Bu hafta, içimde hep ukde olarak kalan ve yıllardır düşündüğüm halde bir türlü yazmaya elimin varmadığı bir isimden bahsedeceğim: Rahmetli ülkücü şehit Tuncay Terzi’den…
Tuncay Terzi hem çocukluk hem mahalle hem de okul arkadaşımdı. Biz, Elbistan Güneşli Mahallesi Ulu Cami karşısında “Yeniçeriler Sokak”ta otururduk; Tuncay’ın ailesi ise bizim sokağın bittiği yerden Güneşli Camisine doğru giden soldaki “Şair Ferahi Bey Sokağı”nda sağdan ikinci evde otururlardı. Evlerimiz çok yakındı, arası 200 metre ancak gelirdi. Kayıtlarda doğum yeri Akbayır (eski adı Til) köyü yazılmaktadır. Ne zaman Elbistan’a taşındıklarını bilmiyorum: Bildiğim çok küçük yaştan beri arkadaş olmamızdır. Yanılmıyorsam, kendinden küçük iki erkek ve bir kız kardeşi vardı.
Öğrencilik hayatım vasattı, başarılı bir öğrenci sayılmazdım. Okumayı sevmeme rağmen, ders çalışmayı sevmezdim. Bizim zamanımızda ilkokulda, ortaokulda ve lisede “sınıfta kalma” vardı ve sınıfta kalanlar ertesi yıl sınıf tekrarı yaparlardı. Diğer yandan, her öğretim yılı sonunda sınıfı geçmek de yetmezdi; ilkokul, ortaokul ve lise diplomasını almak için, ayrıca yıl sonu “bitirme sınavları”nda başarılı olmak gerekiyordu.
İlkokulu; ben Cumhuriyet İlkokulu’nda okudum, Tuncay’sa zannediyorum Atatürk İlkokulu’nda okudu. Ortaokulu Elbistan Ortaokulu’nda okuduk; hatta ikinci sınıfta aynı sınıftaydık. 1965-1966 öğretim yılı sonunda yaşadığımız bir olay hiç aklımdan çıkmaz. Okulda iki Fransızca öğretmeni vardı. (Yabancı dil dersi sadece Fransızca idi) Bu öğretmenlerden uzun boylu olanına (adını hatırlamadım) “Büyük Mösyö”, kısa boylu olan İsmet Topaloğlu’na “Küçük Mösyö” denirdi; öğrenciler arasında lakapları böyleydi. Büyük Mösyö, aynı zamanda okul müdür yardımcısıydı. Yıl sonunda kaç dersten ikmal imtihanına (bütünleme sınavına) kaldığımızı hatırlamıyorum ama, zannediyorum Fizik veya Kimya dersinden ikimiz de Eylül’de sınava girmiştik. Sınıfı geçip geçmediğimizi öğrenmek için Tuncay’la okula gittik. Müdür yardımcısı “Büyük Mösyö”nün odasına önce ben girdim, “sınıfta kaldığımı söyledi” çıktım; sonra Tuncay girdi, ona da “sınıfta kaldığını söyledi”. Kapı açık olduğundan ben de duymuştum. Koridorda birbirimize baktık, “ağlayalım mı, gülelim mi” bilemedik; ama zoraki de olsa gülmeye çalıştık. Çocukluk, güya önemsemiyorduk.
Tabii 1966-1967 öğretim yılında ortaokul 2.sınıfı tekrar okuyacaktık. Sınıfta kalmam, çok mahcup ve sıkılgan biri olmam sebebiyle okula gitmek istemezdim. Tuncay da gitmek istemiyordu. Elbistan’ın yanında “Şar Dağı” vardır; eteğinde de “Gariplik Mezarlığı” ve üzüm bağları bulunur. İkimiz de her sabah okula gider gibi evden çıkar, kararlaştırdığımız yerde buluşurduk: Ya Ceyhan Nehri üzerindeki Çakmakların ağaç köprüsünü geçerek ve bir arabanın geçebileceği “sol tarafta lahana tarlası, sağ tarafta Çakmakların bahçesi olan” dar toprak yoldan yürüyerek mezarlığa varır, bağların bittiği yerden Şar Dağı’na tırmanırdık; ya da okul yolundaki Köprübaşı Köprüsü’nden geçer, belediyenin üst tarafındaki yoldan mezarlık tarafına döner, mezarlıkla dağ arasındaki patika yoldan ve “İkikapılı Mağarası”nın önünden Şar Dağı’na çıkardık (Bazen yanımıza başka arkadaşlar da katılırdı). Bir kayanın başına oturur, Elbistan’ı yüksekten seyreder, sohbet ederdik. Şimdi düşünüyorum da “ne konuşuyorduk acaba?..” Her halde sinemadan, gittiğimiz filmlerden falan konuşuyorduk!.. Okul dağılacağı zaman da okuldan döner gibi eve gelirdik.
