Kimsenin “vatan ve millet sevgisi”ni sorgulayamam ama bu konudaki düşüncelerimi ifade edebilirim. Çok şükür! Müslüman olduğum için “İslâm iman, itikat ve ahlâkı”nı özümsemeye / içselleştirmeye, muamelât ve ibadet görevlerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Türk yaratılmam dolayısıyla tüm "Türk Dünyası"nı ve milletimi çok seviyorum. Bu sözlerim, asla diğer insanları / milletleri sevmediğim anlamına gelmez.
Bunları belirttikten sonra gelelim ülkemizin genel durumuna… Ama önce “yazıma neden bu başlığı koyduğumu” açıklayayım: 31 Mart 2019 Mahalli Seçimi’nde İstanbul’u kaybedince AKP genel başkan yardımcısı: “Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler oldu” gibi acayip bir cümle kullandı. Ve seçimi lehlerine çevirmek için her şeyi yaptılar, “allem ettiler kallem ettiler”; seçim ertelendi. Fakat bu söz epey süre alay konusu oldu.
Bu söz, “şaka olsun” diye söylenmedi; bir şokun, bir travmanın şaşkınlığıyla söylendi. Çünkü, 27 Mart 1994’den beri yönetimlerinde olan İstanbul’u kaybedeceklerini hiç düşünmüyorlardı. Başka şehirleri kaybetmelerini makul karşılayabilirlerdi ama İstanbul’u asla… Mesela; Ankara’yı kaybetmeleri bu kadar etkilememişti, kaybedeceklerini az-çok biliyorlardı (bir önceki seçimi nasıl kazandıklarını da!..). Onun için Ankara’yı hazmettiler ama İstanbul’un kaybını hazmedemediler; hâlâ da öyle... Her ne kadar “İstanbul’a ihanet ettik” deseler de çok büyük imkânlar ve rant vardı; “İstanbul’un taşı toprağı altın”dı.
Hatırlatmalar
Maalesef! Milletimiz -zorlu hayat şartları sebebiyle- geçmişte ne yaşadıklarını çabuk unutuyor. Ama ben yaşadıklarımızın bazılarını hatırlatmak istiyorum: İktidar; “Bir adım önde olacağız” diye öngörüsüz bir şekilde altı boş ve doldurulamayan, devlet aklını ve hafızasını dikkate almayan bazı icraata girişti. Mesela;
“Kıbrıs meselesini çözeceğiz” diye, sanki çözüme Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş engel oluyormuş gibi rahmetliye yapmadıklarını bırakmadılar. En önemli millî meselemiz olan “Kıbrıs davamız” da Rauf Denktaş’ın yanında olduk; ülkemizdeki etkinliklerine destek verdik. İktidarsa “Annan Planı”nın arkasında durdu. Referandumda, neredeyse Kıbrıs elimizden gidiyordu. Allah’tan, Rumlar yeterli “evet oyu” vermediler de plan bozuldu.
Ülkeye barış getireceğiz diye, “çözüm süreci”ni ortaya attılar. Güneydoğuda neler yaşandığını biliyorsunuz. Vatandaşları ikna etmek için “akil adamlar!” görevlendirdiler. Bu süreçten, yanılmıyorsam 700’ün üzerinde şehit vererek kurtulduk!..
Müteahhitlere; araç geçiş garantili köprüler, tüneller, hasta garantili şehir hastaneleri, yolcu garantili havalimanları yaptırdılar: Sonra garanti farkı olarak devlet bütçesinden milyarlarca lira para aktardılar. Bu nasıl hesapsa?..
Tarım da dahil üretimi bıraktık, her şeyimizi dışarıdan aldık; tam bir ithal cenneti ülke olduk.
Ülkeyi çeşitli ihalelerle yerli ve yabancılara talan ettirdik. Daha neler neler…
Sağlık, salgın ve bir Osmanlı örneği
Bu salgın sürecinde -çok övündükleri- sağlık sistemimiz de tartışılır oldu. Koronavirüs sökün edince iktidarın eli-kolu birbirine dolaştı. Başlarda çok iyi yönetildiği söylenilen salgın (pandemi) sürecinin, aslında iyi yönetilemediği ortaya çıktı. Günlük yayınlanan koronavirüs tablosu, bazı bilim insanımızın “vakalar en az on katı” şeklindeki açıklamaları üzerine kuşku doğurdu.
Sağlık çalışanlarımızı ayrı tutuyorum: Çünkü onlar üstlerine düşeni fazlasıyla hem de ölümüne yaptılar.
Tedbir almakta geç kalındı. Önce sert önlemler alındı. Her şey iyi gidiyordu ki -ekonomik sebeplerle- tedbirler gevşetildi ve olanlar oldu. Tedbirler konusunda da kargaşa yarattılar. İnsanlara “evden çıkmayın, kalabalık içine girmeyin” dediler; kendileri mitingler, toplantılar yaptılar. Öyle ki beş maskeyi dağıtamadılar ama çay paketlerini çok güzel dağıttılar. Ayrıca, her gün ülkelere “şu kadar yardım yaptık, maske ve sağlık ürünleri gönderdik” diye övündüler!..
