Türk Lirası’ndaki düşüşü, takip ediyorsunuzdur. Milli paramızın itibarı milletimizin ve devletimizin itibarıdır. Milli parası itibarlı olan ülkelerin yöneticileri de itibarlı olurlar. Mesele; yabancı paraların yükselişi değil, Türk Lirası’nın değer kaybıdır.
Bu hususa, sadece para olarak bakmayalım. Her ülkenin parası, kendi milleti ve devleti için çok önemlidir. Ancak, bir devletin milli parası, aynı zamanda o devletin egemen ve bağımsız olduğunun göstergesidir. Yani para (hükümdarların bastırdığı sikkeler), hâkimiyet sembolüdür.
Biliyorsunuz; “Paranın pul olması” deyimi vardır: Paranın değersizleştiğini, alım gücünün azaldığını anlatır; dolayısıyla vatandaşın da yoksullaştığını... Bu sözün, 1840’da ilk kâğıt para olan “Kaime (halk kayme der)”nin basıldığı Sultan Abdülmecit döneminde söylendiği belirtilmektedir.
Pulun, TDK’na göre birçok anlamı vardır: Bir anlamı da “en küçük para birimi”dir. “Para”, çocukluğumuzda matematik problemlerinde kullanılırdı. Bir lira yüz kuruş olduğu gibi, bir kuruş da kırk para idi (1 kuruş=40 para). Artık “para” sözcüğü -madeni veya kâğıt- geneli kapsamaktadır.
“Elimizdeki en eski Türkçe yazılı para VIII.asır başlarına aittir” (Y.Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.1/s.83). Göktürk dönemi parasıdır.
Ekonomik bağımsızlık
Bir devlet için ekonomik bağımsızlık çok önemlidir. Millî Kurtuluş Savaşı’mız, aynı zamanda ekonomik kurtuluş savaşımızdı. Millî mücadele sonrası kendi kıt imkânlarımızla üretime/kalkınmaya yönelik yatırımlar yaptık. Yeterli olmasa da güçlü bir ekonomi oluşturduk.
O dönemde zorluklar içinde meydana getirilen kuruluşlar; maalesef, özelleştirme adı altında yok edildi. Satın alanlar, işletmeleri çalıştırmadıkları gibi arazilerini ve içindeki malzemeleri satarak daha büyük gelir elde ettiler. Ülke üretim yapan işletmelerden mahrum kaldı, işsizlik arttı.
Kurtuluş Savaşı’nda “manda anlayışı”nı da tarihe gömmüştük ama demek ki yeniden hortlamış. Sizler çarpıtsanız da bu anlayıştaki insanları biliyoruz.
“Ekonominin kitabını yazmak!” sloganı güzel ama yirmi yılın sonu böyle olmamalıydı. Ülke ekonomisinin geldiği durum meydanda; biz de anlıyoruz, görüyoruz.
İşlerine geldiği şekilde ayetleri yorumluyorlar. Yıllarca “paranızı faize yatırmayın; haram, günah” dediler; mütedeyyin insanlar dolara ve altına yönlendirdiler. Neymiş? Döviz de risk varmış, inip-çıkıyormuş, getirisi haram sayılmazmış, günah değilmiş!.. Bir de ülkenin milli parası dururken, dolarla ihaleler verip garantili yollar, köprüler, tüneller, hastaneler yaptırılan iş adamları / yandaşları var. Döviz dediğimiz yabancı devletlerin milli paralarıdır; ha Türk Lirası ha dolar, avro vs. değişmez. Dövizin artması bu yandaşlara yaradı; yataklarında “paradan para kazandılar”. 200-300 bin kişilik bu kesim dolar zengini oldular.
“Faiz indirimini bilerek yaptık, ne yaptığımızı biliyoruz” derken, döviz artışını dış güçlere yüklemek, aklımızla alay etmektir. Artık şu dış güçler lafı da “gına getirdi”. Adlarını açıklasanız da öğrensek, muallakta kalmasalar!.. Dış güçler, sanki sizin 20 yıllık döneminizde çıktı. Her zaman varlardı ve her daim oyunlarını oynadılar. En büyük oyunlarını da Kurtuluş Savaşı’nda oynadılar.
“Parayı veren düdüğü çalar” misali, daha önce dış güç gördüğünüz Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’ni, 10 milyar dolar yatırımdan bahsedince bu kategoriden çıkarttınız galiba!..
Gerçekten ekonomimiz güçlü olsa bugünkü durumlar yaşanır mıydı? Hayır. Uçan kuştan nem kapan bir ekonomimiz ve paramız var: Dışarda rüzgâr esse paramız değer kaybediyor. TL düştükçe döviz artıyor; 450 milyarlık dolarlık dış borç katlanıyor. Borç, vatandaşın ödediği vergilerden, bütçeden fazlasıyla karşılandığı için vatandaşın sırtına yeni vergiler yükleniyor.
