“Merdiven Altı Sendikalar” başlıklı yazımı hazırlarken 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun “Kapatma” başlıklı, “Madde 37- Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı faaliyetlerde bulunan sendika ve konfederasyon, merkezlerinin bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcısının istemi üzerine iş davalarına bakmakla görevli mahallî mahkeme kararı ile kapatılır. Yukarıdaki fıkraya aykırı hareket eden sendika şubesi, sendika ve konfederasyonlar hakkında 2908 sayılı Dernekler Kanunu’nun 54 üncü maddesi uyarınca işlem yapılır” maddesindeki “2908 sayılı Dernekler Kanunu” ifadesi gözüme çarptı. Kanunda birçok değişiklik yapılmasına rağmen demek ki bu ifade unutulmuştu. 2908 sayılı Dernekler Kanunu, 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 38/H bendi ile 2004 yılında yürürlükten kaldırılmıştır (R.G: 23/11/2004-25649). Yani bu kanun yoktur; mülgadır.
5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 34 üncü maddesinde açıklanmaya çalışılmışsa da 4688 sayılı Kanun’a “kapatma” başlığıyla ayrı bir madde yazılabilirdi.
Tecrübelerim
Yazılarımda bahsettiğim ve bundan sonra da bahsedeceğim bazı hususları, lütfen yanlış anlamayın ve ukalalık olarak görmeyin! Bunlar, yaşadığım tecrübelerden çıkardıklarımdır:
Türk’üm ve Müslüman’ım: Bu değerleri özümseyerek/ içselleştirerek özde, samimi, dürüst ve doğru yaşamaya çalışıyorum. Kendimi iyi tanıyan, karakterimi ve haddimi bilen bir insanım. Şube müdürlüğünün üstüne çıkamadım/çıkartmadılar. STK’larda ise açıkçası birinci adam olmayı düşünmedim, olmadım; olamadım. Hangi görev verildiyse layığıyla yapmaya çalıştım. Ama son dönemimde -aklıma yatmasa da- arkadaşların tavsiyelerine uyarak girdiğim olağanüstü genel kurulda yenilerek profesyonel sendikacılığa veda ettim. Yaş haddinden emekli oluncaya kadar üyeliğimi devam ettirdim.
Sendikaların/STK’ların çokluğu iktidarların da/partilerin de işlerine geliyor. Çünkü parçalanmış yapılar/gruplar; enerjilerini kendi içlerinde veya birbirleriyle mücadeleye harcadıklarından, hak aramaya ve eyleme zaman bulamazlar. Hatta iktidarlar/partiler, birisini tutarak/destekleyerek ya da yenisini kurdurarak diğerlerine düşman edip çatıştırır; etkisi/kontrolü altına alınca rahatlar. Düşünmezler ki, her makam gibi iktidarlar da geçicidir...
“Sıkıntının kaynağı”, öncelikle eğitimdedir: Çocuklarımız iyi yetiştirilmemekte; bireyler de kendilerini yetiştirmek için çaba harcamamaktadır!.. Soruları çoğaltmak mümkün ama konumuzla ilişkili olarak şunu soralım: Mesela; partilerin, gerçekten demokratik kültürü ve sivil toplumu geliştirmeye yönelik hedefleri var mıdır? Bence yok; varsa bile yetersizdir. Bunun için öncelikle ehliyetli, liyakatlı, bilgili, tecrübeli, kaliteli kişilerin partilerde görev alabilmelerinin yolu açılmalıdır. Oysa, yetişmiş kişiler siyasetten uzaklaşıyor/uzaklaştırılıyor. Meclis de kuruluşlar da yetersiz ve yeteneksiz kişilere kalıyor!..
Ortalıkta dolaşan bazı insanlar görürsünüz: Bunlar; hiçbir özellikleri olmayan kapasitesiz insanlardır ama ağızları iyi laf yapar, herkesle ve her yerle diyaloğu iyi tutarlar, her yerde görüntü verirler. Hele de yağcılığı ve yalakalığı iyi beceriyorlarsa, itibar görürler. Partilerde, sendikalarda, STK’larda görev almaya çabalarlar. Bazıları sonuçta yönetime girerler/seçilirler.
Bir makama gelen, koltuk kapan bu insanlar, çoğunlukla geldikleri yerde rahat durmazlar: Hem daha fazlasını isterler hem de orayı karıştırırlar. Yönetimde yozlaşmaya neden oldukları gibi ekibin performansını düşürürler. Zaten samimi birkaç kişinin üstünde yürüyen kuruluşlar, bu gibi kişiler yüzünden çalışamaz hale gelirler.
Bunların tek amaçları vardır; yönetimlerde görev alıp kendilerine “başkan” dedirtmektir: Bundan büyük haz duyarlar. Bu tip insanlar, mümkün olduğunca uzak tutulmalıdır. Gözü hep yükseklerde olanların aksine dürüst, samimi ve iyi niyetli bazı kişiler de vardır ki bunların elinden de hiçbir iş gelmez, yönlendirmek zorunda kalırsınız.
