Kendinizin, ceddinizin macerası bu. Ve o kadar farklı ki !..
Israrla üzerinde durduğumu devamlı okuyucularım bilir ki, Türk tarihinin sadece zamanda bir akış (süreç) olmadığını, mekânda da değişmeyi (ve hattâ gelişmeyi) içerdiğini, bunu göz ardı edenlerin hiç bir zaman Türk’ü anlayamayacağını yazıp durmaktayım. Niye 40 yıldır yazıp çizdiğim bu konuya benden başka kimsede tek satırla bile rastlamadım anlayamıyorum.
Dünyada, tarih sahnesine çıktığı coğrafyada (mekân, ortam, iklim ve bunlara bağlı hayat tarzı yani kültürde) devlet, hattâ Asya Tipi İmparatorluk kurup “millet” olduktan sonra, neredeyse uygun adım, 2000 yılda kuş uçuşu 5000 km batıda, her biri birbirinden üstün nitelikli yepyeni birer coğrafî yapı, iklim, hayat tarzı, kültürler, dinler arasından geçerek bambaşka bir Akdeniz yapısında, Anadolu’da yurt tutan, yaşamak için duramayıp Viyana kapılarına yürümek zorunda kalarak “Çin Denizinden Adriyatik’e” dayanan bir başka millet gösteren çıksın, cehaletimi kendim ilân edeceğim !
Şimdi, zamanda akış sürerken mekânda akışı, tersine, Batı üzerine geldiği için aslında devam da eden ve edecek olan bu geninden gelen yücelikli insanlar yani Türkler, varlıklarını kaybetmemek, erimemek anlamına gelen milliyetçiliğin kendine hası olan, farkında olarak - olmayarak güttüğü Türkçülükleriyle “millet” olmuştur, kalmıştır, kalacaktır.
Bu bir milletin yaşayabileceği en çetin şartlarda devam eden dev maceranın dünyada tek bir benzeri yoktur. Türk, bunu, varlığını sürdürerek, bunun için de her yeni ortamda, o ortama en güzel ve çabuk uyumuyla başarmıştır. Hayatında deniz görmemiş birinin oğlu Çaka Bey’in Adalar Denizini göl edinişini; çadır insanlarının daha yeni ayak bastıkları Anadolu’da Ulu Camiler dizişlerini; Kür Şad’dan bir yanda Yunus Emre’ye, öbür yanda Ulubatlı Hasan’a yön gösterenlerin, çıngır çıngır kopuzun Anadolu bozkırında köylüleşen Türkmen elinde bir yandan mehtere, öte yandan inleyip ağlayan bağlamaya dönüştürmesini, hep aynı büyük gerçeğin görüntüleri olarak algılamalıyız. Bu uyumu sağlamakta her geç kalışımız, geç kalındığı kadar büyük belâlara düşüşümüzdür; bir düşünün hele !
İşte bu, en ilkel canlıda bile mevcut “Temel İçgüdü” yani genetik varlığını devam ettirme (istek değil, duygu da değil, hattâ elinde olmayan dürtüsü) içgüdüsünün eseri olan Türk milletinin “millet ve dolayısıyla milliyet – milliyetçilik anlayışları”nı, Batılıların 19. yüz yılda, mutlu yaşamak için, birleşip oluşturdukları “millet” ile karıştıranlar Türk’ü asla anlayamazlar ! Cermenlerde (Almanlar ve öteki kuzeyliler) göçerliğin getirdiği, saldırgan “ırk”; Anglosaksonlarda (İngilizlerde) ada devletinin, üzerinde güneş batmayan dünya imparatorluğu “devlet”; Lâtinlerde aynı çürümüş coğrafyada tepinip duran bir kültürün, yoğurduğu toprağı kutsadığı “Vatan” tarih anlayışları, aynı zamanda onların da kendi millî maceralarının eseridir, millet anlayışlarını ortaya koyar.
Uzatırsak siyaset felsefesine gireceğiz ki hiç de sırası değil !