim, irfan, sanat meclislerinin merkezi gibi kullanılmıştır . Âkif, musikiyi sevmektedir. Özel sohbet âlemlerinde arkadaşlarıyla birlikte ilahiler, şarkılar söylemekte, güzel seslilere gazeller, naatlar okutmaktadır. Dergâh, evler, bağ evlerinde bu toplantılar zaman zaman yapılmaktadır. Bu toplantılara katılanlardan birisi de Ankara’ya geldikçe sık sık üstadın yanına gelen Neyzen Tevfik’in kardeşi, Baytar “ulemasından” Şefik’tir . Âkif’in yanında ney üflemektedir. “Şefik, eşsiz bir neyzendir, fakat kardeşinin onda biri bile” değildir (Çantay, 1966, 83).

Âkif, dergâhı okul gibi de kullanmaktadır. Sabahları Mahir İz’e (evlerinde), Farsça eserler (Şeyh Sadi’nin Bostan’ı, Şems-i Mağribî Divanı, Harâbat) okutmaktadır. Bir ara Fransızcasını ilerletmesi için Alfonse Daudet’in Değirmenimden Mektuplar’ını tavsiye eder ve onu da okurlar. Meclisin genç zabıt kâtiplerinden olan Mahir Bey’in dersi bitince dergâhta, Balıkesir Milletvekili Hasan Basri ile Müftizâde Abdülgafur (Iştın) Efendi ve arkadaşlarına Arapça Muallakât okutmaktadır . Öğleden sonra Mecliste yerine geçerek görüşmeler başlayıncaya kadar Fransızca bir eseri tercüme ettiği görülmektedir. Gece yarısından sonra dergâhın misafirlerinden Hariciye hukuk müşaviri Münir (Ertegün) Bey’e Hafız Divanı’nı okutmaktadır. Günlük hayatında boşluk, dur durak yoktur. Dolu dolu yaşamaktadır. Onun hayat şeklini, öğrenci ve dostu şöyle tarif eder: “Âkif Bey ya okur, ya okutur, ya yazar, yahut fıkra söyler, veya dinlerdi. Abes ve manasız sözlerden sıkılırdı. Uzatmadan keser, başka lakırdıya geçerdi” (İz, 124-125).

Mehmet Âkif’in o hengame içinde, Millî Mücadele yılları itibariyle imzalı elli yazı ve şiiri yayınlanmıştır (Ceyhan, 1991, 400-405). Konuşmaları, vaazları yanında yayınlanmış şiirlerinin unutulmaz tesirleri bulunmaktadır.

1921 yılının Mayıs ayı başlarıdır (9 Mayıs 1921). Sabah erken Âkif, Hasan Basri’nin evine gider. Yazdığı bir şiiri okuyacağını haber verir ve okur. Bu şiir, “Bülbül”dür. “Size ithaf ettim”, dediği şiirini, nasıl bulduğunu sorar. Tekrar dinlemek isteyen dostu, kasten, “anlayamadım” dediği için bir daha okur. Kendi doğup büyüdüğü topraklar Yunan işgalinde olan Hasan Basri’nin, zaten içi kan ağlamaktadır. Bursa da Balıkesir’in talihini işgal altına düşerek paylaşmıştır. Haber alamamaktadırlar. Şiirin yazıldığı gün (9 Mayıs 1921), Yunan ordusu Yalova, Gemlik civarında Müslüman köylerini yakmaktadır. İzmit’te çoluk-çocuğu bir eve doldurarak ateş etmişler, birçok Müslüman’ın burun ve kulaklarını kesmişlerdir. Batı durumdan memnundur. Gonaris , İngiliz gazetelerine verdiği demecinde “Biz Haçlı (Ehl-i Salib) harbi yapıyoruz” demiştir (Özönder, 1986, 140). Venizelos’un oğlunun, Bursa’da Osman Gazi’nin sandukasına ayağını basarak poz verip, tarihten intikam alma aşağılığını gösterdiği günlerdir .

O elem verici hava, “Bülbül”ün ilhamı olmuştur. Âkif, bütün gece hem ağlamış hem de yazmıştır: “Sus ey bülbül, senin hakkın değil matem!” Vatanın durumuna hüzünlenen bir yürek yırtılmıştır. Figan onda, acı onda, elem ondadır. “Osman’ın beyninde” çan inlemekte, Selahaddin Eyyubilerin, Fatihlerin yurdu çiğnenmektedir. Ezanlar susturulmakta, “fezalardan Mevlâ’nın” adı silinmek istenmektedir. Şairin, milleti adına feryadını, figanını ortaya koyuverdiği demlerdir. Acı paylaşılınca azalır, denir. Âkif, aslında yüreğindeki yangını paylaşarak söndürmeye çalışmaktadır: “Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin; / Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? / O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun; / Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun. / Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl Gülşen / Gezersin hanümânın şen, için şen, kâinatın şen.”..

Âkif, tamamlamaya çalıştığı günlerde “Âsım”ı da Taceddin dergâhında dostlarına okumuştur. İsmail Habib’e göre, “Kalın, davudî” bir okuyuşu vardır. “Türkçenin, aruzdaki bütün kayıtları eriterek akan mâniasız, sektesiz düz ve revan ahengi”ni onlara hissettirmektedir. Dinledikten sonra “Şiirin yükseğe çeken kudretinde ruhlarımıza başka bir hava doluyor” diyen yazarın, hükmü şudur: “Âsım müellifi edebiyatımızın tarihinde kendine mahsus bir kürsü yaptı” (Sevük, 1966, 295).

Bir gece, Taceddin odasında birisi, Âkif’in “Bülbül”ünü okur. Âkif; okuma sırasında bazen surat ekşiten, bazen kukla gibi acayip tavırlar alan, bazen salon kabadayısı, bazen narin ve sinirli bayan gibi ses, tavır değişiminden hoşlanmamaktadır. Ertesi gün şöyle der: “Bülbül, bizim bülbüle benziyordu. Amma ne kanadını bıraktı ne, ne kuyruğunu!” (Çantay, 1966,80).
Âkif, Ankara’da Taceddin Dergâhı’ndan sonra yine Taceddin Mahallesi’nde iki odalı bir ev kiralamıştır (Taceddin Şeyhi’nin evi, Doğan, 1998, 78). Önce Kastamonu’da kalan ailesini de böylece Ankara’ya getirerek burada kalmışlardır. Fakat dergâha gidip-gelmeye devam etmiştir. Sakarya Muharebeleri öncesinde Ankara’nın muhataralı günlerinde aile fertlerini bir süre Kayseri’ye gönderir.

Bir akşam başta Hasan Basri olmak üzere dostlarını evinde çay içmeye davet etmiştir. Fakat garip bir durum olur. Evinde misafirleri bekleyeceğine, o misafirlerinin evine gider. Durumu Hasan Basri anlatır: “Biz gitmek üzere iken o, koşa koşa bize geldi, dedi ki: ‘Bu akşam çayı sizde içeceğiz.’ Ben tabii memnun oldum. Fakat bunun sebebini de anlamak isterdim. Sordum, gülerek dedi ki: ‘Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler!’ O oda ki mefruşatı zaten o tek kilimden ibaretti ve o tek kilimi bir fakire veren kendisi idi.” Arkadaşı Hasan Basri, bu hatırasına ek olarak bir “müthiş kış günü” ceketinin içinde üşüyen ama üşüdüğünü belli etmemeye gayret eden Âkif’i de anlatır. Çünkü “paltosunu kapıya gelen çıplak bir fakire giydirmiş”tir. 150-180 lira kadar milletvekili tahsisatı almaktadır. Ama Âkif, “bir istasyon, para bir trendir. Kendi ihtiyaçlarına rağmen yüksek cömertliğe sahiptir (Çantay, 1966, 33).

Âkif temiz giyinen, ama onun dışında kıyafetine fazla dikkat etmeyen birisidir. “Sırtında yazlık bir ceket, ayağında ütüsüz bir pantolon, onun üstünde yemenici işi, topukları beyaz bir çamurluk, kırarmış lastik bir ayakkabı, kalıpsız bir külâh ile giyinmiş kalender kıyafetinde bir adam”dır. Bu vaziyette bir gün Ankara’nın koyun pazarına doğru gitmektedirler. Arkalarından bir kahkaha patlar. Geriye döndüklerinde kendilerini seven iki kişiyi görürler. Bunlardan birisi Balıkesir avukatlarından Meclis Kavanin Müdürü Niyazi ile Dursunbeyli Ahmet Hulusi’dir. Bir şeyler sezen Âkif, gülme sebebini merak ederek, “Allah aşkına söyleyiniz”, der. Ahmet Hulusi, “darılmazsanız söyleyeceğim” diyerek, kırılmayacağına dair söz alır. Âkif’e bakarak gülüş sebepleri şudur: “Niyazi’ye dedim ki, bu adam bizim taraflara gelse keçi celebi (tüccarı) diye yüzüne bakan olmaz!” Âkif bunu duyunca çok hoşlanır, defalarca tekrarlatarak anlattırır (Çantay, 1966, 35).

Âkif, nikbin, hareketli bir insandır. Ankara’da spora ilgisini kesmez. Gençliğinde yaya koşuları, deniz yarışları, güreş, atlama müsabakalarına katılıp birincilikler alan, saatlerce kürek çeken, Boğazı yüzerek geçen Âkif, Ankara’da tatil günlerini idmanla geçirir. “Değirmen arkının” görenlere ürküntü veren geniş, derin, tehlikeli yerini, arkadaşlarının yüreğini ağzına getirerek atlar. Etlik bağlarında, iki arkadaşıyla iddialı taş atma yarışı yaparlar. Yaya yürümeyi sevmektedir. Bir defasında, İstanbul’dan sevdiği birisi olan Hüseyin Kâzım Bey gelmiştir. Görüşürler. Ankara’dan uğurlayacakları vakti de kararlaştırmışlardır. Hasan Basri ile uğurlama yerine geldiklerinde, yaylı araba ile misafirin ayrıldığını öğrenirler. Arabacının ısrarı üzerine misafir, bekleyememiştir. Âkif, kırk beş dakika önce ayrılan arabanın peşine düşer ve yaklaşık altı saat sonra döner. Yaya olarak arabaya yetişmiş, vedalaşmış ve üç saatte de geri dönmüştür. Gürbüz, tunç gibi birisidir (Çantay, 1966, 36-37).

MİLLETVEKİLLİĞİ
Âkif’in milletvekilliği, sanki üstünde yama gibidir. Burdur milletvekilidir. Seçim yeri halkının, kendisine milletvekilleri olarak başvuruları olmaktadır. Bunlar, Âkif’i sıkmaktadır. Çünkü istekler, bakanlıklardan koparılacak işlerle ilgilidir. Âkif’in bakanlara başvurması, daire amirlerine rica-minnet etmesi gerekmektedir. Bu tür işlerden hiç hoşlanmayan Âkif’in sevenleri, zaman zaman yapacağı işleri onun adına yapıvermişlerdir. Hele Burdur’un idari yapısının değişikliği ile ilgili güçlü bir teklif gelince iyice bunalır. Daha seçim bölgesini tanımamış, ihtiyaçlarını öğrenme fırsatı bulmamıştır. Kendisini gıyabında seçen insanların, haklarını savunması gerekmektedir. Seyirci kalması mümkün değildir. Kendince yolu bulur: İstifa edecektir. Âkif’in istifaya kalktığını duyan-seven bütün arkadaşlarının her biri, “birer Burdur mebusu kesilerek” yöreyi savunurlar ve onun da istifasına engel olurlar (Çantay, 1966, 35).

İlk meclis, bakanları tek tek seçmekte ve sorgulamaktadır. Günümüzdeki gibi, başbakan tarafından bir bakanlar kurulu oluşturulup, toptan güvenoyuna sunulmamaktadır. Bir gün Âkif’i, bazı arkadaşları Millî Eğitim Bakanı seçtirmeye kalkarlar. Üstad bunu duyunca kıyameti koparır. Gerekçesi şudur: “Ben kendimi ve evimi bile idare etmekten acizim. Koskoca bir vekâleti (bakanlık) nasıl yaparım? Üstüme düşerseniz mebusluğu da atarım!” (Çantay, 1966,34). Bu tehdit, zorlayıcıların peşini bırakmasını sağlamıştır.

Âkif, yapısı gereği hiç “siyaset adamı” olamamıştır. Gerektiğinde sözünü sakınmaz dobralıktadır, fakat aleni celselerde Meclis kürsüsünden kayda girmiş hiçbir konuşması bulunmamaktadır . Ankara Kadısının oğlu ve Meclis zabıt kâtiplerinden olan talebesinin bildirdiğine göre; “hafî (gizli) celselerde icap edince çok konuşmuştur” (İz, 1990, 126).

Âkif, genelde günlerini Meclis, matbaa ve Taceddin Dergâhı’nda geçirmektedir. Vaazları ve çevresinde toplananlarla sohbetleri, Meclisteki çalışmalarından daha faydalı ve tesirli olmuştur. Meclis’te bir müddet sonra Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey (Ulaş)’in etrafında oluşan muhalefet grubuna (İkinci Grup) katılmıştır (Okay, 1998, 26).

İlk ve son milletvekilliği, 1923’te bitirilince, İstanbul’a döndüğü günlerdir. Üzerinde geçmişte de etkili olan bilge insan Fatin Hoca, “Artık siyaset adamı oldun, siyasetten ayrılmak biraz gücüne gider!” der. Âkif, “Siyasetten, siyasetin lafzından, siyasetin manâsından, siyaset kelimesinin ağza alınan her harfinden, siyasetten hatıra gelebilecek her hayalden, siyaset anılan her yerden, siyasete dair konuşan, öğrenen, onun mecnunu veya akıllısı olan herkesten, siyaset kelimesinin aslından ve onun müştakkâtından (türev) Allah’a sığınırım” deyiverir. Bu Şeyh Muhammed Abduh’un bir Allah’a sığınma duasıdır (istiaze). O Arapça metni, “o kadar ağız alışkanlığı ile” okumuştur ki, Fatin Hoca istiazeyi, “gündelik evrad-ı diniyyesi arasına koymuş olduğuna şüphe” etmez (Gökmen, 1966, 248-249).

Siyasetten nefret hali gibi değerlendirilebilecek bu tavrı, yeni değildir. Âkif’i İttihat ve Terakki Partisinin üyeliğine ilk katan insan olarak Fatin Hoca anlatır: “Âkif’le ilk görüşmem ilan-ı Meşrutiyetin onuncu günü olmuştur. Vatanperver bir gruptan müteşekkil arkadaşlarıyla birlikte Âkif cemiyete alınacaktı. Direklerarası’nın tenha bir köşesinde bu grupla temasa geldim. Maksat ve gayeyi anlattım. Birçok istizahlarda (açıklama isteme) bulundular. İcap eden izahat verildikten sonra tahlife (and içirme) başlanmıştı. Uzun boylu devam eden muhavereye hiç iştirak etmeyen Âkif, tahlif (yemin verdirme) şekline kesin bir itirazda bulundu. Yemindeki “bilâ şart u kayd cemiyetin emirlerine itaat” sınırlamasının kaldırılmasını teklif etti. Bu, o zamanda pek cesurane bir teklif idi. Kısa bir münakaşadan sonra arkadaşları yemin ettiler. Fakat Âkif, “Ben cemiyetin yalnız emri marufuna biat ederim. Mutlak surette söz veremem ve yemin edemem!” dedi. İşi kestirdi. Şahsiyet ve kıymetini nazarı dikkate alarak cemiyetin artık bir ihtilâl cemiyeti halinde kalamayacağını düşünerek istediği gibi yemini kabul ettim. Bu tarzı tahlif cemiyet mehafilinde epey dedikoduyu mucip oldu ve hatta bunun üzerine yemin sureti tadil edildi.” (Gökmen, 1966, 245).