On gün kadar böyle devam ettik. Kim söylediyse, babama “okula gitmediğimi” duyurmuşlar. Bir gün, genelde her öğrencinin geçmek zorunda olduğu Köprübaşı’nda beklemiş, tabii ki beni görememiş. Eve geldiğimde babamın evde olduğunu ve odada gezindiğini gördüm. Beni karşısına aldı ve: “Bak oğlum, benim halimi görüyorsun (mesleği marangozdu). İş olursa çalışıyor, karnımızı doyuruyoruz; iş olmazsa varsa evdekilerle idare ediyoruz, yoksa aç kalıyoruz. Okula gitmediğini biliyorum; ister oku, ister okuma, sen bilirsin” dedi. Başka bir şey söylemedi. Durumu Tuncay’a anlattım ve o günden sonra okula gitmeye başladık.
Ancak, yanlış hatırlamıyorsam; Tuncay’ın ailesi, 1966 yılı sonunda veya 1967 yılı başında İskenderun’a taşındılar. Babası orada iş bulmuştu. Bugünkü gibi haberleşme, iletişim yoktu; dolayısıyla gittikten sonra görüşmemiz kesildi. Bayramdan bayrama veya yılbaşılarında tebrik kartı gönderirdik, zamanla onu da bıraktık.
Gel zaman, git zaman; aradan 7-8 sene geçti. Ben, 1974-1975 öğretim yılında AİTİA Mali Bilimler ve Muhasebe Yüksek Okulu (akşam) İşletme-Muhasebe bölümüne kaydoldum. Tuncay’da, Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümüne kaydolmuş. 1974-1977 yıllarında “Atatürk Öğrenci Yurdu”, diğer adıyla “Site Yurdu”nda kaldım. Yurttaki Kahramanmaraşlı arkadaşlarla bir araya gelir, sohbet ederdik: “Tuncay’ın Ankara’da olduğu” lafı geçti. İnsan hafızası, bazen her şeyi net hatırlamıyor, ama zannediyorum ilk karşılaşmamız yurtta oldu. Kendisi Ülkü Ocakları Ankara Şubesi yönetiminde görev yapıyordu.
Memur olduğum için hafta sonları ancak görüşebiliyorduk. Bazen ziyaretine gidiyordum. Bir gün nişanlımla ziyaretine gittiğimizde, güzel bir kutuya sarılmış Kur’an-ı Kerim’le bayrak hediye etmişti. Mezun olduktan sonra İskenderun’a döndü. Bazı kayıtlarda öğretmenlik yaptığı yazıyor (öğretmenliğe başlayıp bir süre sonra istifa etmiş olabilir), ama benim bildiğim öğretmenlik yapmıyordu. Bir bakkal dükkânı açmıştı ve geçimini oradan sağlıyordu. Görüşme ve haberleşme imkânımız pek yoktu. Evlendiğini ve bir kız çocuğunun olduğunu duymuştum.
Anarşinin sokaklarda kol gezdiği yıllardı; herkes kendi derdine düşmüştü. Her gün karşılıklı gençler öldürülüyordu. Tuncay da bir akşam dükkanını kapatıp evine dönerken saldırıya uğruyor ve şehit ediliyor. Haberini çok sonra duydum ve çok üzülmüştüm. Fatiha okumaktan başka elimden bir şey gelmedi. Mezar taşında ölümü 31 Ocak 1980 yazılı: Gazi Mezunları Vakfı kayıtlarında ise 29 Mart 1980 olarak belirtilmektedir. Doğum tarihi 29 Şubat 1952’dir. Sohbetlerimizde derdi ki: “ne kadar şanssızım, doğum günüm bile 4 yılda bir oluyor.” Evet, doğum tarihi 29 Şubat’tı ve “artık yıla” rast geliyordu.
Sendikacılık yaptığım yıllarda 2003 yılı olabilir, Hatay çevresine yaptığımız ziyarette İskenderun’a da uğramıştık. Ailesiyle ilgili adres yoktu. Arkadaşlara sordum, “mezarını bulabileceklerini söylediler” ama, grupla gitmiştik ve programımız çok yoğundu; mezarına ziyarete gidemedim. Hâlâ içimde bir ukdedir.
Şehit edilişinin 40.yılında, sevgili arkadaşımı rahmetle anıyorum; mekânı cennet olsun.