Osmanlı’da para ve mali durum
Günümüzle karşılaştırma yapmak bakımından Osmanlı’nın son döneminden kısa bazı bilgiler aktaracağım: 1683’de başarısız II.Viyana Kuşatması ve 1699 Karlofça Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin geri çekilme süreci başlar.
Yılmaz Öztuna “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eserinde; “XVIII.asrın son çeyreğine girerken 1770’e doğru Türk ekonomisi dünyanın en üstün ekonomisi olma vasfını -İngiltere ile Fransa lehine- kaybetti. Cihan devleti de tabiatiyle sona erdi. Zira yalnız askeri güçle cihan devleti olmaz. Tabii bu iş bir anda olmadı. Aslında devlet, XVI.asrın sonlarından itibaren iktisadi gücünü kaybetmeye başladı. …dünya ekonomisinin merkezi binlerce yıl Akdeniz iken bu defa açık denizlere intikal etmesi, yani biraz da Türkiye’nin dışında cereyan eden jeopolitik sebepler Türk ekonomisini sarstı. …Batı Avrupa’da sanayinin makineleşmesi, buhar gücünün sanayiye tatbik edilmesi oldu. Ananevi Türk endüstrisi, böylesine bir üretim gücü karşısında mahvoldu.
XVI.asrın sonlarından itibaren devlet, esas parası olan akçaya sahip çıkamadı. Darphaneden tam ayar olarak çıkan akça, el değiştirdikçe gümüş miktarından kaybediyor ve büyük huzursuzluklara sebep oluyordu. Bu işi yapan, İstanbul’daki Yahudiler’di (Hammer, VII, 235) Ellerine geçen akçayı yanlarından törpüleyip tozundan yeniden gümüş elde ediyorlardı (c.4/s.485).
(1854 Kırım Harbi sebebiyle) Bu sırada 28 Haziran’da Bab-ı Ali, Türkiye tarihinde ilk defa olarak dış borçlanmaya gitti. Savaş giderlerini karşılamak üzere İngiltere’den %5 faizle 5 milyon İngiliz altını alındı. Bundan böyle dış istikrazların sonu gelmeyecek ve 20 yıl geçmeden Türk maliyesi iflas etmek tehlikesiyle karşılaşacaktır (c.7/s.50).
Sultan Mecid ve Sultan Aziz devirlerinden kalan borçlar, faiz ve mürekkep faizleriyle beraber, 1881 yılında 252 milyon altına yükselmişti. …Bu borcun mühim bir kısmı da 93 Harbi savaş tazminatı idi. Türk maliyesi, çok uzun vade ile de olsa bu borcu tasfiye edebilecek durumda değildi... II.Abdülhamit, 20 Aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. …devletin tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık, sigara tekelleri ve bazı imtiyazlı eyaletlerin maktu vergileri, Düyun-ı Umumiye’ye bırakılıyordu. (c.7/s.173) Düyun-ı Umumiye, imparatorluğun sonuna kadar devam etti. …Türk dış borçlarının başka şekilde tasfiyesine de imkân yoktu (c.7/s.174).
Düyun-ı Umûmiyye’nin meclis-i idare (yönetim kurulu) 7 üyeden müteşekkildi: 2 Türk, birer İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan (c.9/s.119)” demektedir.
Alınan bu borçların bir kısmı Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan, Yıldız gibi sarayların yapımına harcandı.
Hollanda, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya “kapitülasyon” denen haklar verildi. Bu haklar, karşılıklı geçerli olsa da ekonomisi güçlü olan lehine işledi ve kapitülasyonlardan yabancılar fayda görürken ekonomisi zayıf olan Osmanlı zarar gördü.
1914’de devletin dış borcu (kısa vadeli borçlar hariç) 156,4 milyon Osmanlı lirasıdır (142 milyon sterlin). 1925 yılında Osmanlı borçlarının %67’sinin Türkiye tarafından ödenmesi kararlaştırılmış, Türkiye’nin payına düşen 107,5 milyon Osmanlı lirası tutarındaki borcun ödenmesi için Düyun-ı Umumiye İdaresi ile 13/06/1928’de Paris’de anlaşma imzalanmıştır. Türkiye, borcun son taksitini, ilk dış borcun alınmasından tam yüzyıl sonra, 25 Mayıs 1954’te ödemiştir.
Ayrıca anlaşmaların dışında kalan bankaların ve çeşitli kuruluşların ellerindeki tahvillerden ve faizlerinden doğan borçların ödenmesi 1990’lı yılların sonuna kadar devam etmiştir.
Mesele, zihniyet meselesidir.