Âkif, menfaat gözeterek, bir siyasi güce katılmıyor, üstelik siyasi gücün, zirvede olduğu günlerde önüne, şart koyacak kadar cesaret gösteriyor, kendi sözüne değer veriyordu..

Ankara günleridir. Mecliste, Adnan Adıvar ve Yusuf Akçura ellerinde yabancı bir gazete ile Âkif’in yanına gelirler. Fransızca gazetede Piyer Loti’nin “bize ait güzel bir yazısı” vardır. “Üstad, bunun tercümesini siz lütfedeceksiniz..” derler. Âkif, “Hay hay, yalnız yazacak adam?” der. Bunun üzerine Hasan Basri, çantasından kâğıt-kalem çıkararak yazmaya hazırlanır. “O, gazeteyi mecliste sırasının üstüne” koyarak, hiçbir kelimesi yerinden oynatılmamak üzere, “Türkçe bir eseri yazdırıyormuş gibi” çeviriyi yapıp bitirir. Tekrar gözden geçirme gereğini de duymaz. Birçok önemli eseri çevirdiği Fransızcaya hakkıyla vakıftır (Çantay, 1966, 39).

Millî Mücadele döneminde Büyük Millet Meclisi, Meclis tarihinin bütününde görülmedik derecede etkin ve güçlüdür. Sistemin kalbi durumundadır. Savaş meclisten yönetilmiş, yasama, yargı ve yürütme meclise karşı sorumlu olmuştur. Kuvvetler birliği uygulaması, milletvekillerinin işlevlerine gölge düşürmeden devam etmiştir. Onun için sayısı bir türlü sabitlenemese bile, milletvekillerinin üzerine düşen görev, fedakârlık, sonraki devirlere göre kıyaslanamayacak derecede yüksektir. Meclis, kendi adına, selamlarını ulaştırmak üzere bir heyet seçer. Heyet cepheleri dolaşacaktır. Heyetin başında, hem ordu komutanı hem de milletvekili olan generallerden Ali Fuat Paşa bulunmaktadır. Âkif de bu heyetin içinde meclis adına cepheleri dolaşır (Çantay, 1966, 225).

Ayrıca meclisin halkı uyandırmak, birlik bütünlük duygularını artırmak, Millî Mücadele’ye yönlendirmek için oluşturduğu irşat heyetleri de bulunmaktadır. Âkif, bu anlamda Anadolu’yu dolaşıp en içten ve etkili olmuş vatanseverlerin başında gelmektedir. Yalnız yakın dostları da benzer faaliyetlerin içindedir. Ali Şükrü, Hasan Basri gibi yakın arkadaşları da benzer şekilde halkı aydınlatacak resmi heyetlerin içindedir: “TBMM Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürlüğü Komisyonu’na Selahaddin (Mersin), Ali Şükrü (Trabzon) ve Basri (Karesi) beylerin seçildiği” (8/4/1921, S., D.851, FK.30..10.0.0, YN.83.545..1.), bilinmektedir.

Âkif, nüktedan ve dostları arasında hoşsohbettir. Mecliste bir bütçe görüşmeleri sırasında “Mazbata muharriri”, “memurin” (memurlar) diyecek yerde “memureyn” (iki memur) der. Âkif, bütçeden memurlara ayrılacak payı, kastederek dayanamaz, yerinden laf atarak; “Memureyn olsa balla kaymakla besleriz” der.
Mecliste Âkif’e sık uğrayan bir milletvekili vardır. Gürlekliği meşhur, çok sevimli milletvekili, “hemen her gün birer şiir” yazıp, kendine mahsus edasıyla önünde okumaktadır. Bir gün Hasan Basri’ye; “Bizim… def’i hacet eder gibi yirmi dört saatte bir şiir çıkarıyor!” der. Hasan Basri, o milletvekilinin adını vermemiştir (Çantay, 1966, 42).

İSTİKLÂL MARŞI
Milletin geleceğinden, vatanın bağımsızlığından genelde ümidin kesildiği günlerdir. Saygın mevkilerde bulunan insanlar, milletin “mezarını kazmakla” meşguldürler. Mandacılık almış yürümüştür. Saldırgan emperyalistlerin de istediği böylesine bir yılgınlık atmosferidir. “İçeride bir sürü hain kazarken mezarımızı” telkinlerini: “Sözün hülasası: beyhudedir boğuştuğumuz; / Çalışmasak da, çalışsak da mevte (ölüme) mahkûmuz” beytiyle özetler.

Hasan Basri, “acı bir hatıram” dediği, böylesine bir ümitsizlik tartışmasını anlatır. Sakarya Muharebelerinin en kara günleridir. -Sonraki mevki ve şöhretinden olacak- “birisi” diyerek kimliğini vermediği kimse der ki: “Sen hâlâ zafer mi bekliyorsun? Asırlar var; biz onu görmedik! Giriştiğimiz her savaş mutlak bizi mağlup çıkarmıştır. Ankara’da topladığınız bir avuç kuvvetle mi düşmanı yeneceksiniz? İşte muhacirler! Ellerinden kaçan o güzel yurtlarını sayıklaya sayıklaya ölüp gidiyorlar. Hangisi yurduna vuslat ve memleketini istirdat (geri alma) devletine kavuşmuştur?” Bu sözlerin muhatabı olan da göçmendir. İçinden kopup gelen acıyı, kalemi okuyucusuna hissettirmektedir: “Düşündüm; ben de muhacirdim! Ben de yeşil memleketimden kovulmuştum! İçim burkuldu. Boğazıma ur gibi bir acı düğüm tıkandı. Ağlayamıyordum. O bedbaht ve meyus adama dedim ki: ‘Bu savaş müstesna bir İstiklâl Savaşıdır ki asırların simsiyah tarihini tekzip edecektir.” O sıra yanlarına Âkif gelir. Durumu anlatır. Âkif, karamsar şahsa şöyle der: “Arkadaş, burası Ankara’dır! İşi millet kendi eline aldı, korkma! Bu sefer Yunanla dövüşen; Türk’ün öz imanıdır. İman mağlup edilemez..” (Çantay, 1966, 179).

M. Âkif, benzeri bir tavrı, Süleyman Nazif’e karşı gösterir. O, Malta’da esirdir. Ümitsiz değildir ama üzgün ve yorgundur. “Üç kıtada yüz beldeye, bin beldeye sahip / Bir memleketim vardı. Sen ey Rabbi mesâib (afetler), / Sen vermiş iken aldın elimden yine bir bir..” der. Zafer ona uzaktır. Taşlık bir adada İngiliz sürgünü olmanın verdiği kasvetle; “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber, / Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler!” deyivermiştir. 1921 yılıdır. Âkif, çok sevdiği Süleyman Nazif’in, “Son Nefesimle Hasbihal” adlı bu şiirini okuyunca kederlenir. Buna, “Millî savaş Kâbesinden bir mukabele lâzım” der (Çantay, 1966, 205-207). “Ey, tek Kara Gün dostu, bu hicranzede yurdun / Sen milletin âlâmını dünyaya duyurdun” diye hitap ettiği Süleyman Nazif’i sorgular: “Beş yüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin? / Ruhun da asırlarca bu hüsranı mı çeksin?” der. Ümit telkin eder: “Mademki Hakkın bize vaat ettiği haktır, / Şarkın ezeli fecri, yakındır, doğacaktır.” der. Yenilginin sebebini vererek ümit aşılar: “İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı, kavurdu; / Kardaş, bilerek, bilmeyerek kardaşı vurdu. / Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı; / Lâkin o zaman silkinerek birden uyandı. / Bir gör ki: Bugün can da onun, kan da onundur; / Dünya da onun, din de onun, şan da onundur. / Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet, / Görsen ezeli rabıta bir buldu ki kuvvet: Saldırsa da kırk ehli salib (Haçlı) ordusu, kol kol, / Dört yüz bu kadar milyon esir olmaz emin ol.”

Âkif, İstiklâl Marşı’nda, o asla mağlup edilemeyecek olan “Türk’ün öz imanı”nın sesini dile getiriyordu. Bunda da samimi idi. İnanıyordu. Sürekli telkinleri de bu doğrultudaydı. Değerlerine, devletine bağlılığını, ilerlemiş yaşlarında da ortaya koyan muhteşem bir gazi olan Tiryaki Hasan Paşa’nın bir cümlesini şiir diliyle kafalara nakşetmeye çalışıyordu: “Zafer ileridedir oğlum, hücum edip aşarak, / Hududu düşmanı, hiç yoksa bir mezar almak, / Geçip de ricate bin yıl muammer olmaktan /Hayırlıdır” ne yaman söz, ne kahraman iman!”

Marşın yazılış seyri bellidir. Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey (İnönü) Millî Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur’a başvurarak, “Millî heyecanı koruyacak, millî azim ve imanı manen besleyerek zinde tutacak Marseyyez örneğinde bir millî marş”ın hazırlanmasını teklif eder. Fransız İhtilâli’nin canlı olduğu sıralar, 1792’de yazılan 1795’ten itibaren millî marş olarak benimsenen Marseyyez (Marseillaise), 1920’de örneklik yapmaktadır (Kocakaplan, 2002, 15-16). Zaten Büyük Millet Meclisi’nin adı konurken de benzeri bir örnekten hareket edildiği için önceleri, Fransız İhtilâli’nin gerçekleştiren meclisin adı gibi “Kurucu Meclis” (Meclis-i Müessisan) denilmek istenilmiştir.

Maarif Vekâleti (Millî Eğitim Bakanlığı), şairlerimize müracaat ederek bir millî marş yarışması açar (7 Kasım 1920). Birinciliği kazanan şaire de 500 lira mükâfat verilecektir. Süre dolduğunda, Bakanlığa 724 marş gelmiş, bunlar içinden altısı seçilmiş, bu şiirler Meclis Matbaasında basılarak milletvekillerine dağıtılmıştır (İz, 1990, 128).

Fakat bütün bu gelişmelere rağmen, yeni Maarif Vekili Hamdullah Suphi, Mecliste Hasan Basri’yi gördüğünde, yedi yüzden fazla marşın geldiğini bunlardan hiç birini beğenmediğini, Âkif’i marş yazmaya ikna edip edemeyeceğini sorar. Zira Âkif, kendisine defalarca söylenmesine rağmen; “Ben ne müsabakaya girerim, ne de caize alırım!” diye kestirip atmıştır. Bakana, Hasan Basri, “Âkif Bey, müsabaka şeklini ve ikramiyeyi kabul etmiyor, eğer buna bir çare ve bir şekil bulursanız yazdırmaya çalışırım” sözünü verir. Hamdullah Suphi, çözümü kısa sürede bulmuştur. Bir resmi yazı yazarak, üstada verilmek üzere getirir. Tezkere muhtevası, bakan kaleminden Âkif’in karakteri ile ilgili tarihe düşülen not gibidir: “Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zatı üstadanelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim. 5 Şubat 1337 (1921) Umuru Maarif Vekili Hamdullah Suphi”.

Artık sıra Hasan Basri’nin Âkif’i ikna kabiliyetine kalmıştır. Mecliste yan yana oturmaktadırlar. Çantasından bir kâğıt çıkarıp, “ciddi ve düşünceli bir tavırla sıranın üstüne” kapanır. Âkif, sorduğunda engel olmaması gerektiğini hatırlatarak şiir yazmaya çalıştığını söyler. Hayretler içinde, “Ne şiiri” yazmaya çalıştığını soran Âkif’e açıklaması şöyledir: “Ne şiiri olacak. İstiklâl Şiiri! Artık onu yazmak bize düştü!” Derin bir üzüntü ile vaziyeti soran Âkif’e, olanları anlatır. Gelen şiirler kabul görmemiştir. Yarışma şartları meclis kararı ile ilân edilmiş bile olsa esnetilecektir. Üstelik kendisi, adına bakana şiir yazma sözü de vermiştir.. Bundan sonra, defalarca “söz verdin mi?” sorusuna, “Evet” cevabı alan Âkif’i düşünce kaplamıştır. Arkadaşının “yapma” düşünce ve hayaline, elindeki kâğıdı alarak gerçekten Âkif dalar. Artık, Meclis görüşmelerindeki gürültü-patırtıyı duymamaktadır. İki gün sonra, kaldıkları evde Âkif, İstiklâl Marşı’nı bitirdiğini haber verir (Çantay, 1966, 62-64).

“Kahraman Ordumuza” ithaf edilen şiir, 17 Şubat 1337 tarihli Sebilürreşad dergisi ile Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin ilk sayfalarında yayınlanır. Ankara dışında ise, Âkif’in kendi el yazısı ile yazıp gönderdiği Açıksöz, 21 Şubat 1921 tarihli sayısında yayınlar. Kastamonu’daki yayıncılar, bu tavırdan çok memnun olmuşlardır. İstiklâl Marşı’nın baş tarafına; “Şairi azam ve muhterem Mehmet Âkif Beyefendi üstadımız ‘İstiklâl Marşı’ unvanlı bir bedia-i nefiselerinin ilk neşri şerefini gazetemize lütuf buyurdular. Her mısraında Türk ve İslâm ruhunun ulvi ve mübarek hisleri titreyen bu abide-i sanatı kemali hürmet ve mubahatla dercederiz.” (Fergan, 1962, 156).

Her kesimin marştan haberi olmuştur. Sıra mecliste görüşülüp kabul edilmesindedir. Mustafa Kemâl başkanlığında toplanan Meclis’te, ilk defa 1 Mart 1921’de okunur. M. Kemal Paşa, önce Mütareke’den itibaren bir yıllık gelişmeleri hatırlatan heyecanlı bir konuşma yapar. Konuşmanın son kısmı, büyük felaketler görmüş vatanın, hayırlı bir sabahta uyanmasına dua ile bitmektedir: “Artık yeis ve fütur günleri çok arkada kaldı. Memlekete halâs ve hakikat yolunu işaret etmiş ve bütün milleti kendi istiklâl bayrağı altında toplamış olan meclis-i âliniz ikinci sene-i mesaisine dâhil olurken ben, ufkumuzda inkişafa başlayan ışıkların bütün felâket görmüş olan bedbaht vatanımızda bir sabahı hayır olmasına dua ediyorum.” (Fergan, 1962, 160-161). Ardından Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın, milletvekillerinin konuşmaları üzerine marşa geçilir.
Heyecan içindeki milletvekilleri, “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” derken, “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın; / Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”, “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”, “Kim bu cennet vatanın uğrunda olmaz ki fedâ? / Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ / Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hudâ / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.” derken alkışlarla marşın okunmasını kesmektedirler. Meclis başkanı da marşı, sıraların önünde ayakta dinlemekte ve alkışlamaktadır . Zor şartlarda istiklâl mücadelesini yürüten Meclis, marşı dört defa dinler (Kocakaplan, 2002, 20).

Meclis görüşmelerini takip eden Âkif’in tavrı ilgi çekicidir: “Mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştur.” (Fergan, 1962, 159).