Virüs “İtalya’dan gelen bir yolcudan yayıldı” dediler. Ama o tarihlerde umreye giden vatandaşlar yurda döndüklerinde hiçbir karantina uygulaması yapmadan salıverdiler.
Burada bir endişemi belirtmek isterim: Eskiden beri “hac ve umre için kutsal topraklara yapılan seyahatlerde görülen yanlışların” dillendirilmesi engelleniyor gibi!.. Yanlış nerede olursa olsun yanlıştır; bilinip gerekli tedbirler alınmalıdır.
Yılmaz Öztuna’nın “Büyük Türkiye Tarihi” isimli kitabını okurken; benzerinin Osmanlı döneminde yaşandığını fark ettim (cilt:9, sayfa:383). 1829’da İstanbul’a gelen ve Osmanlı donanmasında amiral olarak görev yapan İngiliz Sir Adolphus Slade (1804-1877)’in “Kaptan Paşa” adlı kitabından bir anekdot aktarılıyor: “… Mesela İstanbul’da asırlardır zaman zaman veba salgını olur, halk ve ulema bunu Allah’ın işi addederdi. Bugün bütün Avrupa’da salgının önüne geçmek için tatbik olunan karantina usulünü Türkler bir türlü kabul etmemişlerdir. Bilhassa Mekke’den dönen hacıların bir çok hastalıklar getirdikleri muhakkaktı. Fakat mübarek yerlerden dönen hacılara kimse söz söylemek istemiyordu. O sıralarda Kız Kulesi, veba hastahanesi olarak kullanılıyordu. II.Sultan Mahmud, halkın cahil tabakasının karantinayı bir gâvur icadı saymasına aldırmadı, kararını verdi ve Fransız doktorunu işin başına geçirerek Türkiye’de ilk defa karantina teşkilatını kurdu…”
Sosyal Problemler
18 yıldır “İslâm’ı referans gösteren” bir iktidar tarafından yönetilmekteyiz. Ancak, geldiğimiz noktaya bakınca, şaşırmamak mümkün değil. Bu dönemde hızlı bir şekilde manevî / ahlâkî çöküntü yaşanmakta, sosyal problemlerin arttığı görülmektedir.
Bakış açısı da değişti. Bir ülke düşünün ki, “şehrimize hapishane yapılıyor” diye övünen (sevinen) milletvekilleri / belediye başkanları var: Ne acı!.. Oysa, bir ülkede hapishane ve adalet sarayı binaları artıyorsa “üzülecek bir durum var” demektir: Yani, sosyal problemlerin, suçun ve suçlunun arttığını gösterir; dolayısıyla hukukun iyi işlemediğini…
Ya cemaat ve tarikatlara ne demeli? Genelleştirmek belki yanlış ama dine hizmet görüntüsüyle okullar, yurtlar açtılar; kendilerine eleman ve taraftar devşirmeyi seçtiler. Amaçları devleti ele geçirip güya din devleti kurmak. Dine hizmeti ticarete döktüler; ekonomik güç kazandılar. Ne yazık ki, bu arada sapıklar ve sapıklıklar da ortaya çıktı; yurtlarda kız ve erkek çocuklara tacizler, tecavüzler oldu. Hep sustular, kapatmaya çalıştılar.
Kadınlar, ikinci sınıf vatandaş konumuna düşürüldü; aile içi geçimsizlikler, kavgalar ve kadına karşı cinayetler arttı.
Magandalar, mafyavari davranışlar çoğaldı; silahlanma arttı. Kültür seviyesi yükseleceğine; yanlış diziler ve filmler sayesinde terbiyesizlik, görgüsüzlük arttı.
Devlet Kapısı
Salgında şunu fark ettim: Eskiler; “devlet kapısına gir de ne olursan ol” derlerdi. Bu sözümden gençlere “devlet kapısında işe girmelerini önerdiğim” sanılmasın; “rızkın onda dokuzu ticarettedir.” Sadece bir tespit yapmak istiyorum. Allah’a şükür! Devlet memurluğundan emekli oldum. Çok olmasa da maaşım her ay yatıyor; geçimimi sağlayabiliyor, istediğimi alabiliyorum. Yani, bu salgın döneminde memurların şanslı olduğunu düşünüyorum. Allah, devletimize zeval vermesin.
Ancak haberlerde, evine ekmek götüremeyenleri, geçim zorluğu yaşayanları, işsizleri, gençleri, siftah yapmadan dükkân kapatan esnafları, çiftçileri, kısacası çaresizlikleri gördükçe üzülüyorum; gözlerimin yaşardığı oluyor. İmkânlarım ölçüsünde yardımda bulunmaya çalışıyorum.