Bir de genellikle akademisyenlerden oluşan (din eğitimi görenler de dahil) “çok bilenler” var: Kendi alanları ile ilgili teorik bilgileri belki iyidir ama pratikte/ uygulamada başarısızdırlar. Bu gözlemimi, fikirlerine değer ve önem verdiğim bazı akademisyenleri tenzih ederek yazıyorum.
Akademisyenlerle ilgili düşüncelerimi daha önce de açıkladım. Maalesef! Akademisyenler, doğaçlama (irticalen) yaptıkları konuşmalarında çok pot kırıyorlar; önünü-arkasını tartmadan, yanlış anlaşılacak, altından kalkamayacakları sözler sarf ediyorlar. Kamuoyu ve rakipleri karşısında sıkıntıya giriyorlar. Sözlerinin, ileride karşılarına getirilme ihtimalini düşünmüyorlar. Acaba kendilerini üniversitede ders anlattıkları ve/veya öğrencilerle şakalaştıkları ortamlarda mı sanıyorlar?..
Siyaseti de yöneticiliği de beceremiyorlar: Partilerde görev alan ya da bakan olanlardan başarılı olan kaç kişi sayabilirsiniz? Veya çeşitli kurum ve kuruluşlarda üst göreve gelen/getirilen kişilerden; yetki ve sorumluluğunu bilerek işini lâyıkıyla yapan, makamının hakkını veren kaç kişi var? “Devlet adamı olmak, devlet umuru görmekten geçiyor.” O sebeple, bürokraside yetişen kişilerin, siyasette de yöneticilikte de daha başarılı olduklarını söylüyorum.
Partiler ve STK ilişkileri
Gençliğimden beri inandığım, savunduğum, mücadele ettiğim bir idealim/ülküm; iktidar olması için çalıştığım, çabaladığım, destek verdiğim partim var. Ama sendikalarda da sivil toplum kuruluşlarında da partilerin müdahil olmasına karşı oldum.
Her kuruluşun yöneticisi -ülkesine hizmet etmek istiyorsa- kendi kuruluşuyla ilgilenmeli; kuruluşunu en iyi şekilde yönetmeli, temsil etmelidir. Başında olduğu kuruluşun çalışmalarını, amaçlarını, hedeflerini vatandaşa anlatmalı; partiyse iktidara gelmek için çaba sarf etmelidir. Kimse kimsenin iç işlerine karışmamalı, diğer kuruluşları yönetmeye kalkışmamalıdır.
Maalesef! Partiler; sendikalarda ve STK’larında -maddeten düşünmeseler bile- oy potansiyeli veya bazan da rakip olarak görüp emirlerinden çıkmayacak yönetimler oluşturmaya çabalıyorlar. Genel kurullarında sorunlara sebep oluyorlar. Bilmiyorum ama herhalde 20 yıldır gelinen noktayı görüyorlardır. Sağlıklı bir sivil toplum ve sendikal örgütlenme var mı?
Biat ve itaat kültüründen dolayı sorgulamanın, itirazın ve kargaşanın olmadığı dinî kuruluşların, -karşılıklı etkileşim olsa da- partilerde etkili oldukları bir dönemi yaşıyoruz. Partilerin, kuruluşlara müdahale etmeleri, maddi ve manevi büyük zararlara sebep oluyor. Bunları geçmişte yaşadık. Taban bu tavırlardan hoşlanmıyor, kızıyor ve üyelikten uzaklaşıyor. Dolayısıyla ne İsa’ya ne de Musa’ya yarıyor!..
Buna STK’ların yöneticileri de sebep oluyor: İstikbal(!) düşüncesiyle partilerle bağlantı kurmaya çalışıyorlar. Bu ilişkiler, ister istemez “sarı sendikacılık” izlenimi uyandırıyor. (Çözüm sürecinde, “Hayvanlar anladı, bazı insanlar anlamadı” diyen -akil adam- Memur-Sen’in eski başkanı gibi herhalde yeniler de milletvekilliğini garantilemişlerdir!..) Görünen o ki, bu işten bazıları memnun!..
Maalesef! Siyasetle o kadar iç içeyiz ki, partilerde yaşanan hastalıklar kuruluşlara da yansıyor. Sendikada görevliyken; farklı partilerin taraftarı üyelerimiz olduğu için arkadaşlarıma şunları söylüyordum: “Partilerdeki yanlışları, ayak oyunlarını, entrikaları sendikaya getirmeyin; faaliyetlerinizde, toplantılarınızda fazla siyaset konuşmayın; temsilci, delege ve şube genel kurullarını tüm üyelere duyurun, geniş katılımlı yapın” diye… Ama, üyelere fazla duyurmadan el altından yazılan delegelerle seçim yapan yerler oluyordu. Bu sorunlar, sadece bizde değil, diğer sendikalarda da yaşanıyordu.
(Haftaya devam…)