Meclisin meyli belli olmuştur. 12 Mart 1921 tarihinde, Adnan Adıvar başkanlığında yapılan görüşmelerde, ayakta dinlenilerek coşkun bir yönelişle marş benimsenir. Başta Balıkesir Mebusu Hasan Basri olmak üzere birçok milletvekilinin ayrı ayrı Meclis Başkanlığına, kabul edilmek üzere oya sunulması için tezkere verdiği marş, Millî Mücadele’nin “ruhunu terennüm etmektedir”. Büyük Millet Meclisi de “alkışlarla ve ekseriyeti azime ile” kabul eder. Hamdullah Suphi’ye göre, o sade bir şiir değil, “o günlere hâkim olan kutsal zihniyetin tam ifadesi ve tarihidir.” (Çantay, 1966,73). Âkif onu, “en yüksek, en ilâhî bir belâgatle” yazmıştır. “Senelerden beri memleketin kederlerini, ıstıraplarını, bütün mefahirini söyleyen” millet şairi Âkif’ten daha güzel kim milletin hislerini ifade edebilirdi? (Fergan, 1962, 155).

İstiklâl Marşı’nın kabulüyle 500 lira, “kazanana verilecek olan mükâfat, meclis kasasında kalamayacağı” gerekçesi ile kendisine verilmiştir. Fakat Âkif, parayı olduğu gibi, “Fakir İslâm kadın ve çocuklarına iş öğreterek, onları yoksulluktan kurtarmak” amacıyla kurulmuş olan “Dârülmesai” adlı derneğe yatırmıştır (Kocakaplan, 2002, 20). Öğrencisi Mahir Bey, bu para için, “Sarıkışla Hastahanesi’ndeki yaralı gazilere hibe etmiştir” (İz, 1990, 129), demektedir. Yardım edilecek kuruluş olarak her ikisi de Âkif’in yönelişine uygun bulunmaktadır. Onun için belli miktarda paylaştırmış olması da mümkündür.
Âkif’in gönül dostlarından Baytar Şefik, Eskişehir’in düşman eline geçmesinden sonra başında bulunduğu laboratuarla birlikte Ankara gelmiştir. Etlik’te serum üretim evini açmış olan Şefik’e, bir kış Âkif gelir. Haftada kaç defa Ankara’ya indiğini sorar. İki veya üç defa inmektedir. “İnmediğin günler bana kamseleyi gönder. Ben meclise gideyim. Sana da indiğin günler ben gönderirim” der ve öyle yaparlar. Kamsele, Şefik Bey’in İnebolu’ya gittiğinde 75 liraya aldığı bir üst giyecek-muşambadır. Tabi marşın kabul edilmesinden sonra bir ara karşılaştıklarında Şefik, “Âkif Bey, hiç olmazsa kendine bir kamsele alsaydın da biz de serbestçe bunu giyseydik” diye şakalanır. Şair, Şefik Bey’e gücenmiştir. Nöbetleşe giydikleri kamseleyi bundan sonra almadığı gibi iki ay da kendisine kırgın kalır (Çantay, 1966, 259). Benzeri bir takılma Erzurum Milletvekili, “samimi ahbabı” Gözübüyükzâde Ziya Bey’den gelmiştir: “Yahu sen bu parayı neden almadın? Sırtında palton yok. Üstelik bana da iki yüz elli lira borcun var. Alıp da bari borcunu verseydin”. Âkif, “latife olsun diye” söylenen bu söze de sert bir eda ile “Borç başka, bu iş başka” karşılığını vermiştir. Gönül dünyasından, maddilik çok uzaklardadır. Çünkü “Âkif’in bilmediği müşterek mefhumların başında menfaat vardır. Menfaatin ümmisidir. Birinci Dünya Harbindeki açlık bile Âkif’e menfaati” öğretememiştir (Kuntay, 1944, 5).

Âkif’i, vefatından önce Mısır dönüşü hasta yatağında ziyaret eden Yedi Gün yazarı F. Kandemir, onunla son röportajlardan birini yapar. Mısır’dan üç gecede gelmiş, üç gecesi “otuz asır kadar sürmüş”tür. “On bir yıl kaldığı” ülkede, bir an olur ki “on bir gün daha kalsa çıldıracak” hale gelmiştir. Vatan hasreti çekmektedir. Toprağı çekmektedir. Yorgun bitkin şaire, Kandemir sorar: “İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdınız?” Yavaşça yatağından doğrulup yastıklara dayanan Âkif’in sesi canlanır: “Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakkın.. Bu, ümitle, imanla yazılır! O zamanı düşünün.. İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki, İstiklâl Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur, ancak tarihi bir değeri vardır.” (Kandemir, 1966, 309-310).

Eşref Edip’in, Âkif’in son günlerinden aktardığı hatırası, marşın mahiyetini çok daha içten anlatmaktadır. Âkif, ciğerleri şişmiş, vücudu bir külçe kemik halinde Beyoğlu’nda Mısır Apartmanının loş ve sakin bir odasında yatmaktadır. Sevdiği bazı arkadaşları ziyarete gelmişler, söz Millî Mücadele günlerine, İstiklâl Marşı’na geçmiştir. “Gözleri büyüyen ve parlayan” Üstad, hasta bakıcının yardımı ile doğrulur: “İstiklâl Marşı.. O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir fecayi karşısında bunalan ruhların ıstıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz.. Onu kimse yazamaz.. Onu ben de yazamam.. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur..” der (Fergan, 1962, 164).

Gerçekten ilk Meclis’te; hiçbir konuşma, hiçbir hareket İstiklâl Marşı kadar alkışlanmamıştır. Muhalifi, muvafığı, farklı kanaat sahipleri ile Meclisi bu kadar birleştiren bir başka millî mutabakat metni de bulunmamaktadır. Bu yüzden Âkif, İstiklâl Marşı’nı milletin malı olarak görmüş ve hayatta iken, şahsi şiirlerinin bulunduğu külliyatı Safahat’ına almamıştır.

KASTAMONU VAAZLARI
Âkif’in, İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere ayrılışının ardından, “idarehanenin işlerini yoluna koymaya vakit bulamadan olduğu gibi bırakarak Sebilürreşad’ı Anadolu’ya nakletmek lâzım” gelmiştir. Eşref Edib, Karadeniz yoluyla İnebolu’ya oradan da Kastamonu’ya geçerek, üstada geldiğini bildirir. Şehirde millî bir kuvvet organize etmeye çalışırken, bir üst düzey yöneticinin ters tavrı yüzünden tutuklanan Eşref Edip zordadır. Bunun üzerine Âkif, 17 Ekim 1920’de Kastamonu’ya gelir. Problem çözülür. Artık Âkif’in etkili, bütün Anadolu’da yankı bulan aydınlatma konuşmaları burada yapılacaktır. Eşref Edip, onları kayda geçirir.

Sebilürreşad’ın başyazarı ve sahibi bir araya gelmişlerdir. İstanbul’dan sonra Anadolu’da bu derginin ilk sayısı (464), Kastamonu’da çıkarılır. 16 sayfalık, Kastamonu Matbaası’nda basılan derginin, niçin burada yayınlandığı son sütunda, “Anadolu’da Sebilürreşad” başlığı altında şöyle açıklanır:

“İngilizler merkez-i Hilâfeti işgal ile zulüm ve tazyiklerini artırdılar. Maddî, manevî bütün hürriyet-i İslâmiyeyi selb (zorla alma) ettiler. Her şeyi tahakküm ve iradeleri altına aldılar. Bunun üzerine Müslümanlığı ve Müslümanların hukukunu müdafaa hususunda hiçbir tesir altında kalmayarak daima istiklâl-i efkârını muhafaza etmiş bulunan Sebilürreşad’ın İstanbul’da intişarına imkân kalmadı. Onun içün inayet-i Hakk’la risalemizi bu günden itibaren Anadolu’da neşr etmeye başlıyoruz. Kastamonu’da bulunduğumuz müddetçe Sebilürreşad burada intişar edecek istilâdan masun kalan mahallerdeki abonelere irsalâta devam olunacaktır. Şu kadar ki bu sırada tabii olan kararsızlık hasebiyle adreslerin değişüb değişmediğini, gazetelerin vasıl olup olmadığını anlamak üzere bütün karilerin küçük birer mektup yahut birer kart irsal itmek lütfunda bulunmaları rica olunur. Bu işara kadar eski adreslere irsalâta devam olunacaktır. İşgal altında olup da gönderilmesine imkân olmayan mahallerdeki abonelerin hukuku mahfuzdur. Sebilürreşad’ı okuyan her zatın lâakal (en az) iki kişiyi abone kayıt etmesi usulünün bilhassa şu zamanda tavsîan tatbikine himmet buyrulması rica olunur. Adres: Kastamonu’da Sebilürreşad. Abone bedeli, eskisi gibi, seneliği iki yüz elli, altı aylığı yüz otuz kuruştur. Her hafta Perşembe günleri intişar eder. Her birer nüshası beş kuruştur.” (Sebilürreşad, S.464, 15 Rebiülevvel 1339/25 Teşrinisani 1336, c.18, s. 264).

Dergi, durumunu böylece okurlarına ilettikten sonra, bir istekte daha bulunur. Bu defa ricası mevki makam sahiplerindendir. Derginin en geniş kitleye ulaşabilmesi, okunabilmesi ve niçin okunması gerektiği ile ilgili talep şöyledir: “Sebilürreşad’ın Anadolu’da intişar eden bu ilk nüshasından Anadolu’nun bütün vilâyâtıyla sancak ve kazalarındaki vali, mutasarrıf, kâimi makam ve müftülere icabı kadarı gönderilmiştir. Müslümanların en büyük şairi üstad-ı muhteremimiz Mehmed Âkif Beyefendi’nin Kastamonu’da Nasrullah Camii şerîfinde irad buyurdukları iş bu nüshada münderiç pek mühim mevizenin her taraftaki Müslümanlarca işitilmesi içün zevat-ı müşarünileyhim tarafından Anadolu’nun bütün camilerinde, bütün içtimagâhlarında İslâm cemaatleri huzurunda yüksek sesli zevata okutturulması Anadolu’da intişar eden bütün gazeteler tarafından naklolunması bir vecibe-i diniye olduğu inzar-ı hamiyete arz olunur.”

Derginin ilk on bir sayfası, Âkif’in Nasrullah Camii’ndeki konuşmalarına yer ayırmıştır . Âkif’in konuşması, mahiyet itibariyle âdeta Millî Mücadele’nin manifestosu durumundadır. Onun için özetle de olsa, bu konuşmaların muhtevası üzerinde durulması gerekmektedir. Kastamonu, Ankara ve Diyarbakır’da onar bin basılarak yukarıda verilen usulle bütün millete okutulup duyurulması, dönemin fikrî yapısını tespit açısından da gereklidir. Âkif, devrin aydın tipi üzerindeki Batı etkisini, kendi iç dünyasına bir yolculuk yapıp tahlil ederek konuyu açar. Zira o, “Ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar –sen onların dinine tabi oluncaya kadar asla senden hoşnut olmaz(lar)” (Bakara,120), “Kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol” (Tevbe, 73) gibi ayetleri okurken içinden, “acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu; Müslüman olmayan kavimler hakkında daha merhametli olmak gerekmez miydi?” gibi düşünceler geçmektedir. İnandığı halde kalbine giren bu vesvesenin sebebini bulur.

Küçük yaştan itibaren “Avrupa medeniyeti, Avrupa adaleti, Avrupa irfanı, Fransız hamiyeti, Alman dehası, İngiliz adaleti, İtalyan terakkiyatı..” sözlerini duyup durmuşlardır. Ancak yaş ilerleyip Avrupa, Asya ve Afrika’yı dolaştığında, o “Avrupalı” denilen milletlerin esaretleri altına aldıkları toplumlara uygun gördükleri zulmü, hakareti gözleri ile gördükten sonra aklını başına almıştır. Hersekli Hoca Kadri Efendi’nin tespitiyle onların “çok güzel şeyleri vardır. Lâkin o güzel şeylerin hepsi yalnız kitaplarındadır.” Onun için, “ilimlerini, fenlerini almalı, fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” Çünkü onların insanlara, özellikle Müslümanlara karşı, teskin edilemez düşmanlıkları vardır. Doğuluları taassupla itham ederler ama dünyada mutaassıp bir millet varsa o da Avrupalılardır.

Âkif sözünün burasında, Birinci Dünya Harbi yıllarından bir hatırasını anlatır. Almanların safında harbe girmiş, yüz binlerce şehit vermiş, yüz binlerce ocağımız sönmüş, milyonlarca zenginlik kaynağımız mahvolmuştur. Onun için Almanların, dünyada kendileri dışında saflarında savaşan yegâne müttefikleri olarak bizi, bağırlarına basacaklarını beklemekteyizdir. Bütün gazeteleri, kitapları, edîbleri bizi alkış, teşekkür tufanına tutacaklardır. Böyle beklerken Berlin’e gittiğinde, Alman hükümeti kendilerine şöyle der: “Bizim meclis-i mebusanımızdaki bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar. Almanlar gibi mütemeddin, mütefennin bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu bizim için zül değil midir?.. diyorlar. Aman makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında taayyün etsin.” Alman hükümeti haklıdır. Çünkü Alman milleti gözünde, “Müslümanlık vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey” değildir. Gazetecileri, romancıları, doğunun bilim, sanat, ahlâk ve âdetlerine vâkıf geçinen doğu bilimcileri, milletin düşüncesini asırlardan beridir aleyhimize müthiş bir şekilde zehirlemişlerdir. Öylece şekillenen kafa yapısını değiştirmek sordur.

Âkif, çalışmalarından edindiği izlenimi şöyle anlatır: “Biz, o sırada kendimizi onlara tanıtmak için, tabiî elden geldiği kadar çalıştık. Lâkin tamamıyla muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.” Almanlardaki bize karşı şartlı bakışa karşılık bizim durumumuz nedir? “Birbirimizi bir kaşık suda boğmak” ister, cesaret, kabadayılık, asıcılık, kesiciliği kendi aramızda gösterirken; dinimizden olmayanlara karşı aşırı nezaketimiz anlaşılır gibi değildir. Âkif, Alman İmparatoru’nun Harp sırasında İstanbul’a gelişinden örnek verir. Saf Müslümanlar, müttefikimiz olduğu için nasıl hürmette, ikramda bulunacağını şaşırmıştır. O kadar ki, İstanbul’un minareleri mübarek gecelerdeki gibi kandillerle donatılmış, Alman Dostluk Yurdu binası kurulması için birkaç cami peşkeş çekilmiştir. Almanlar ise bizim fedakârlığımız karşısında tam tersi bir tavrın içindedirler. Savaşta beraber olduğumuz için, bizim olan Kudüs’ün ortak düşman İngilizlerin eline geçmesi, Filistin Cephesinin bozulması, Almanları ve yine Alman kökenli olan Avusturyalıları üzmesi gerekmektedir. Ama tam tersi olur. Hıristiyanlar için kutsal sayılan Kudüs’ün, Türklerin elinde kalmasındansa düşman ama Hıristiyan İngilizlerin eline geçmesine Viyanalılar o kadar sevinir ki şehrayin (şenlik) yaparlar; evlerini donatır, her tarafı ışıklandırırlar. Bizim heyetin de içinde bulunduğu şehirde yapılan bu maskaralığın, hükümet farkındadır. Avusturya hükümetinin, elektrik lambalarını söndürüp şenliği durdurmak için “göbeği çatlar”.

