Gecenin bir vaktinde saat bilmem kaç, ter su içinde kalmış bir vaziyette korkuyla fırladığım gibi yatağımdan kalktım. Kalktım kalmasına ama adeta sopa yemişçesine yorgun, maraton koşmuşçasına halsiz bir halde tir tir titriyorum. Tüylerim diken diken olmuş vaziyette gözlerimden yağmur gibi yaşlar boşalıyor. Bir müddet dinlenip kendime geldiğimde ise başlıyorum okumaya, peşinden ettiğim dualarla Allah’ıma şükredip niyazda bulunmaya.
Ey her şeyi yoktan var eden yüce Mevla’m. Sen her şeyi bilen, gören ve duyansın. Senin ol demenle her şeyin olduğu gibi, yok demenle de yok olur. Bizleri de yoktan var ettin. Bizleri yaratırken, yaşamımız içinde çeşitli rızıklar verdin. Üzerinde doğup büyüyüp öleceğimiz toprak, ölünce gölgesinde yatacağımız bayrak nasip ettin.
Yarabbi size yalvarıyor ve sizden yardım diliyorum. Öncelikle beni kendine laik kul eyle. Dosta düşmana muhtaç eyleme. Bu dünyada rezil, öbür dünyada cennetinden mahrum bırakma. Allah’ım bizleri vatansız, bayraksız bırakıp da namusumuzu düşman eline düşürme diyerek duamı tamamlayıp, tekraren yatağıma uzandım. Uzandım ama rüyamın öylesine etkisinde kalmışım ki, vücudumda halen titreme devam ederken, kaba kaba soluk alıp vererek, bir sağa ve bir sola dönerek sabahı ettim.
Sabahsa ilk işim televizyondan haberleri izlemek oldu. Haberler her gün olduğu düzeyde liderlerin çocuklar gibi bir birlerine hakaretlerini içeren haberlerle başlayıp, açılımlarla devam edip, hırsızlık ve trafik kazalarıyla bitti. Bense yarabbi neydi bu benim gördüğüm rüya, acaba bir şeyler mi olacak diye, düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.
Neymiş böylesine korkutan rüya denecek olursa, anlatmaktan bile korkmama rağmen, belki sizinle paylaşırsam rahatlarım diye düşünüp bilgisayarımın tuşlarına dokunuyorum. Belki de sizin yorumlarınıza ihtiyacım var. Bilmiyorum bunu yapmam ne kadar doğru olur. İnsanlar zamanla farklı farklı rüyalarda görürler, büyütmeye ne gerek vardı diyenleriniz de olabilir.
Ben başbakanın saydığı etnik guruplardan biri olan Yörük Türkmen’iyim. Şimdiler de Başkentimizde yerleşik bir hayat yaşıyorum. Çocukluğumda baharla birlikte köyümüzden yaylalara göç eylerdik. Bu göç bizim olmazsa olmazımız ve her şeyimizdi. Göç bizim için hürriyet’i mimiz, geçim kaynağımız ve varlık nedenimizdi. O yaylalarda istediğimiz sudan içerek, istediğimiz zaman esen rüzgârın fısıltısını dinleyerek ve dağların doruklarında haykırarak yaşamın hazzına varırdık. Şimdi ise şehirde bazı söylemleri dinlerken kazanımlarımızın elimizden gittiğini göre göre kahroluyorum.
Tüm bunların etkisi olsa gerek ki, rüyalarımızda bile kötülükleri görüp korkar oldum. Uyanıkken duyduğumuz ızdırabları artık rüyalarımızda da görmeye başladık. İşte gördüğüm beni halen etkisinde tutan rüyamda bunlardan biridir.
Rüyamda, çocukluğumda olduğu gibi aşiretimizin beyi olan dedemin emriyle göç hazırlıklarımızı başlatıyoruz. Çeşitli şenlikler içerisinde yapılan göç hazırlığında, mevsim süresince ihtiyaç duyulan her şey hazırlanır. Göç gününün gelip çatmasıyla birlikte ıhtırılmış develer, semerleri vurulmuş at ve eşeklere gidecek malzemeler denk yapılır.
Çocuklar develerin üzerindeki yorganların arasına veya at ve eşek terindeki heybelere itina ile yerleştirilir. Yaşlılar ise bu hayvanların üzerindeki yerlerini alıp, erkekler ise yularlarını tuttukları hayvanları çekerek, kadınlar ise davarın arkasında kirmen eğirerek hareket eldir. Güvenliğimizin bekçileri köpekler ise peşimizden bizleri takip ederek yolculuğumuz devam eder.
Molalar verilerek günler alan yolculuğun sonunda ulaşılan menzilde göç malzemeleri hayvanların sırtından indirilerek kıl çadırlar kurulur. Bir tarafta çocuklar diğer tarafta hayvanlar sanki yılların özlemlerini giderircesine çimenler üzerinde ağaçlar altında bir sağa bir sola koşturmaya başlarlar.
Tüm bunlar yapılırken, bir de ne görelim üzerimize yağmur gibi gelen kurşun sesleri arasında yorgunluğumuzu da unutarak kendimize siperler bulmak için çığlıklar içinde sağa sola koşuşturuyoruz. Çok geçmeden bir gurup silahlı hayvanlarımızı toparlayıp, örgüte yiyecek diye götürürken, eli silah tutacak yaşta kilerimize işkenceler arasında propagandalar yapılıyor. Kadınlarımız ağaçlar altına çekilip çığlıkları beynimizi tırmalıyor.
Nedir bu yaptıklarınız? Bunları yapmakla neyi amaçlıyorsunuz diye sorduğumuzda, kendilerin Türklerin dışındaki etnik gurupların savunucuları olduklarını, bu toprakların kendilerinin olduğunu, bu güne kadar sömürüldüklerini, mallarını geri aldıklarını, yapılanların ise faizi olduğunu söylüyorlar. O an birden dedelerimizin buralar için nasıl kan verip aldıkları ve sıranın bizde olduğunu düşündüm.
Aşirettin hep bir ağızdan ya Allah, ya Bismillah haykırışlarıyla aya kalkmaya çalışarak, buna boyun bükmeyeceğimizi söyledik. Türk tarih boyunca esaret yaşamamış, bu nedenle de evcilleştirilemeyen Bozkurt’u kendisine simge edinmiştir. Bizde o neslin torunları olarak vatansız ve esaret altında yaşayamazdık.
Gecenin karanlığı ile toplandığımız yerde, ellerimizi bağlayan iplerin yardımıyla bir birimizi boğmak suretiyle intihar ettik. Sona kalanımız ise ağızlardan gelen kanlarla yere “Tür esir edilemez” diye yazarak başını taşlara vurarak hakka yürüdü.
Bu arda uyandım. İşte gördüğüm bu rüyamı sizlerle paylaştım ki, ileride kafalarımızı taşlara vurarak ölmektense, belki şimdiden gereken tedbirleri alırız diye düşündüm. İnşallah bu bir rüya olarak kalır. Ancak olacaklar abdalla ayan olurmuş.
29 Kasım 2013 Cuma 14:24