Aşağıdaki metin Cengiz DAĞCI’nın hatıralarını kapsayan Yansılar 3 (Ötüken Neşriyat, İstanbul, Ekim 2012, sayfa 51-56) adlı kitabından aldım.
Olay, 1940’lı yıllarda Kırım’daki Tatar Türklerinin dinî anlayışını göstermesi bakımından çok güzel ve önemli bir örnektir. Bunu tüm Türk insanını düşünerek, diğer deyimle genele şamil değerlendirebilirsiniz.
Cengiz Dağcı’yı babası, yaz tatilinde sokaklarda başı boş dolaşmaması için bir köyevi lokantasına çırak verir. Yantık (cantık): Çiğböreğin yağsız pişirilen türüne denirmiş. Bundan sonrasını Cengiz DAĞCI’dan dinleyelim.
“… Ama benim en çok dikkatimi çeken mutfağa bitişik dar ve küçük odaydı; odadan fazla, odanın içerisinde börek pişiren yantıkçı Mehmet Pehlivan’dı doğrusu.
Bunun ayrı bir öyküsü var.
Evet, yantıkçı Mehmet Pehlivan!
Ben, o güne dek yantıkçı Mehmet Pehlivan’ı görmemiştim; ismini duymamıştım; Kırım’da böyle bir pehlivanın varlığından habersizdim…
Akmescit’te yantıkçı pehlivanın varlığından habersizdim ama, burada kendimi ayıplamadan önce, yantıkçı Mehmet Pehlivan üzerine yalnızca benim değil -kentte gezgen sirkin gösterileri yer aldığı güne dek- başkalarının da çok bir şey bilmediklerini hemen açıklamam gerekir.
Gösterişli bir adam sayılmazdı Mehmet Pehlivan; hatta okul arkadaşım Rıdvan denli boylu boslu da değildi, kirpivari kesilmiş saçları kumraldı; yüzü çilliydi; gövdesinin üst kesimi kesmentikti; ensesi de bir boğanın ensesi gibi katmerli ve kalın olmasına rağmen, bacakları ve kolları kısa, hatta gövdesine kıyasla, inceydi. Fakat ben yantıkçı Mehmet Pehlivan’ı vücudunun bu uyumsuzluğuyla değil de, daha fazla duygusal sessizliğiyle hatırlıyorum.
Hiç konuşmazdı pehlivan. Hiç kimseye konuşmazdı… Dilsiz miydi? Hayır, dilsiz değildi…
Pehlivanın suskunluğu ve özel hayatı hakkında çok bir şey öğrenemedim köyevi lokantasında; öğrendiklerimin hepsini, okul yılı başlayınca helâ yerinde cigaralarımızı içerken sınıf arkadaşlarımdan öğrendim.
Sınıf arkadaşım anlattı:
Beş yıl önce -yani bizim aile daha Kızıltaş’ta otururken- gelmiş sirk Akmescit’e ve Gorki caddesinde boş alanda açmış çadırını gösteriye… Gösteri repertuarı, daha önce Akmescit’e uğramış olan öteki sirklerin repertuarlarından pek farklı değilmiş:.. Öteki sirklerden bir tek özelliği, kentte kaldığı iki hafta süresince, sirkte her akşam düzenlenen güreş müsabakasıymış. Altı pehlivan katılıyormuş müsabakaya -beşi Rus, biri Arap- Arap koyu esmer ve kıvırcık saçlı; gövde, kol bacak Rıdvan misali… Ama yok, Rıdvan da ne! Aypetri dağından bir çam yarması gibiymiş adam. Önce o çıkarmış mindere, sırtında kızıl ve ışıltılı pullarla süslü yeşil robuyla. Bütün sirk alkış buhranına gömülürmüş. Bir süre minderde ve tek başına durarak ve iki elinin tüm parmaklarını kalın ve kıvrık dudaklarına kaldırarak, seyircilere, özellikle seyirciler arasında genç ve güzel kadınlara yönelik, öpücükler gönderirmiş. Sonra güreş başlarmış. O ve muhalefette kendi sıralarını bekleyen beş Rus. Rusların birisi yenilince ikinci çıkarmış mindere. Hiç güç harcamadan yenermiş Rus pehlivanlarını. Bazılarını kafası üstüne kaldırırmış ve bir fırıldak gibi döndürüp döndürüp -gene alkış ve kahkahalar içinde- rakibini usulca mindere sırtüstü yatırırmış.
Yalnızca genç kimseler değil, kentin kenar mahallelerinde oturan ihtiyar Tatarlar da ilgilenmeye başlamışlar sirkle. Hoş, sirkle değilse de güreşçi Arap’la -akşamları Gorki caddesine inerek, sirkin çadırı önünde o görkemli yeşil robuyla duran Arab’ı seyrederlermiş uzaktan; bazan aralarından biri veya ikisi, Arab’a yaklaşarak, bir selâmun aleyküm çeker, ya da Kur’an-ı Kerim’den yarım yamalak bir ayet okurlarmış Arab’a; Arap’sa akpak dişleriyle gülerek, ama sessizce kendisine konuşanlara bakarmış.