Bize göre uç düzeyde bir taassuba sahiptirler. Bizde Cuma camileri bile dolmazken, Berlin’de Pazar günü kiliseler hınca hınç doludur. İngiltere’de, Cumartesi günü yiyecek-içecek ihtiyacı alınmamışsa, Pazar günü açık dükkân bulunamayacağı için aç kalınmakta, duasız oturmadıkları sofradan duasız kalkmamaktadırlar. Dinî gün ve geceler konusunda Amerika’da da benzeri bir hassasiyet bulunmakta, bizdeki gibi Cuma saatlerinde “tavla şakırtıları, sarhoş naraları” duyulmamaktadır. Küçük yaştan itibaren koyu bir dinî telkin altında büyüyen insanlar, Müslümanlara karşı hasımlık ve düşmanlık hisleri ile doldurulmakta, “kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan” insanların “insan sayılamayacağı” kafalarına yerleştirilmektedir. Bu yüzden bir Avrupalının, bir Amerikalının bir doğuluyu, “hele bir Müslüman’ı sevmesine imkân yoktur.” Bu duruma rağmen bizim onlara karşı “buğzumuzu hiçbir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişmezsek yaşamamıza, bize emanetullah olan din-i İslâmı yaşatmamıza imkân yoktur.”

Çünkü Müslümanlar, uzun süredir çalışmayı bırakıp, atalete, sefahate, ahlâksızlığa düşerken Avrupalılar gözlerini açıp çalışmışlar her alanda ileri gitmişlerdir. Onların elinde kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak, inanan herkes için, gerçekleştirmedikçe üzerinden düşmeyecek kesinlikte bir farzdır. Düşmana karşı elden ne kadar gelirse o kadar kuvvet hazırlayıp, aradaki ayrılık, particilik, fitne ve fesadı kaldırmak, el ele, baş başa vermek gerekmektedir. Yarım milyar Müslüman’ın, birkaç milyon Avrupalıya esir olduğu bir dünyada, toplar, tüfenkler, zırhlılar, demiryolları, limanlar, yollar, uçaklar, vapurlar “elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran” hangi sebep ve vasıta varsa onları yapmak, geliştirmek gerekmektedir. Onun için de temel kitabın emrettiği şekilde birliğe, toplanmaya çalışılmalı, hem dünya hem de ahret kurtarılmalıdır.

Âkif’in sözün burasında öngördüğü bir tedbir dikkat çekicidir: “İcabında Avrupalılarla birleşebiliriz, ancak bu birleşme bize hiçbir vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu, her fırsattan bilistifade bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır.” Vatanın, inancın lehine, ticaret, servet ve zenginliğimizin gelişmesi için gerekirse ortak ilişkiler, “çekişe çekişe pazarlık ederek” geliştirilebilmelidir.

M. Âkif’in, Millî Mücadele dönemindeki bütün konuşmalarında en çok vurguladığı konu, birlik olmaktır. Dünyada da ahirette de kurtuluş, huzur, saadet, zenginlik tek bir yoldan elde edilecektir; birlik olunarak. Birlik, bütünlük ise tefrikadan, ayrılık, gayrılık hislerinden uzak durarak, inananların birbirine girmemesi, azim ve sebattan ayrılmaması ile mümkündür. Üstelik bu durum, doğrudan ilahî bir kanundur. Milleti yaşatmak, dini korumak için, bağımsızlık isteyenlerin, aralarında birlik olmasının dışında bir yolu yoktur. Bu, dünyanın şaşmaz kaidesidir. Zaten milletler de öncelikle silahla, topla, tüfekle değil aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi derdine, heva ve hevesine düşürülerek yıkılmaktadır. Dünyanın dört bir yanında ne kadar geçmiş İslâm devleti varsa, hepsinin yıkılış nedeni temelde aynıdır. Emevi, Abbasi, Fatımî, Endülüs, Gazne, Moğol, Selçuklu, Mağripli, İranlı, Faslı, Tunuslu, Cezayirli bağımsızlığını yitirmiş, esaret altına düşmüş bütün Müslüman toplumlar, aralarına tefrika girip fitneye fesada düştükten sonra istiklâllerine veda etmişlerdir. Üç kıtaya hâkim, koca Akdeniz ve Karadeniz’in toprakları içinde göl gibi kaldığı, orduları Viyana önlerinde gezen, donanmaları Hint Okyanusu’nda yüzen Osmanlı, İslâm bağı ile farklı iklim, dil, ırk ve âdetlerden gelen toplumları birbirine sıkıca bağlamıştı. “Boşnak İslavlığını, Arnavut Lâtinliğini, Pomak Bulgarlığını”, herkes kendi ırkına aitlik duygusunu bir tarafa bırakarak İslâm Halifesi etrafında toplanmış, İ’lâ-yı Kelimetullah için “canını, kanını, bütün varını güle güle koşa koşa feda” etmiştir. Ne zaman ki Avrupalılar, türlü adlar altında ayrılık tohumları ekmişler, birlik bağları gevşemiş, dünyanın en büyük devletinin toprakları hücumlarla birer birer elden çıkmıştır. Artık Asya’nın “ufak bir parçasında bile” yaşayamayacak hale getirmişlerdir. Ayrılıkçılığın nasıl bir azap olduğunu Âkif, Mısır’dan bir ibretlik hatırası ile anlatır:

Dünya Harbi yıllarında Yukarı Mısır’da (Mısır-ı Ulya) dolaşmaktadır. Oradaki aklı başında bir Müslüman’a, İngiliz siyaseti ile ilgili görüşlerini anlatır: “Şaşıyorum. On beş milyonluk koca Mısır’da İngiliz askeri olarak pek az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor? Bu sualim üzerine o zat dedi ki: ‘İngiliz ricalinden biriyle samimi görüşürdük. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de herife demiştim ki: ‘Günün yahut senenin birinde Osmanlı hükümeti kırk, elli bin kişilik bir ordu tertip ederek Mısır’a sevk edecek olursa siz İngilizler ne yaparsınız?

‘Hiçbir şey yapamayız. Müdafaa imkânı olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki biz İngilizler, hiçbir zaman Osmanlıların Mısır’a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde, bitmez tükenmez meseleler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmağa vakit bulabilsinler.”

İbretlik örnek müthiştir. Yıllardır “kanımızı, iliğimizi kurutan” iç meseleler, Havran, Yemen, Şam, Kürdistan, Arnavutluk sorunları hep “düşman parmağıyla çıkartılmış meselelerdir.” Dün onlar böyle olduğu gibi, Millî Mücadele dönemindeki “Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya” ayaklanmaları da “hep o melun düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı” gelmiştir. “Böyle düşman hesabına çalışarak, elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi.” Biz böyle bir “âkıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.” Zaten düşmanlarımızın hazırladıkları barış şartları, bize yeryüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmamaktadır. İngilizler, kendisinden son derece az insan harcamak, bizden ise mümkün olduğu kadar çok fazla adam öldürtmek istemektedir. Onun için bir taraftan “Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek, bunlara para, silâh dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasında para ile yahut iğfal ile adamlar bularak, bizi birbirimize doğratacaktır ki bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın, Anadolu’nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz İzmir, Balıkesir cephelerindeki kuvvetlerimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.”

Sevr
Âkif, konuşmasının can alıcı noktasına gelmiştir. Yıllardır süren savaşlardan dolayı yorgun halk, Sevr Anlaşmasıyla gelecek barışın rehaveti içinde, başına örülen çorabın farkında değildir. Âkif, Anadolu’yu Sevr’e karşı ilk defa, üstelik camilerde silkeleyen kimsedir. Sevr, bize hayat hakkı tanımamaktadır. Ama halkın bir şeyden haberi yoktur. İleri gelenlerin (havas) bilgisi ise, şartların ağır olduğunu söylemelerine rağmen son derece geneldir. Şöyle sanılmaktadır:

“Memleketin kenarları yani Hicaz gibi Bağdat gibi bir iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu, Suriye yine bizde kalacak. Artık çiftçi çiftiyle çubuğuyla; esnaf sanatıyla, dükkânıyla; ulemâ medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışıyla verişiyle meşgul olacak. Heyhat! Düşmanlarımız bizi ne hale getirmek için geceli gündüzlü çalışıyorlar. Biz ise hâlâ ne gibi hülyalarla kendimizi avutuyoruz!.. Allah rızası için olsun, şu muâhedenâmenin bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. Okumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz. Maazallah onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli’nde hiçbir alâkamız kalmıyor. Çatalca istihkâmâtı da dâhil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halifemiz İstanbul’dan çıkarılmıyor. Lâkin kendisine yalnız -tıpkı Roma’daki Papa gibi- yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Vakıa Müslümanlar İstanbul’dan bu sefer kovulmuyor. Çünkü İngilizler Hint Müslümanlarının galeyanından çekiniyor. Bununla beraber Yunanlılar Çatalca istihkâmâtına sahip olacakları için tabiidir ki Çekmece civarına istedikleri kadar asker yığarlar, Avrupa ahvalinde bir kargaşalık zuhur ettiği gibi İstanbul’u alıverirler. O zaman İngilizler Hintlilere: ‘Ben Halifenizin memleketini sizin hatırınıza hürmeten kendisine bırakmıştım, ama ne yapayım, muhafaza edemedi, Yunanlılar da istilâ etti!’ der.”

Âkif, burada “İngilizler, doğrudan İstanbul’u kendisine almayıp da neden Yunan’a versin?” sorusunu da cevaplandırır. Çünkü İngilizlerin bu kadar ileri gitmesi, müttefiklerinin işine gelmemektedir. İstanbul’u tek başına alması aralarının büsbütün açılmasına sebep olacaktır. Bunun için hem Rumeli hem de İzmir’in (Aydın Vilâyeti) Yunanistan’da olması gerçekte İngilizlerin elinde bulunması demektir. Zira zayıf Yunanistan’ın buralarda hâkim olabilmesi için güçlü bir donanmaya ihtiyacı vardır. Bu donanmayı da İngiltere ona temin edecektir. İngilizin saldırttığı Yunanın Rumeli, İstanbul ve İzmir’de bulunması ne demektir? Âkif bunu şöyle açıklar: “Oralarda tek bir Müslüman’ın kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı Rum ise yarısı da Müslüman’dı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır.” Sevr ile yine aynısı yapılacaktır. Müslüman halk, katliam ile korkutularak göçe mecbur bırakılacak, kalanlardan ise mümkün olan miktarda fazla adam öldürülecektir. Onun için bir taraftan Rum, Ermeni çeteler kurulacak, onlara para, silâh dağıtılacak ve Türk katliamı yaptırılacaktır. Ayrıca Müslümanlar, Türkler arasında para ile veya kandırarak insanlar yönlendirilip, iç çatışmalarla bizi birbirimize doğratacaklardır. Durum açıktır. “İşte düşmanın Anadolu’nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz İzmir, Balıkesir cephelerindeki kuvvetlerimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular” der.

Sevr kabul edilirse Anadolu’da asker besleyemeyeceğimiz gibi, sahip olacağımız az miktardaki jandarmanın içinde de çokça Rum, Ermeni, Yahudi bulunacak, subaylarının yüksek rütbelileri yabancı olacak, Anadolu bölge bölge ayrılıp birer yabancı subayın emrine verilecektir. Diyelim ki Karadeniz sahil bölgesindeki İngiliz subayı, bütün güvenlik kuvvetlerine kumanda edecek, o zaman “istediği gibi Rum, Ermeni çeteleri vücuda getirerek Müslümanların üzerine saldıracaktır. Nitekim bu usûlü İngilizler Kars’ta, Ardahan’da; Fransızlar, Adana’da, Maraş’ta pek güzel” uygulamışlardır. Zaten Anadolu’nun iki önemli liman şehri vardır: İstanbul ve İzmir. Elimizdeki “üç buçuk tren hattı” bu iki limanda sona ermektedir. Şimdi İstanbul sözde bizde bırakılmaktadır. Ama oranın idaresi, gümrükleri, güvenliği, vergileri tamamıyla bizim içinde olmadığımız bir komisyonun elinde bulunmaktadır. Komisyon İngiliz kontrolündedir. Bunun anlamı, gümrük, tren, liman tarifelerini elinde bulunduran İngiliz eliyle, Anadolu’daki Müslüman tüccarın bütünüyle iflas ettirilmesi demektir. Zaten Ateşkes’ten bu yana İstanbul’daki Müslümanların ticaretine bu yolla güçlükler çıkarılmıştır. Böylece Müslümanlar, fakir, sefil hale getirilecek, Hint Müslümanlarına da “sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlar” denecektir. Zaten Sevr gereği devletimizin bütçesi, İngiliz, Fransız ve İtalyan üyelerden oluşan bir komisyon tarafından hazırlanacak, bizden üyenin ise oyu bulunmayacaktır. İngilizlerin istediğini yaptırdığı komisyonun yönetimine verdiğimiz vergiler, Rum, Ermeni menfaatine harcanacaktır. Tabi bu arada Mısır’da Hindistan’da yaptıkları gibi halkın cahil kalması için okul açtırmayacaklar, açılanlarda da bizim paramızla Rum, Ermeni çocukları okutulup yetiştirileceklerdir. Sanat, ticaret, tarım bütünüyle onların elinde olacak, bizden de sadece ırgat yetişebilecektir.

Âkif, Uhud-ı Atîka da denilen adlî, ekonomik kapitülasyonları da anlatır. Uygulamada, yabancı uyruklu birisi ne yaparsa yapsın bizim hükümetimiz tarafından tutuklanamamaktadır. Bir katili yakalamak için mutlaka mensup olduğu elçiliğin elemanının hazır olması, tutuklanınca da kendi elçiliğine teslim edilmesi gerekmektedir. Onun için yabancılar, Birinci Dünya Harbinden önce içimizde “alikıran” kesilmişlerdi. Adam döverler, vururlar, öldürürler, birilerinin malını-mülkünü, arazisini gasp ederler, yaptıkları yanlarına kalırdı. Harbin başlangıcında kaldırdığımız bu ayrıcalıklar, şimdi Sevr’le geri gelecektir. Üstelik önce ayrıcalıklar yalnız Avrupa uyruklulara tanınırken şimdi Rum, Ermeni ve Yahudilere de verilerek katmerlisi geri gelecektir. Böylesine bir durumun ne anlama geleceği açıktır. İmtiyazların ekonomik kısmında da aynısı uygulanacaktır. Önceden yabancı uyruklular, gelir, belediye vergisi gibi vergilerden muaf tutulurken bunlara yerli Rum, Ermeni ve Yahudiler de eklenecektir. Yani bütün parayı Müslümanlar verecek, Müslüman olmayanlar parayı toplayacaklardır. Gümrüklere sahip olmamamız, halkımızın fakirliğini ayrıca artıracaktır. Çünkü Rusya, Romanya, Amerika gibi toprağı zengin ülkelerden gemileriyle arpa, buğdayı getirecek, bizim çiftçiler ise mallarını İstanbul, İzmir’de bile satamaz hale gelecek, ekemez, dikemez olacaklardır. Fransa, Almanya gibi ülkeler, böylesine durumda gümrük vergileri ile yerli çiftçiyi korumakta iken Sevr ile gümrükte korunmadığından bizim çiftçimiz bitirilecektir.

Sanayide de durum farklı olmayacaktır. Ülkemizde hammadde bulunmaktadır. Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri ve çeşitli madenler.. Sanayi gelişmediği için bunlardan dokuma fabrikaları veya demir fabrikalarında faydalanamıyoruz. Fabrika açsak, gümrükte korunmazsa onların fabrikaları ile baş etmemiz mümkün olmayacaktır. Zaten geçmişte var olan kendimize has bez vb. dokuma tezgâhlarımız yabancılarla rekabet edemedikleri için ezilip gitmişlerdi. Kendi tarımını, sanayini, ticaretini ileri götüremeyen bir toplum, sefil perişan olur. Halkına haydutluktan başa yapacak iş kalmaz. Üzerinde durulması gereken ana soru şudur:

İngilizler bizi mahvetmek için neden bu kadar uğraşmaktadırlar?
Âkif, bu soruya cevap verebilmek için genel durum hakkında da bilgi verir. Dünya Harbi’nin başlangıcında İngilizler, “biz bütün milletlerin istiklâli için savaşıyoruz” diye açıklamış ve bunu sürekli tekrar edip durmuşlardır. Bunun üzerine İngiliz sömürgesi altındaki yüz milyon Müslüman’da, istiklâl sevdası uyanmıştır. Mısır’da, Hindistan’da “kendine has bir vahşetle” bunları bastıran İngiltere, bir daha başkaldırmamaları için, dünyada müstakil hiçbir Müslüman ülke bırakmamalıydı. Ateşkesten sonra ise, iki müstakil hükümet kalmıştı. Bunlar Osmanlı ve İran idi. İran hükümetinin icabına bakan İngilizler, “bir lanet halkası gibi” Acemlerin boynuna İngiliz himayesini geçirdiler. Geriye sadece biz kaldık. Asıl düşmanlık bizedir. Asırlarca Hilâfeti elinde tutan, İslâm âlemi adına Haçlılarla yüz yıllardır savaşan bu milletten, dünyanın her yerindeki Müslümanlar, kurtuluşları, bağımsızlıkları için yardım bekliyorlar. Genel miktara göre nüfusumuz az olmasına rağmen bu halkın, İslâm âleminde “pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır”. Bütün Müslümanlar, Osmanlı Saltanatının, İslâm Halifeliğinin devrilmesinin, cihanın imanını sarsacağını bilirler. Böyle bir durumda bütün İslâm ülkeleri müthiş bir depreme tutulmuş gibi hasara uğrayacaktır. Hint, Mısır bir yana, dün ülkemiz olan işgal altındaki Suriye, Irak’taki ihtilâl, isyan ve kıyamlar, bize hem İslâm âleminin hem de düşmanlarımızın kayıtsız kalamayacağını göstermektedir. Onun için “İngilizler bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar.”

KAFASI İSTENEN, DİŞİYLE TIRNAĞIYLA UĞRAŞIR
Balkan Muharebeleri, Dünya Savaşı bizde can, mal, kan bırakmamıştır, doğru. Ama durumumuz, “silahsız bir adamın dağ başında silahlı haydutlar tarafından kuşatılmasına” benzemektedir. Bu halde kafalardan geçen, ister istemez eşkıyanın emrine boyun eğmektir. Ama dikkat edilmelidir. Silahlı haydutların istedikleri, ortalarına aldıkları çaresiz kimsenin parası, elbisesi, ayağındaki papucu, başındaki külâhı değildir. Bunları isteseler, verilmesi uygundur. Ama bunlarla yetinmemektedirler. Çaresiz herifin, “kollarını, bacaklarını kestikten sonra, boynunu uzat, kafanı da ver, diyorlar!. Mademki teklif bu kadar ağırdır, artık bunu hiç kimse kabul edemez. İster istemez dişiyle, tırnağıyla uğraşır, çabalar. Nefsini imkânının son derecesine kadar müdafaaya bakar.” Âkif’in; konuşmasının bu safhasında, sesinin tonunu yükselterek tereddüt edenlerdeki son kırpıntıları da silmek üzere gürlediği anlaşılmaktadır: “Ey cemaat-ı Müslimîn! İşte bugün bizden istedikleri, ne filan vilayet, ne falan sancaktır. Doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir, hilafetimizdir, dinimizdir, imanımızdır.”

DURUM TAMAMEN ÜMİTSİZ DEĞİLDİR
Yalnız, o silahlı haydutların da korkuları vardır. Biz biraz daha dayanırsak “cehennem olup gideceklerdir”. Çünkü düşmanlarımızın önünde biri İslâm, diğeri Bolşevizm olmak üzere iki tehlike bulunmaktadır. İslâm’a karşı her türlü tedbiri almış bulunmaktadırlar. Ama altı-yedi yıldır devam eden harp, mazlum milletlerin gözlerini açmış bulunmaktadır. Artık İngilizler, sömürgelerinde bulunan insanlardan eskisi kadar emin değillerdir. Mazlum toplumlar; kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anlamışlar, harp içinde bulundukları için yeni icat edilen silahlar, bombalar nasıl kullanılır öğrenmişler, hücum nedir, müdafaa nasıl yapılır anlamışlardır. Kendilerini harbe süren Avrupalıların, verdikleri sözlerin hiçbirinde durmadıkları gibi, hürriyet, rahat, huzurun da onlar tarafından kıyamete kadar verilmeyeceğini iyice anlamışlardır. Asya’nın kuzey kısmındaki Müslümanların tamama yakını silahlanmış, geri kalanlar da silahlanmaktadır. “İstiklâl sevdası” her tarafta uyanmakta, “İslâm tehlikesi” düşmanlarımızı titretmektedir.
Diğer yandan Bolşeviklik, “Avrupa’nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silahtır”. Kapitalist Avrupa hükümetlerini ürküten bu hareket, yangın kıvılcımlarını Paris, Londra, Roma ufuklarına da dağıtmaya başlamıştır. Sermaye sahipleri ile amele arasındaki gerginlik, harpte son derece artmıştır. Çarlık devrilmiş, Rus soylularının bitmez tükenmez imtiyazları, servetleri, varlıkları yerle bir olmuştur. Yedi yıldır devam eden harp afeti; “kırk elli milyon” insanın helakine sebep olmuştur. Birkaç zalim yönetimin istibdadını artırma, birkaç soyguncunun kasalarını doldurma dışında her kesim sefil, perişan, tahammül edemez durumdadır. Ahlâk, hayâ, ırz, namus, güven adına ne varsa silip süpürdü. İnsanoğlu, her türlü erdemden sıyrılarak “yırtıcı hayvanlar” derekesine indi. Artık Batı Medeniyeti denilen “rezil âlemin, bir an evvel hâk ile yeksan olmasını” temenniden başka söylenecek söz kalmamıştır. Yalnız bu sözlerden, ilim, irfan düşmanlığı çıkarılmamalıdır. “Benim bütün insanlar hesabına, bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o da her manâsıyla pâk, yüksek, namuslu, vakarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyet-i fazıladır.” Batı Medeniyeti, maddiyattaki ileriliğini manevî alanda katiyen gösterememiş, tam tersi ihmal etmiş hatta bile bile mahvetmiştir. “Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını tashih etmişlerdir.”

Bolşeviklerle İttifak
Âkif, camide ilgi çekici stratejik çözümlemeler de yapar. Daha 1920’de iken düşmanı denize dökmeden söz eder. Avrupa devletlerini Bolşevik tehlikesi titretmektedir. Bizde ise Bolşeviklik tehlikesi yoktur. Çünkü ne bankalarımız, ne amele meselemiz, ne de arazi meselemiz vardır. Bütün hareket ve uygulamalarımızı yönlendiren değerlerimiz ise, belki Bolşeviklerin asırlar sonra bulabilecekleri en yüce, en insani, en merhametli, en fıtri prensiplere sahiptir. Bolşevikler, Kapitalist Batı Medeniyetini yıktıklarında, bizim esasta sarsılacak bir durumumuz olmayacaktır. Ancak Batıdan taklit yoluyla alınan kısımlar sarsılacaktır. Onlar da esasta değildir. Onun için bizde Bolşevik olmaya ihtiyaç da yoktur. Bizim, kendi değerlerimize sarılmamız kurtarıcı olacaktır. O zaman, “düşmanın düşmanı dosttur” düşüncesiyle, karşı cephe olarak Bolşeviklerle ittifak edilebilir. Batının, Müslümanları ezmek için güç aldıkları kurumlarını yıkmak üzere, Bolşeviklere yardım edilebilir. Elbette böyle bir ittifaktan biz ne kadar faydalanırsak Ruslar da o derecede yararlanacaklardır. Dört bir yandan kuşatılmış olan İslâm âlemi için de Bolşevik ittifakı, silahlanma, bağımsızlığı elde etme, “arkalarından emin olarak önlerindeki düşmanı denize dökmede” faydalı olacaktır. Düşüncede ittifakı kabul ettikten sonra uygulamada bu işi yapmaya yetkili olanların zamanı ve yeri ayarlamaları gerekmektedir.

Âkif, sömürgecilere karşı mücadelenin zorunluluğu hakkında İngilizlerin Hindistan uygulamalarını örnek verir. O coğrafyada her şehirde, iki ayrı yerleşim şekillenmiştir: İngiliz ve Hintli mahalleler. İngilizlerin toplumuna girebilmek mümkün değildir. O kadar ki bir Hintli, temiz giyinmek istese vergi vermeye mecbur tutulur. Trenlerde Hintlilerin vagonları ayrıdır. Hastanelerde koğuşları ayrılmış, çaresiz insanlar o koğuşlarda yatmaya mecbur bırakılmıştır. İngilizler insan muamelesi etmemelerinin gerekçesini şöyle açıklamaktadırlar: “Maymunlar adam olur, Hintliler adam olmaz!” Bu zihniyetin ardı gelmektedir. Bir İngiliz Hintliyi istediği gibi dövmekte, ceza almamaktadır. Öldürürse, çok hafif bir para cezası verilmektedir. Üçte birinden fazlası karnını doyuramayan Hintlinin, kazancının yüzde altmışı İngiltere için harcanmaktadır. Geçen yüzyılda seksen yıl içinde on sekiz milyon Hintli açlıktan ölmüştür. Bu yüzyılın ilk on altı yılında ise açlıktan ölenlerin sayısı yirmi milyondur. Yetmiş yıl önce bizim para ile günde kırk para kazanan bir Hintli bugün üç kat aşağı düşerek on beş para kazanmaktadır. Bütün bunlara rağmen bir İngiliz’e göre, üç kat fazla vergi ödemektedir. İngilizler de topladıkları parayı, sömürge halkı arasında ayrılık, iç çatışma çıkarmakta harcamaktadır. Seksen milyon Müslüman Hintli için, sadece bir tek lise (sultaniye) açılmıştır. İngilizler onu da çok görmektedirler. Halkın İngiliz liselerine gitmesi ise yasaktır. Hintlinin değil silah taşıması, büyücek bir çakıyı taşıması bile şiddetli cezayı gerektirmektedir. Ateşkesten itibaren kasapların bıçakları, berberlerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim edilmektedir. Hintli halk, İngiliz memurları, Hindistan’a yerleşen İngilizler ve melezler dışında hayvan görülmekte, adaletli, medeni İngilizler, onları insanlığın en aşağı sınıfı saymaktadırlar.

Benzeri bir durum; Afrika’da Cezayir, Fas, Tunus’ta Müslümanlara, Fransızlar tarafından uygulanmaktadır. Aynı yerlerde yaşayan Hıristiyan ve Yahudiler, vergilerin hiç birini vermezken Müslümanlar, Osmanlı devrinden kalma vergilere ek olarak Fransızların koyduğu “kapı, pencere” vergilerini de vermektedirler. Bu yüzden çaresiz kalan Müslümanlar, topraklarını, gelir getiren işyerlerini, hayvanlarını aralarında anlaşarak Hıristiyanlar veya Yahudilerin üzerinde göstermekte, böylece külliyetli para verdikleri gibi mallarını da kaybetmektedirler. Fransız adaleti, sadece Müslümanların vergisi ile yaşayan belediyelerde, hiçbir Müslüman üye bulundurmamaktadır. Var olanların da oy hakkı yoktur. Müslümanlara hayvan muamelesi uygun görülmektedir. Müslüman halkın, hayat alanını daraltmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Cezayir ve Tunus’ta kabilelerin ortak arazileri vardır. Bu araziler sürekli Fransızlar tarafından karşılıksız gasp edilmekte, hayvanlarını geçindiremeyen çaresiz Müslümanlar da zorunlu olarak güneye-çöle doğru çekilmektedir. Fransızlar, yeni köy kuracakları zaman Müslümanların arazilerini bedava aldıkları gibi, suyu da Müslüman köylerinin elinden alıp onları susuz bırakarak Hıristiyan köyüne götürmektedirler. Bütün bunlardan sonra, Hıristiyan köyüne geliri, yine Müslüman köylerinden elde etmekte, onlardan topladıkları belediye vergisini kendi köylerinin zenginliği için harcamaktadırlar. Bir Fransızın bu topraklarda Müslüman aleyhine dava açmasına gerek yoktur. Çünkü isterse dövmekte, isterse öldürmektedir. İşte Türkiye’de de aynı duruma düşmemek, oralardaki kardeşlerin imdadına yetişmek için uyanmak, gözlerin açılması gerekmektedir.

Aslında İngiliz’in; Hint, Mısır, Irak, İran, Sudan, Filistin, İrlanda, İngiltere derken kendi güçleri dağılarak zayıflamıştır. Din kardeşlerine karşı silah kullanmak istemeyen sömürge askerlerine de güveni kalmamıştır. Artık İngiltere’nin bizi ezmek için geriye iki gücü kalmaktadır: Yunan ordusu ve içimizde çıkaracağı iç kargaşa. İkincisi olmazsa birincisinin önemi yoktur. Aklımızı başımıza aldığımızda Allah’ın yardımı ile bağımsızlığımızı kazanmamız zor olmayacaktır. Doğu vilayetleri halkı, düşman işgalini gördükleri için aralarında tefrika çıkmasına izin vermeyip, İngiliz iğfaline kapılmadı. Sınır boylarında düşmanı yenerek, müstahkem Kars kalesine bayrağımızı diktiler. Anadolu’nun batısındaki rezil düşman da Ermenilerin hakkıyla uğradıkları akıbete uğratılmalıdırlar. Bizi mahvetmek için düzenlenen Sevr paçavrasını, “mücahitlerimiz şark tarafında yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazife Anadolu’muzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslâm için bu diyarda beka imkânı yoktur.”
Bu “din-i mübîn”, Allah’ın emanetidir. Atalarımız o uğurda canlarını verip, kanlarını dökerek, inançlarının temiz mahremiyetine yabancı ayak bastırmamışlardır. Babadan oğula asırlardır gelen bu en büyük emanete hıyanet kadar zillet tasavvur edilemez. Yoksa bugünküler, o muazzam ataların evlatları değil midir? Düşman eline geçen Müslüman yurtları en etkili ibret levhasıdır. Endülüs, o zengin, ileri, varlıklı bağrında on beş milyon Müslüman’ı barındıran Endülüs diyarı, bugün baştanbaşa dolaşılsa tek bir Müslüman’a rastlanılmaz. Birlik çağrılarının batı ufuklarında yankılandığı Endülüs ufuklarını, şimdi çan sesleri doldurmaktadır. Minarelerinin yerini, çan kuleleri almıştır. Yüksek medeniyetin, gelişmenin, umranın en sonuna varan Endülüslüler, birbirine düşerek vatanlarını “üç buçuk İspanyol’a karşı” korumaktan aciz kaldılar. O zavallı dindaşlardan ibret alınmalı, İslâm’ın son sığındığı yer olan bu güzel topraklar, düşman istilası altında bırakılmamalıdır. Ümitsizlik, tembellik, ayrılık, büsbütün bir yana atılıp, mücadele ve birliğe sarılmalıdır. Allah “Hak yolunda mücahede için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir.” Âkif, sonu hep “Âmin”le biten şiiriyle konuşmasını bitirir. Duygular şaha kalkmış, bedenler ürpermiştir. Kendisi de aynı duygular içinde veciz duasını yapar: “Boğuyor âlem-i İslam’ı bir azgın fitne/ Kıtalar kaynayarak girdi o girdap içine.” (Karan, 251/14–15). “Müslüman yurdunu her yerde felâket vurdu; / Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu. / O da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer-i mübîn. / Hâksâr eyleme yâ Rab onu olsun! –Âmin!” (Sebilürreşad, 15 Rebiülevvel 1339/25 Teşrinisani 1336, c.18, S.464, s. 249-259).