Kimin aklına geldi, kimse bilmiyor, sirk yetkililerine, çok başarılı geçmiş olan gösterilerin son akşamında ünlü pehlivan bizim yantıkçı Mehmet Pehlivan’la tutuşsun bir diye öneri sunulmuş yetkililere ve ünlü pehlivan öneriyi kabul etmiş.
Kabul haberi bir yıldırım hızıyla dağılmış dört bir yana. Kantar’ın ve Suphi’nin yukarlarından ve Kazan ve Kırımçak mahallelerinden dini bütün tüm Müslümanlar Gorki caddesine dökülmüşler. Ve o son akşam da, öteki akşamlar gibi, görkemli açılış töreniyle başlamış: renkli ışıklar, trambetler, fanfarlar, alkışlar… Ve minderde ışıltılı robuyla şanlı pehlivan. Yantıkçı Mehmet mindere çıkınca trampetler susmuş, alkışlar kesilmiş, garip bir sessizliğe gömülmüş sirk. İki pehlivanın arasındaki fark gerçekten yüceymiş; şaşırtıcıymış; kör bir insan bile görebilirmiş farkı. Artık Arab’a hayranlık duyanlardan fazla, bizim yantıkçı Mehmet’e acıyarak bakanlar varmış sirkte; hatta işi alaya alarak, “Ulan, çömez Mehmet! Güreşi yantık mı sandın?” ya da, “Duayla başla Mehmet, yoksa yalnızca etin budun değil, kemiklerin de dökülecek mindere!” diye seslenenler olmuş.
Nihayet güreş başlamış. Arap pehlivan minderin orta yerinde kalmış, yantıkçı Mehmet ise minderin ucuna gitmiş ve seyircilerden yana dönerek, saygı selamında durmuş; sonra da Arap’tan yana dönmüş, başını hafifçe eğerek rakibini selamlamış. Ünlü pehlivan hâlâ olduğu yerde ve sihirli bir bakışla Mehmet’e bakarak, akpak dişleriyle gülüyormuş. Derken, bizim yantıkçı Mehmet iki elini kaldırmış, iki kez kendi kalçalarına vurmuş; yanlarına vurmuş; kıçlarına vurmuş ve başı dimdik, Arab’ın üstüne yürümüş.
Okulun helâ yerinde öyküyü anlatan arkadaş burada susuyor ve tıpkı Kızıltaş’lı Tahtabacaklı Hasan gibi, yüzüme bakarak, “Ne oldu biliyor musun?” diye soruyor ve bana “Bilmiyorum” dememe vakit kalmadan, “Güreş tam on saniye sürmüş,” diyor ve ayrıntılı anlatmasını sürdüyor.
Arap pehlivan iki koluyla ve bir ayı usulüyle dolamış yantıkçı Mehmet’in belini. Yantıkçı Mehmet de yüz yıllık bir meşenin kütüğü gibi on saniye Arab’ın kolları arasında durmuş. Ama, kendi ellerini rakibinin beline atıp dize almasıyla Arab’ı paldır-küldür mindere sırtüstü vurması bir olmuş. Bir ara ölümsü bir sessizlik sarmış sirki. İhtiyarlar faltaşı gibi açık gözleriyle bakıyorlarmış yantıkçı Mehmet’e. Gençler alkışa geçmişler. Ama yalnızca gençler… İhtiyarlar ayağa kalkıp sessizce sirki terk etmişler. Ve işte, o günün akşamı yantıkçı Mehmet Pehlivan’ın hayatında bir dönüm noktası olmuş.
Arkadaşım dosdoğru gözlerimin içine bakarak soruyor:
“Neden mi?”
“Neden?”
“Dur, dinle! Subhi’de, Kantar’da, Kazan ve Kırımçak mahallelerinde ihtiyarlar yantıkçı Mehmet’in yüzüne bakmaz oluyorlar. Nedeni şu: bin yılda bir Hazret-i Ali’nin horantasından, belki de Hazret-i Muhammed’in eshabından, Kırım’a dini bütün bir Müslüman Arap gelmiş de, O, o maymun soylu, o kevgir yüzlü yantıkçı bütün kentin önünde rezil etmiş milleti. Eh, güreş bu, ne yapacaktı yani, diyenlere, ne mi yapacaktı? Yenilecekti! diyorlarmış. Etmeyin, eylemeyin, Arap değildi o adam, Müslüman asla değildi; Amerikalı bir zenciydi, kâfirin biriydi, diyorlarmış işin aslını bilenler. Ama dini din, imanı imandı onların; inanmamışlar gerçeği söyleyenlere. Suskunluğu da o günden sonra başladı işte yantıkçı Mehmet’in. O gün, bu gün, susuyor hâlâ yantıkçı Mehmet.”