Âkif’in konuşması ardından onun söylediklerini doğrulayan bir müjde haberi halka verilir. Camide bulunan kumandan Muhiddin Paşa, Ermenistan muzafferiyetini halka camide müjdeler. Sevr denilen paçavra, “Allah’ın yardımıyla Doğu tarafından yırtılmıştır.” Cami; bayram sabahı halini alır. Sevincinden ağlayarak kucaklaşanlar, birbirini tebrik edenler, haberi şehrin dört bir yanına yayarlar. Davullar, mızıkalar, silahlı askerler, rengârenk bayraklarla sokaklar dolaşılır. İkindi Namazından sonra Kışla Meydanında bütün askerler sıralanır, halk toplanır, konuşmalar yapılır, zafer kutlanır, şenlikler yapılır.

Âkif’in âdeta yüreğinden koparak atmosferi kaplayan sözlerinin, hamaset değil, mantık ve bilgi içeren ifadelerinin, toplum üzerindeki etkisi açıkça görülmüştür. Mücadeleden vazgeçen, ümitsiz bir kadercilikle artık “yıllardır savaştık da ne oldu” diyerek “başını isteyenlere” onu, koyun tavrı ile verecek hale gelen, iç isyan ve kargaşalar ile ümitsizliği artan halka bir diriliş muştusu gibi gelmiştir. Kastamonu’daki konuşmaları, hutbelerinin etkisi kazalara, köylere kadar yankılanmıştır. “Hitabelerin halk üzerindeki muazzam tesirini gören Hükümet, üstadın kazalardaki halkı da irşat etmesini rica” eder (Fergan, 1962, 145-146). Bunun üzerine Âkif, Kastamonu kazalarında da cami konuşmaları yapar. Sebilürreşad’ın 465, 466, 467. sayılarında bu konuşmalar aynı zamanda dinleme fırsatı bulamayanlar için yayınlanmıştır.

KASTAMONU İLÇELERİNDE
Âkif, bu konuşmalarında da önce durum tespiti yapar, ardından toplumu silkeleyip sarsacak sözlerini söyler. Herkesin kabul ettiği bir gerçek vardır. O da bugün dünyada, İslâm Ümmeti kadar “sefil bedbaht, perişan, aciz, kudretsiz, kuvvetsiz, ilimsiz, irfansız bir cemaatin” olmadığıdır. Üç yüz elli, dört yüz milyon, tek Allah’a inanan müminin hali, “dostları kederinden öldürecek, düşmanları ise sevincinden çıldırtacak derecede sefil”dir. Bu nasıl olmaktadır?
Âkif, örnek olarak başından geçen bir olayı anlatır. Daha önce zeki, gayet bilgili bir Avrupalı ile yakınlık kurmuştur. Adam gezgin, meraklı birisidir. Bir ara Arabistan, İran, Hindistan taraflarına gitme hevesine düşer. Seyahate çıkmadan önce, gezi sırasında sıkıntı çekmemek için de biraz Arapça, Farsça öğrenmek için Âkif’e müracaat eder. O da bu kadar bilgili bir Avrupalının isterse İslâm âlemine büyük hizmetler verebileceğini düşünerek, yarı şaka-yarı gerçek şöyle der: “Ben sana iki lisanı da öğretirim. Yalnız bir şartla: Müslüman olmak şartıyla.” Adam böyle bir teklifle karşılaşacağını düşünmemenin şaşkınlığı içinde yüzüne bir süre baktıktan sonra, Müslümanlığın Hıristiyanlıktan daha iyi bir şey olmadığını, bildiğini söyler. Âkif, bu bilgileri doğu bilimcilerden öğrendiklerini, doğu bilimcilerin ise, doğruyu saptıran “maskara” kimseler olduğunu belirtir. Adamın cevabı çarpıcıdır:

“Haydi, bunu kabul edeyim. Lâkin görünen köy kılavuz ister mi? Dünyanın her tarafına serpilmiş olan Muhammedîleri görmüyor muyum? Rusların, Fransızların, İngilizlerin, Felemenklilerin tabiiyetinde yarım milyara yakın dindaşınız bulunuyor. Rica ederim beni de onlar gibi mi yapmak istiyorsun? Asırlardan beridir bütün Hıristiyan milletler çalışır, çabalar günden güne terakkî eder, refah içinde, huzur içinde, adalet içinde, âsâyiş içinde yaşar dururken Müslümanlar tamamıyla bunlara makûs bir hayat içinde sürüklenmiyorlar mı? Dindaşlarınızın bugünkü sefaletini iklimin tesirine, ırkın tesirine, muhitin tesirine atfetmek de kabil değil. Çünkü bakıyorum, aynı iklimde, aynı muhitte yaşayan, hatta lisanları, ırkları bir olan bir Hıristiyan yahut bir Mecusî yahut bir Budist ile bir Müslüman arasında dünyalar kadar fark var: Ötekiler zengin, bu fakir. Ötekiler terakkî etmiş, bu günden güne geriliyor. Ötekiler efendi, bu ırgad. Ötekiler geceli gündüzlü çalışıyor, bu atıl, bâtıl. Ötekiler okuyor, yazıyor, bu alabildiğine cahil. Ötekilerin şehirleri, köyleri tertemiz, bu pislik içinde, sârî hastalıklar içinde kıvranıp duruyor. Ötekiler el ele, baş başa vermişler, cemiyetler, cemaatler, şirketler vücuda getirmişler. Mesud bir halde terakki ediyorlar, teâlî ediyorlar, bu cemiyetsiz, cemaatsiz, nizamsız, intizamsız yaşıyor. Dindaşım dediği adamlarla arasında hiçbir rabıta yok. Onların saadetinden memnun olmak, felâketinden acı duymak şöyle dursun, haberdar bile değil. Ufak tefek hükümetler vücuda getirebilmiş ise onların da hiç biri kendisine adalet, rahat temin edememiş. Gördüğü zulme karşı isyan etmek, hiç olmazsa tazallümde bulunmak, gasp edilen hakkını ihkak için bir hareket göstermek hatırına bile gelmiyor. Kendi dindaşına itimat etmiyor. Yabancılara daha ziyade muhabbet, daha ziyade temayül gösteriyor.”
Bu defa şaşkınlık Âkif’tedir. “Herifi bırakmış olsaydım” İslâm Âleminin canlı bir coğrafyası, haritası gibi, saatlerce açıklamalar yapıp, binlerce acıklı durumu gösterecekti, diyerek sözünü kesmiştir:
Bir dinin leh veya aleyhine düşünce geliştirmek için, yalnızca o dine inandığını söyleyen insanların tavrına, kıyafetine bakmak doğru değildir. Sizin düşünceniz, birkaç hasta hekim görüp tıp, doktorluk aleyhine bulunmak gibi oldu. Bir doktor, bir hekim, tıp ilminin geliştirdiği kural ve kanunlara zıt hareket eder ve bunun cezasını çeker. Bundan dolayı tıp ilmine bir günah, sorumluluk düşer mi? Bugünkü Müslümanlar, anlattığınız halde iseler, İslâm’ın kabahati nedir? İslâm dini hakkında söz söyleyecekseniz öncelikle onun temel kaideleri, prensipleri, esaslarını incelemiş olmalıydınız. Eğer İslâm’ı Müslümanların yaşayışından öğrenmek istiyorsanız, şimdiki hali değil bundan on iki asır önce dinin hakiki halini yaşayanların halini inceleyip itibara almanız gerekirdi. İslâm’ın esasları, kitap ve sünnette çok açık kaydedilmiştir. İlk inen ayeti “Yaratan Rabbinin adıyla oku”dur. Altı yüz sayfalık kitabı olan bir dinin ilk emri “oku” ile başlayan, okumayı, yazmayı, ilmi, irfanı teşvik edip, himaye eden bir din, bilenlerle bilmeyenleri bir tutmayan, âlim olanları üstün tutan bir dinin bugünkü inanları ilim ve irfandan mahrum, cahiller topluluğu olduysa din ne yapsın? Müslüman şehir ve köylerini dolaşınca temizlik, nezih hayattan bir şey görmemişsiniz. Hâlbuki İslâm’ın bütün bedenî ibadetleri, temizlik üzerine kurulmuştur. Temiz olmadıkça bir Müslüman, ne abdest alabilir, ne Allah’ın huzuruna çıkabilir. “İmanın yarısı temizliktir”. Üstü-başı, eli-yüzü, çamaşırı, oturup-kalktığı yer temiz olmak zorundadır. Temiz olmadan, ölüm dışında mazereti olmayan namazı kılamaz, haftada birkaç defa bütün vücudunu yıkamak zorundadır. Kur’an’da, sünnette, Peygamber hadislerinde telkin edilen temizlik ile ilgili bitmez tükenmez emirler, tıbbın, hayatın temeli olan temizlik üstüne iken Müslümanlar pislik içinde ise bunun suçu kimin üstünde olmalıdır?

‘Müslümanlar dünyanın her yanında derneksiz, cemaatsiz yaşıyor’, diyorsunuz. İslâm kadar cemaati, birliği, kardeşliği, samimiyeti telkin eden bir din gösterilebilir mi? Dinin beş “direği” vardır ki, beşi de doğrudan doğruya birliği, bütünlüğü telkin eder. Beş vakit namaz, cemaat bütünlüğü demektir, Zekât, cemaati merhamet, şefkat ve hürmet, minnet hisleri ile birbirine bağlamak demektir. Hac gibi dünyanın dört bir yanından gelenlerle yılın belli günlerinde birlik olmak nerede görülmüştür? Namazı, zekâtı, haccı birlik isteyen, Kur’an’ı, minberi, arşı, kürsisi, Huda’sı bir olan, bütün ibadetleri bir dille yapılan Müslümanlar arasında ayrılık, gayrlık hüküm sürüyorsa bundan İslâm sorumlu tutulabilir mi? “Cemaat rahmettir, ayrılık azaptır”, “Cemaatten uzaklaşmak Allah’tan uzaklaşmaktır”, “Müslümanların birbirine karşı durumu, bir binayı meydana getiren kayaların birbirine perçinleşmesi gibidir” diyen hadislerin bulunduğu bir dinin, Muhacirine, Ensar’ın gösterdiği fedakârlığı, kardeşliği gösteren dünyada başka bir örneği var mıdır? Birliği güçlendirin. Müslümanlar arasında “fesat çıkaran bizden değildir” gibi birçok hadis bulunmaktadır. Yermük Muharebesi’nde olmalı, yarım matara suyun, yaralılar arasında, “bir yudum su” diye inleyen insanlar arasında dolaşması gibi bir feragat örneği görülmüş müdür? İslâm tarihinde görülen o birlik, birbiri için fedakârlığın en yüksek örneklerine rağmen bugün Müslümanların, şirazesi kopmuş kitap sayfaları gibi dağınık hale gelmesi, özde dinden kaynaklanmamaktadır. Adaletsizlik de öyle. Değil dindaşına, düşmana karşı da adaleti emreder. Her Cuma, minberlerden; “Allah size adaletle muamele etmeyi, hiçbir zaman iyilikten ayrılmamayı emrediyor” ayeti okunur. Hz. Ömer’in Kudüs’e girerken başka dinden olanlara karşı tavrı ile Hıristiyanların, aldıkları Müslüman şehirlerinde ortaya koydukları vahşet kıyas edilmelidir.
Âkif’in, bu doğrultudaki örneklerine, Avrupalı tanıdığının itirazı yoktur. Ama cevabı yıkıcıdır: “Eğer evvelce Müslüman memleketlerini gezmiş, Müslümanların halini yakından görmüş olmasa idim, senin şu vermiş olduğun izahatı belki kabul ederdim. Lâkin kemâl-i teessüfle söylüyorum ki gözüyle gördüğü şeyin aksine inanmak insan için pek kolay bir şey değildir!..”

Âkif burada, Fransızların hayatta olan meşhur yazarları Gustav Lebon’dan da örnek verir. Bir Mısır prensine, doğuyu, İslâm Medeniyeti’ni incelediğini söyleyen Lebon, şu soruyu sormuştur: “Allah peygamberlerin en akıllısını size göndermiş. Kitapların en iyisini sizin elinize vermiş. İklimlerin en latifi, toprakların en zengini, insanların en mutisi, en zekisi sizde bulunuyor. Böyle iken nedir bu sizin sefaletiniz? Mümkün olsa da size beş altı sene şeyhülislâmlık etsem memleketinizi cennete çevirirdim!” Şair, adamı doğrulamaktadır: “Hakikat bizler hazinelerin üzerine oturmuşken gelip geçene avuç açan dilencilere, ekin ambarlarına yaslanmış olduğu halde, açlıktan ölen sersemlere döndük!” Atalarımızın bize kanları, canları pahasına emanet ettikleri koca koca iklimler, dünyanın en zengin en verimli topraklarını vere vere bugün “avuç içi kadar yere tıkıldık kaldık.” Önceleri “düşman önünden perişan bir halde kaçarken arkada sığınabilecek, barınabilecek bir ocak yahut bir bucak bulabiliyorduk.. Artık dinimizi, imanımızı, ırzımızı, namusumuzu, çoluğumuzu, çocuğumuzu barındırabilmek için arkamızda hiçbir yer kalmamıştır.” Düşman hilelerine kapılmaya devam ederek birbirimize girersek, son barınak da düşman eline geçecektir. Bu durumlarda düşmanın neler yaptığı bilinmektedir. Mübarek camiler kiliseye çevrilmekte, ezan sesleri susturulmaktadır. Böyle bir sonucu görmektense yaşamamak daha iyidir. Öyleyse birlik yoluna, temel değerlere dönmek, birbirimiz için fedakarlıklar yapmak, Allah’ın huzuruna alnı açık çıkmaya çabalamak gerekmektedir. Konuşma şöyle bitirilmiştir: “Ya Rabbi! İslâm’a ve Müslümanlara (fetihle) yardım et. Ya Rabbi! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı (din ve dünya işlerinde yere) sağlam bastır. Bizi kâfir kavimler üzerine muzaffer kıl.” (Sebilürreşad, 3 Kanun-ı evvel 1336/23 Rebiülevvel 1339, c.18, S.464, s. 267-271).

SEBİLÜRREŞAD’LA DERGİCİLİĞE DEVAM
Âkif, Nisan başlarında İstanbul’dan ayrılıp Ankara yoluna düşerken, Eşref Edip’e; “Sebilürreşad klişesini al arkamdan gel” talimatını vermiştir. O da bu doğrultuda hareketini geciktirmez. Hatta Kastamonu’ya geldikten sonra millî teşkilatlanma için çaba sarf eder. Bir küçük kazaya da uğrayan bu çabalarının en verimli kısmı Âkif’in Kastamonu’ya gelişinden sonradır. Zira Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camii vaazının yurt çapında büyük etki yapmasının gerisinde E. Edip vardır. Onun kayda aldığı bu cami vaazı, Sebîlürreşad’ın 464. sayısına alınıp Kastamonu Matbaasında günlerce çalışılarak on binlerce basılıp-dağıtılır. Aynı sayının Ankara’da ikinci baskısı yapılarak dağıtılır. İkinci baskının bitmesi üzerine, üçüncü baskısı yapılır. Dergi, Anadolu’nun büyük camilerinde, toplantı yerlerinde okunur. El-Cezire Cephesi Kumandanı Nihat Paşa, aynı sayıyı Diyarbakır Matbaasında bastırarak bütün cepheye dağıttırır. Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van vilâyetleri ile çevredeki illere gönderilir. Âkif’in Nasrullah Camii vaazı, Diyarbakır Camii Kebîr’inde Cuma namazından sonra halka okunur. Ayrıca kitap haline getirilerek tekrar basılıp dağıtılır. “Millî Mücadelenin mahiyeti, bu kadar açık bir dille halkın anlayabileceği surette” daha önce anlatılmamıştır. Sebîlürreşad, millî direnişin “manevî cephesini” kuvvetlendirmektedir (Şengüler, 1992, 9/257 vd.).

Âkif, Eşref Edip’le birlikte Ankara’ya Aralık 1920’de döner (Kocakaplan, 2002, 120).
Ankara’ya dönüşten sonra, M. Kemâl’in isteği üzerine Eşref Edip ve Âkif, istasyondaki küçük bir odada görüşmeye kabul edilirler. Mustafa Kemâl: “Kastamonu’daki vatanperverane mesainizden çok memnun oldum. Sevr Muahedesinin memleket için ne kadar feci bir idam hükmü olduğunu Sebîlürreşad kadar hiçbir gazete memlekete neşredemedi. Manevî cephemizin kuvvetlenmesine Sebîlürreşad’ın büyük hizmeti oldu. Her ikinize de bilhassa teşekkür ederim. Ben sizin daha İstanbul’da iken de Millî Mücadelemize yaptığınız hizmetlerinizi bilirim..” der. Âkif, “hemen hiç konuşmamıştır”. Eşref Edip, bu görüşmeden otuz yedi yıl sonra bile, M. Kemâl’le konuştukları bazı konuları açıklamaz. Yalnız görüşmeden sonra, “açık ve fazla” konuştuğu için Âkif, Eşref Edip’i paylamış, kızgınlığını yol boyunca belli etmiştir.
Derginin ilk sıralar “idarehanesi: Ankara’da Taceddin Dergâhı”dır. Sonra değiştirir: “Ankara’da Hürriyet Oteli karşısındaki sokakta” bir yer tutulur. Âkif, Millî Mücadele boyunca devlet matbaasında (Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü Matbaası) basılan, üç bin nüshası kendilerine verilen, beş yüz adedi hükümet tarafından dağıtılan Sebilürreşad dergisinde yazılarına devam etmiştir. Böylece “bir akımın temsilcisi olan” dergi, el altında tutulmakta, “dindarane ve anti-emperyalist fikirlerin kitlelere ulaşması, yönetimin işine” gelmektedir (Doğan, 1998, 99).
Bu minval üzere, üç yıl boyunca Anadolu’da yayınlanan derginin, 50 sayısından 47’si Ankara Hükümeti tarafından basılmıştır. Dergiye hükümetin toplam yardımı, günlük bir gazeteye yapılan bir aylık yardım kadardır. Umum Müdür Ağaoğlu Ahmet’in verdiği bilgiye göre, Sebilürreşad’a “beş bin küsur lira ve altı top kâğıt” verilmiştir. Matbaaya derginin müsveddeleri getirilmekte, basıldıktan sonra üç bin nüshası sahibine, her sayıdan beş yüz nüsha Hükümete parasız olarak verilmektedir. Hükümet bu dergileri kendisi dağıtmaktadır. Şu duruma göre normal baskılarda derginin baskı sayısı, üç bin beş yüzdür (Sarıhan, 1996, 192).

Hâkimiyet-i Milliye’ye de benzeri işlem yapılmaktadır. Ağaoğlu’nun açıkladığına göre; Hükümetle Öğüt gazetesi ve Sebilürreşad dergisi arasında bir anlaşma bulunmaktadır. Eldeki yazılı metne göre hükümet, her iki yayın organına her sayı için 60 lira yardım etmeyi üstlenmiştir. Bu doğrultuda Ağaoğlu’nun müdürlüğü sırasında da dergi, haftalık olarak düzenli çıkarılmıştır. Meclis’te Genel Müdürlük bütçesi görüşülürken (7 Ekim 1922) çıkan tartışmalar üzerine, basına yardım olarak Genel Müdürlük bütçesinde gösterilen 30 bin liranın çıkarılmasını, Âkif ve arkadaşları ister. Bazı milletvekilleri de bu tür yardımın, “basın özgürlüğünü kısacak” bir öze sahip olduğunu, hükümete de bu imkânı vereceğini belirterek Anadolu basınına desteğin, propaganda ve basın maddesindeki ödenekten karşılanmasını isterler. Sonuçta, yapılan oylama ile Umum Müdürlük bütçesinden basına verilen yardımın tümü kesilir (Sarıhan, 1996, 193).
Ayrıca, tarihe dikkat edilirse artık, Yunan kuvvetleri Anadolu’dan temizlenmiş, İngiltere başta barış görüşmeleri süreci başlamış, yönetimin İslâmcı bir dergiye ihtiyacı kalmamıştır. Resmi desteğin kesilmesinden sonra, her şeye rağmen dergi, güçlükle çıkartılmaya çalışılır. Haftalık iken, aylık, iki aylık gecikmelerle çıkmaya başlar. Bir sayısı Öğüt, biri Ali Şükrü Matbaasında basılır. Şu görüş ilgi çekicidir: İslâmcı grup; yönetim, “Batının iki büyük sömürgeci gücüyle ‘İngiltere ve Fransa), anlaşma ihtimali kuvvetlendikçe, merkezin dışına doğru itilmiştir. Bilhassa İngiltere ile ilişkiler geliştikçe, İslâmcılara ihtiyaç azalmış ve netice olarak belki de onların tepkilerini çekmemek için bu grup kenara itilmiştir” (Doğan, 1998, 105).

İSLÂM BİRLİĞİ
Âkif, temel inanç itibariyle ömür boyu zikzak çizmemiş bir karakterdir. İslâm inancı düşüncelerini şekillendirmektedir. İslâmcıdır. Bu yüzden, ırkçılık çizgisine doğru kaymayı, kesinlikle inanç reddi ile ilişkilendirir: “Müslümanlığa veda etmedikçe kavmiyet davasında bulunamazsınız, kavmiyet gayretine düştükçe de Müslüman olamazsınız” der. İslâmcılığı, gelenekçi bir yapıda değildir. Moderndir. “İslâmî modernleşme” görüşündedir (Erdoğan, 1986, 154-158). “Alınız ilmini Garbın, alınız san’atini; / Veriniz hem de mesainize son sür’atini. / Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; / Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin..” demektedir. “Tek dişi kalmış canavar”ın ilmini, sanatını; hangi esasları merkeze alarak son derece gayretle alacaktır? Bunu da düşünmüştür. “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” derken, dinin özü ile asrın gelişmelerini takip ve ilişkiye geçirme görüşündedir.
Devlet için, bütün dünyaya, özellikle İslâm ülkelerine abanan Batı karşısında ayakta kalabilmek için bir başka gücün de elde edilmesi gerekmektedir. O da birlik olmakla mümkündür. Kardeş yüreklerin dayanışması ile hayatta kalınabilecektir. Çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti’nin kurtarılması, İslâm Birliği ile sağlanabilecektir (Celkan, 1986, 172). Sadece Osmanlı Devleti sınırları içinde değil, İslâm Âleminde tanınmış olması, başyazarlığını yaptığı dergi ve dostları ile birlikte bu doğrultuda bir ekip oluşturmuştur.
Millî Mücadele Ankara’sına, Meclis içinde ve dışında hem Türk Milletine hem de İslâm âlemine Kuva-yı Milliye yönetimini benimsetecek, meşruiyetini kabul ettirecek saygın şahsiyetler getirilmiştir. Âkif dışında, M. Kemâl tarafından davet edilenler içinde; İstanbul’un işgalini bir risale yayınlayarak kınayan Dârü’l-Hikme üyesi, Meclis’te 1922’de bir konuşma yapan Said Nursi (Doğan, 1998, 105); ülkesi harp içinde olan Trablusgarp (Libya) lideri Şeyh Sunusi bulunmaktadır. Ayrıca ilk Meclis’in başkan yardımcılarının bu tür kanaat önderlerinden seçilmesi, açılışın 23 Nisan 1920 Cuma gününe denk getirilip, Hacı Bayram Veli Camii’nde topluca kılınan namazdan sonra kurban kesilerek, dua yapılarak hepsinden önce de bütün ülkeye Mustafa Kemâl’in emriyle Kuran ve Hadis hatmi emrinin verilmesi, sebepsiz değildir. Aynı düşünce ile değerlendirilirse, Meclisin açılışından bir gün sonra Âkif’in Ankara’ya bizzat Heyet-i Temsiliye lideri emriyle davet edilmesi de bu doğrultuda bir düşüncenin ürünüdür. Haçlı saldırısı karşısında vatan müdafaasına kalkan, eldeki cihan devleti paramparça olan bir milletin, moral değer olarak dayanağı; milletin inancı ve yeryüzünde ezilen de olsa aynı değerleri paylaşan mazlum toplumlardır. Saldırıya uğrama yönündeki ortaklık, mücadele yönlerini tayin etmekte ve dayanışmayı zorunlu kılmaktadır. Üstelik yeryüzündeki bütün İslâm toplumları aynı zaman diliminde benzer bir alın yazısını paylaşmaktadırlar. Benzer bir kaygı ile Osmanlı Devleti, Almanların da isteği ile Birinci Dünya Savaşı başlarında Cihat Fetvasını yayınlamış, İslâm Birliği doğrultusunda çalışmalar yapmıştır. Millî Mücadele günlerinde de bu tür bir çalışma yapılır.
Yarı resmî gazete hükmünde olan Hâkimiyet-i Milliye’de, Matbuat ve İstihbarat Müdürü Hüseyin Ragıp, 11 Mart 1921’de bir yazı yayınlar. Yönetimin fikrini yansıtan yazı, İslâm Kongresi fikrini savunmaktadır. Bütün İslâm devlet ve topluluk temsilcilerinin katılacağı bir İslâm Kongresi, Meclis Hükümetinin, İslâm dünyasına yönelik faaliyetleri içinde önemli bir adım olacaktır. Millî Mücadele lideri “Ankara’da bir İslâm Kongresi yapılmasının faydalı olacağını” düşünmüştür. Eskişehir bozgunundan önceki aylardır. Bu konuda Sebîlürreşad da (21 Mart 337 (1921), S. 476), İslâm toplumlarının parçalanıp yaman bir azaba uğradıklarını, onun için ortak dertlere ortak çözüm aramaları gerektiğini belirtir. E. Edip imzalı yazı; Anadolu’da bir İslâm Kongresinin, bütün Müslüman düşünceleri üzerinde büyük tesiri olacağını, bütün ümitsiz gönüllere yeni bir ümit soluğu ve hayat bahşedeceğini belirtmiştir. Bu sıra İngilizler de, Mekke’de bir İslâm Kongresi toplama hazırlığındadır. Aslında kongreyi, Mısır’da toplamak isteyen İngilizler, oradan yüz bulamayınca, yandaşları Mekke Emiri’ne başvurmuşlardır. Böylece, Türkiye’ye uygulanan yok etme çabalarının İslâm âleminde oluşturacağı galeyan ortadan kaldırılacaktır. Anadolu hareketinin, İslâm toplumlarına direniş örneği olması da önlenmiş olacaktır. Bu sıra Hüseyin Ragıp, M. Kemâl’den, Sebilürreşad sahibine bir emir getirir: “Paşa böyle bir kongrenin burada toplanmasını çok ehemmiyetle telâkki etti. Derhal bir büronun teşkilini emretti. Sen, Âkif Bey, Şeriyye Vekili Mustafa Fehmi Efendi, Başkâtip Recep Bey, dördünüzün bu işle meşgul olmasını tensip buyurdular. Yarın derhal Recep Bey’le temas ediniz, işe başlayınız.”
Eşref Edip’in M. Âkif’e müjdelediği bu haberden sonra, dört görevli (Eşref Edip, M. Âkif, Şeriyye Vekili Mustafa Fehmi Efendi, Başkâtip Recep (Peker), İstasyon binasında bir küçük masa başında toplanırlar. Heyetin kâtipliğini Balıkesir Milletvekili Hasan Basri yapmaktadır. Kongre esasları kararlaştırılacak, dünyadaki İslâm devlet ve milletleri ile kimlerin davet edileceği tespit edilecektir. Mustafa Fehmi’nin başkan seçildiği komisyon bir beyanname hazırlayacak, Paşa imzalayacaktır. Recep Peker, beyannameyi Âkif’in yazmasını ister. Âkif, “Eşref yazar, ben görürüm” der (Doğan, 1998, 96). Öyle de olur. Eşref Edip, hazırladığı yazıyı Âkif’e verir. Âkif, uzun bularak, kısaltır. Ankara’da İslâm Kongresi heyeti, bir-kaç daha toplanır. Haberi alan milletvekilleri ve ulema sevinmiştir. Fakat Eskişehir bozgunu olur. “İttihad-ı İslâm”a vesile olacak “bu güzel fikir ve bu muazzam teşebbüs” geri kalır. Siyasi durumun değişmesiyle büsbütün başka şekil alır. E. Edip, kongre toplanmış olsaydı işlerin farklı gelişeceğini, düşman güçlerinin Anadolu’nun göbeğine kadar ilerleyemeyeceğini belirtir (Arabacı, 2004, 112). Sakarya Zaferi öncesinde ordunun geri çekilmesi, İslâm Birliği ile ilgili siyasî inisiyatifi tavsatmış, M. Kemâl bir Meclis konuşmasında “İttihad-ı İslâm fikrini bir hayal” diye tenkit etmiştir. Fakat bu tavrını; E. Edip’in konuşma sonrası ziyaretinde; “Ben kürsüde siyaseten öyle söyledim. Siz yine bildiğiniz gibi yazarsınız.” diye izah etmiştir (Karan, 254/58-60).
Eskişehir bozgunundan sonra, Ankara-Polatlı yakınlarına kadar düşmanın gelmesi panik havası doğurmuştur. Merkez Kayseri’ye taşınacak, askeri hareket kabiliyetini zayıflatacak unsurlar Ankara dışına gönderilecektir. Âkif, Kayseri yolunda ailelerin başında Eşref Edip’in bulunmasını ister. Kendi yanında sadece oğlu kalmıştır. “Benim kaldığım, icabında öldüğüm yerde oğlum da ölsün” demektedir (Uçman, 1986, 30). Yalnız Âkif de Ankara merkezde kalmaz. Gönderdiği kafile Kayseri’ye giderken o, tehlikenin daha azgın olduğu bölgeye, Nasihat Heyeti ile Sakarya boylarında tutunmaya çalışan orduya gider (Karan, 256/84). Askerin morale her zamandan daha fazla ihtiyacı vardır. Ancak zaferden sonra Ankara’ya döneceklerdir.
SAKARYA SIRASINDA ÂKİF
Yakın dostu Hasan Basri, anlatır: “İstiklâl muharebelerinin devam ettiği sıra Âkif’i görmeli idiniz. O, kafesleri yırtan aslanlar gibi kükrüyordu. Düşman Ankara’ya yaklaştığı sırada Âkif hiç istifini bozmadı., onun kuvve-i maneviyesi zerre kadar sarsılmadı; etrafındakilere hep ümit, hep iman, hep cesaret telkin etti. Sanki o kocaman bir dağ idi..” (Çantay, 1966, 25).
Âkif, Sakarya zaferinden sonra, büyük bir sevinç ve heyecan içindedir. “Sakarya Kahramanlarına” ithaf ettiği, zaferi ifade eden bir şiir söylemeye başlar. Görmek isteyen yakınlarına, “Bitirmeyince göstermek âdetim değildir” diyerek ısrarlara rağmen yazdığı mısraları okumaz. Veda Haccı gibi bu şiir de bir kısmı yazılmış olmasına rağmen sonuçta ortaya çıkmamıştır (Karaoğuz, 1966, 258).
Çok sonra Kandemir, ölüm döşeğindeki Âkif’e, büyük zaferi, o anda ne duyduğunu sorar. Cevap: “Allah’ım ne muazzam zaferdi o!.. Ortalık herc ü merç oldu.. Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.. Ve biz mest olduk..” “O zaman bir şey yazmadınız mı?” sorusuna cevabı: “Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı.. Dilimiz tutulmuştu. Ordu bizzat yazıyordu!” (Kandemir, 1966, 310).
O duyuş, içten benimseme, bütünleşme her faninin hissedeceği bir yüceliş değildir. Çanakkale zaferini, çölde duyduğu zaman saatlerce hıçkıra hıçkıra sevinç gözyaşları döken Âkif’in, Büyük Taarruz’dan sonraki halini tasavvur etmek zordur. “Yaşayacak takatim kalmamıştı” sevinci, belki onun halini açıklayabilir. Vatanıyla, milletinin kaderiyle bütünleşmede hasbilik, ruh iklimine hâkimdir..

SONUÇ
Anadolu hareketi, başlangıçta İslâmcı, milliyetçi, batıcı fikir akımlarını birleştirmiştir. Bu harekette özellikle İslâmcı unsurların ağırlığı bulunmaktadır. Meclisin dörtte birini ulema kökenli milletvekilleri oluşturmakta, “Hilâfet ve sultanlık gibi popüler semboller halkı direnişe sevk etmek için kullanılmaktadır”. Fakat hareketin başarıya ulaşmasından çok kısa bir süre sonra, yakalanan uyum biter. Erzurum milletvekili Gözübüyükzade Ziya Hoca Meclis’te küçük düşürülür, Balıkesir Milletvekili Hasan Basri, Abdülgafur Hoca Meclis’ten ayrılır. Âkif’le Anadolu hareketine katılmak üzere İstanbul’dan birlikte gelen Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, Çankaya’nın muhafız alayı komutanı Topal Osman tarafından boğularak öldürülür (27 Mart 1923) (Ünsal, 2004, 85-86). Batıcı kadrolar, uyumu ortadan kaldırmışlardır.
İlk Meclisin feshi (1 Nisan 1923) ardından, ikinci meclisin seçiminde aday gösterilmeyen Âkif, Mayıs 1923’te ailesi ile birlikte İstanbul’a döner. Beylerbeyi’nde Çakaltepe’de bir eve yerleşirler. Ankara’dan dönerken yanında yalnız iki önemli hatıra getirmiştir: İstiklâl Madalyası ve bir mavzer tüfeği. İstiklâl Harbi hatırası olarak BMM. Üyelerine birer tüfek hediye edilmiştir. Madalya ve tüfek, İstiklâl Marşı şairinin üç yılı aşan sürelik hizmetlerinin en değerli mükâfatıdır. Şair ikisine de çok kıymet vermektedir (Fergan, 1962, 185).
Maaşsız, işsizdir. Üstelik emeklilik aylığı son demlerine kadar on bir yıl bağlanmayan Âkif, bundan sonra kışları Abbas Halim Paşa ile Mısır’a, yazları İstanbul’a gidip-gelir. Ardından gönüllü sürgün yılları gelecektir. Sıkıntı ve borç içinde son yıllarını geçirir.
Vefatı ayrı bir dramdır. Vefatından hemen sonra 30 Aralık 1936 tarihli Cumhuriyet’te Peyami Safa; Fransızların, millî marşları Merseyyez’i yazıp besteleyen Rouget de Lisle’in ölümünün yüzüncü yılında sosyalisti, komünisti, nasyonalisti.. ile hepsinin mezarı başında diz çökerek anışları ile Âkif’in vefatını kıyaslar. Türkler, millî şairlerini daha on yılda unutmuşlar, ölümcül hastalığında ona bir Mısırlıdan başkasının eli uzanmamış, tam tersi gazetelerde aleyhine yazılar yazılmıştır. Ömrünü bayrağındaki hilâlin şerefini müdafaaya harcayan şair için ardından söylenecek olan da ancak kendi mısraıdır: “Bir hilâl uğruna Ya Rab ne güneşler batıyor!” (Safa, 2002, 93).
Âkif, bir insan, şair, yazar, aydın olarak zor günlerde vatanına sahip çıkmış, üstüne düşeni, hakkını vererek yerine getirmeye gayret etmiş bir şahsiyettir. Millî Mücadele başlarında, işi, maaşı yerinde saygın, şöhretli bir şair olarak, pekâlâ hayatını İstanbul’da sürdürmeye devam edebilirdi. Öyle yapan binlerce insandan birisi olarak, kimse de onu kınayamazdı. Asker değildi. Siyasetçi değildi. Zaten onun büyüklüğü de buradadır. Milletinin, vatanının karşılaştığı tehlikeyi o, kendi çapında göğüslemeyi görev bilmiştir. Hiçbir şey yapmamış olsa bile Ankara’ya gelerek İstiklâl Marşı’nı kaleme almış olması, milletin kalbinde yaşaması için yeterli sebeptir. Ama o, cepheden cepheye, şehirden şehre dolaşmış, asker ve halkının içinde, yanında olmuş, vatan müdafaasına toplumu teşvik etmiş, ümitsizlere ümit aşılamak için çırpınmıştır.
Onun için Millî Mücadele dönemi hayatı, gerçek bir model aydın, hayatıdır. Fikri farklılıklar, düşünce değişiklikleri ile siyasi tercihlerin değiştiremeyeceği realite, vatanseverliği ve samimiyetidir. İlim, çalışma, birlik olma, Hıristiyan Medeniyeti karşısında güçlü olma zorunluluğu hakkındaki görüşleri ise gerçekliğini, geçerliliğini hiç yitirmemiş bulunmaktadır. Âkif’in, Millî Mücadele hayatının, özellikle gençlik, okumuş zümre tarafından yeniden okunup, zihinlerde canlandırılmasında fayda vardır.

KAYNAKÇA
ALBAYRAK Sadık, (Tarihsiz), Son Devrin İslâm Akademisi, Şamil Yayınevi, İstanbul.
ARABACI Caner, 2004, Eşref Edib Fergan ve Sebîlürreşad Üzerine, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 6 İslâmcılık, Editör: Yasin Aktay, İletişim yayını, İstanbul, s. 96-128.
AVANAS Ahmet, 1998, Millî Mücadele’de Konya, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara.
AYVAZOĞLU Beşir, 2008, Âkif ve Atsız, Zaman, 28 Şubat 2008, s. 23.
BAŞTUNÇ Yüksel, 2000, Yangın Adam Neyzen Tevfik, Boğaziçi yayını, İstanbul.
CELKAN Hikmet, 1986, İttihad-ı İslâm ve Mehmet Akif, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi yayını, İstanbul, s.167-175.
CEYHAN Abdullah, 1991, Sırat-ı Müstakîm ve Sebîlürreşad Mecmuaları Fihristi, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını, Ankara.
ÇANTAY Balıkesirli Hasan Basri, 1966, Âkifname (Mehmed Âkif), Naşiri: Mürşid Çantay, İstanbul.
ÇELİK Recep, 1999, Millî Mücadele’de Din Adamları 2, Emre Yayınları, İstanbul.
DOĞAN D. Mehmet, 1998, Câmideki Şair Mehmed Âkif, İz Yayıncılık, İstanbul.
DÜZDAĞ M. Ertuğrul, 2002, Mehmed Âkif Ersoy, T.C. Kültür Bakanlığı yayını, Ankara.
ERDOĞAN Mustafa, 1986, Safahat’ın Temalarından Biri: İslâmî Modernleşme Görüşü, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif Ersoy’u Anma Kitabı, Ankara Üniversitesi yayını, s. 146-158.
ERSOY Mehmet Akif, 1982, Hutbeler, Sadeleştiren ve Baskıya Hazırlayan: Maruf Evren, Anadolu Yayınevi, İstanbul.
ERSOY Emin Âkif, Safahat Şairini Oğlundan Dinleyiniz, Millet, C.V, S.16, 12 Şubat 1948.
ESKİ Mustafa, 1995, Kastamonu Basınında Millî Mücadele’nin Yankıları, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Eşref Edip (FERGAN), 1380-1960, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul.
GÖKMEN Fatin, 1966, Büyük Üstad B. Fatin’in Yazısı, Âkifname (Mehmed Âkif), Naşiri: Mürşid Çantay, İstanbul, s. 244-251.
İZ Mahir, 1990, Yılların İzi, Kitabevi yayını, İstanbul.
İzmir’e Doğru, 21 Kânunusani 336, S. 20 - 1 Şubat 1336 tarih ve S. 24. Balıkesir.
KANDEMİR Feridun, 1966, Mehmet Âkif, Âkifname (Mehmed Âkif), Naşiri: Mürşid Çantay, İstanbul, s. 308-312.
KARAN Hayrettin, 1956–57, Millî Mücadele’de Sebîlürreşad-Mehmet Âkif ve Eşref Edip, Sebîlürreşad, Aralık 1956, 234/1 (s.142)-Aralık 1957, 258/20 (s.123–124).
KARAOĞUZ Akın, 1966, Akif, Büyük Âkif!.., Âkifname (Mehmed Âkif), Naşiri: Mürşid Çantay, İstanbul, s.256-258.
KOCAKAPLAN İsa, 2002, İstiklâl Marşımız ve Mehmet Âkif Ersoy, Türk Edebiyatı Vakfı yayını, İstanbul.
KUNTAY Midhat Cemal, 1944, İstiklâl Şairi Mehmet Akif, Ülkü Kitabevi, İstanbul.
KUNTAY Midhat Cemal, 1990, Mehmet Akif Ersoy, Türkiye İş Bankası yayını, Ankara.
KURAN Ahmet Bedevî, 1945, İnkılâp Tarihimiz ve “Jön Türkler”,Tan Matbaası, İstanbul.
KUTAY Cemal, 1963, Necid Çöllerinde Mehmet Âkif, Neşreden: Mustafa Unan, Tarih Yayınları Müessesesi, Millet Haftalık Siyaset, Hadise, Aktüalite Mecmuası armağanı, İstanbul.
Mehmet Muhsin, Bir Hasbihal, Öğüd, 16 Kanunusani 1921, S.557, s.2.
NALBANTOĞLU Muhiddin, 1963, İstiklâl Marşımızın Tarihi, İstanbul.
OKAY Orhan, 1998, Mehmed Âkif Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yayınları, Ankara.
OKAY Orhan-DÜZDAĞ M. Ertuğrul, 2003, Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936), Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, Ankara, C. 28, s. 432-439.
ÖZDAMAR Mustafa, 1994, Mahir İz Hoca, Marifet Yayınları, İstanbul.
ÖZÖNDER Hasan, 1986, İstiklâl Marşı ve Tâceddin Dergâhı, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy’a Armağan, Selçuk Üniversitesi yayını, Konya, s. 113-164.
PAR Arif Hikmet, 2000, Mehmet Âkif Ersoy, Serhat yayınları, İstanbul.
SARIHAN Zeki, 1996, Mehmet Akif, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Sebülürreşad, S.464, 15 Rebiülevvel 1339/25 Teşrinisani 1336, c.18 - S. 480, 12 Cemaziyelahir 1339/3 Mart 1337/1921, c.19.
SEVÜK İsmail Habib, 1966, Mehmet Âkif, Âkifname (Mehmed Âkif), Naşiri: Mürşid Çantay, İstanbul, s. 290-295.
Süleyman Nazif, 1991, Mehmed Âkif, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, İstanbul.
ŞENGÜLER İsmail Hakkı, 1992, Açıklamalı ve Lügatçeli Mehmed Âkif Külliyatı, c. 9, Hikmet Neşriyat, İstanbul.
UÇMAN Abdullah, 1986, Mehmet Akif ve Millî Mücadele, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi yayını, İstanbul, s. 11-30.
ÜNSAL Fatma Bostan, 2004, Mehmet Akif Ersoy, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 6 İslâmcılık, Editör: Yasin Aktay, İletişim yayını, İstanbul, s. 72-89.
YALMAN Ahmed Emin, 1997, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 2 1922-1971, Yayına Hazırlayan: E. Ş. Erdinç, Pera Turizm ve Ticaret A.Ş. yayını, İstanbul.


Sebilürreşad, Millî Mücadele döneminde Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da yayınlanmaktadır. İşgale rağmen, muhtevasında bir değişiklik/sapma görülmemektedir. 24 Temmuz 1335/1919 tarih ve 431-432 sayısında ana başlık: “Terakki edelim, fakat Müslüman kalmak şartıyla..” ifadesi bulunmaktadır. “Hz. Muhammed Aleyhisselamın Dini: İslâm” tefrikası sürmekte, “Taşrada İntibah-ı Dinî” gibi başlıklar konmaktadır. Bu başlıkların yer aldığı, 1 Ağustos 1335 tarih ve 433-434 sayılı Sebilürreşad’ın dört sayfasında önce blok olarak ardından ara ara sansürlenmiş yerler bulunmaktadır. İstanbul’da, işgal altında yayıncılığı, üstelik kendi doğrularını öne çıkararak sürdürmek kolay olmasa gerektir. Mehmet Âkif’in başyazar, Eşref Edip’in sahip ve yazı işleri müdürü olduğu dergi, işgal aylarında sık sık sansüre uğradıktan sonra yayınını Anadolu’da sürdürecektir. Fotoğraflarda Sebilürreşad’ın bahsedilen sansürlü sayfalarından iki örnek görülüyor.

Prof Dr. Caner Arabacı

http://www.canerarabaci.com/makaleler_milli_mucadelede_mehmet_akif-sayfa_id-333-id-51605