Ev yılanlarından bahsedildiğini, sizler de duymuşsunuzdur; geçmişte çok anlatılırdı. Benzer hikâyeleri ve mitolojik anlatımları internette görebilirsiniz. Bereket getirdiğine inanılır. Bugün; garip ve esrarengiz gelse de, inanmak istenilmese de, uydurma denilse de birçok kişi tarafından anlatıldığına göre “herhalde gerçeklik payı var!..”
Anadolu’da, eskiden ilçelerin köylerden pek farkları yoktu. Genelde evler kerpiç ve ahşaptan yapılırdı. Hayvanlar için evlerin avlu kısmında veya iki katlıysa altında mecburen ahırlar ve kümesler bulunurdu. Besin ihtiyacı için hayvan yoksa bile binek olarak kullanılan at veya eşek olurdu. Misafirlerin hayvanları da ahıra ya da avluya bağlanırdı. Evlerde fareler cirit atardı; korunmak için kedi ve köpek olurdu. Avcılar keklik beslerdi. Kısacası, insanlar hayvanlarla içi içe yaşarlardı. Bu yüzden evlere yılan girmesini çok garipsemiyorum.
Benzerleri bizim evde de yaşanmış; ama önce Fadime nenemi (babaannemi) tanıtmalıyım.
Fadime nenem
Fadime (nüfusta Fatma) nenem Karaelbistan Köyü’ndendir; “Arpacılar” lakaplı aileye mensuptur. Karaelbistan, Elbistan’ın eski yerleşim yeridir ve batısındaki en yakın köyüdür.
Bilirsiniz, yaz aylarında köylünün işi çok olur; harman ve hasat zamanıdır. Fadime nenemin; “Durdu dayınıza yardımım dokunur, en azından yemeklerini pişiririm” sözüyle ailece köye taşınır ve 2-3 ay höyükteki iki sınıflı okulda kalırdık. Marangoz olan babam Elbistan’a gider gelirdi.
Yazacaklarımın daha iyi anlaşılması için, nenem ölürken 12-13 yaşlarında olan ablamın ağzından tanıtmak istiyorum. Hadise, size de ilginç gelecektir. Ben, 4 yaşlarındaydım ve nenemi hiç hatırlayamıyorum: Sadece karanlık basarken dışarıda kazanda, cenazeyi yıkamak için su ısıtıldığını hatırlıyorum.
1956 yılının Ağustos ayında 2 yaşındaki kardeşimle kızamık çıkartmışız; babamla anam, bizi köyden Elbistan’daki doktora götürmüşler. Ablam, öğleye doğru evi süpürmek istemiş. Nenem: “Süpürme kızım, ben bugün öleceğim, gelen giden olur, boşuna uğraşma” demiş. Ablam şaşırmış. İkindi vakti, yattığı yerde namazını kılmış ve ablama; “Durdu dayını çağır, ben ölmek üzereyim, bana okusun” demiş. Ablam koşarak höyükten inerken komşu kadın görmüş ve “nereye Güldane?” diye sormuş. Ablam: “Nenem ölecekmiş, dayımı çağırmaya gidiyorum” deyince kadın elindeki işi bırakmış ve hemen eve koşmuş. Harman yerinden dayım da gelmiş: “N’oluyor bacı, beni çağırtmışsın” demiş. Nenem: “Birazdan öleceğim, bana Kur’an oku.” Dayım biraz okuduktan sonra; “Ben bir harmanı karıştırıp geleyim” diye aşağıdaki harman yerine gitmiş. Az sonra nenem ruhunu teslim etmiş.
Elbistan’a haber salınmış; babam, anam ve akrabalar ciplerle gelmişler. Akşam vakti girmiş. Hava sıcak olduğundan “cenaze kokabilir” demişler. Akrabamız Durmuş Çavuş (aynı zamanda bilgili bir hocaydı): “Gece defnedilmesinde bir sakınca yok” demiş ve lüks ışığında nenemi defnetmişler.
Babamın ayrı ev açması
Eskiden her evlenen genç ayrı bir ev açmazdı; gelin, kayınbabanın evine getirilirdi. Evin-konağın büyüklüğüne ve oda sayısına göre diğer erkek evlatların eşleri (büyük gelinler) de bulunurlardı. Kısacası tüm sülale birlikte yaşardı.
“Yeniçerioğulları” sülalesi de Elbistan Ulu Camisi’nin kuzey tarafındaki bitişik evlerde babalar, analar, kardeşler, eşleri, kardeş çocukları, gelinler ve onların çocukları hep bir arada oturuyorlarmış.
Savaş yılları… Cephelere gidenler ya şehit düşmüş ya hasta-yaralı dönmüşler ama fazla yaşamamışlar ya da esir düşenler esaretten kurtulduktan sonra dönebilmiş. Tabii sülalede öksüz ve yetim, dolu çocuk varmış. Yemekler, aynı sofrada birlikte yenirmiş. Babamdan duyardım; “30-40 kişi birlikte sofraya oturuyorduk…” derdi.
Babam Hüseyin, iki defa askerlik yapmış; ilki 29/04/1933 - 07/11/1935 tarihleri arası Ağrı-Doğubayazıt’ta, diğeri II.Dünya Savaşı’nda 10/03/1942 - 22/04/1943 tarihleri arası Edirne’de… Asker dönüşü, emmisinin evinin dar gelmesi ve kalabalık olması; ayrıca kendi çocuklarının bulunması sebebiyle ayrılmış. Çaparlar’a yakın Mercimek Ali’nin evini kiralamışlar.
1947 yılında Durdu dayı, bir tarla satarak babama yardım etmiş ve “Yeniçeriler Sokak”taki evimizi 300 liraya satın almışlar. Dayısının oğlu Ali, köyden kağnıyı getirip (Ağustos) eşyaları yeni eve taşımışlar.
Evdeki yılan
Evin kuzey tarafında iki basamakla inilen “hazın damı” dediğimiz (bugün kiler diyoruz) büyük odası vardı; soğuk bir odaydı. Kışlık erzak burada saklanırdı: Yufka ekmek, küpler ve erzak çuvalları; toprak tabandan 50-60 cm yukarıda raf gibi yapılmış tahtanın üzerinde olurdu.
Başlıktaki konuya gelince; anamdan duymuştum: “Bizim bu evde bereket yılanı denilen kara (siyah) bir yılan varmış, hazın damında yaşarmış. Sonradan öğrendim, nenen bilirmiş. Oraya beni hiç sokmazdı. Bir şey alınacaksa kendi girer alırdı. Genelde bulgur çuvalının üstünde yatarmış. Nenen bulgur alacağı zaman: ‘Kara kız in de bulgur alacağım’ der, yılan süzülerek aşağı inermiş. Nenen bulguru alıp çuvalın ağzını bağlarmış; yılan da tekrar çıkar yatarmış.”
Bir gün anam, pekmez almak için -nenemden habersiz- hazın damına girmiş. Yılanı görmemiş ama pekmezin, küpten alttaki leğene aktığını görmüş. Anam heyecanlanıp odadan çıkmış, kaynanasına: “Teyze, pekmez taşıyor” demiş. Nenem “Sus” işareti yaparak “Hızır eli değdi, ondan bereketleniyor. Sakın kimseye söyleme, bereketi kaçar” demiş. O zamanlar kimseye söylememiş, bize çok sonraları anlatmıştı. Meğer nenem, leğen doldukça pekmezi başka bir kaba alırmış.
Kiracının yaşadıkları
Nenemin ölümünden sonra yılana ne oldu, bilmiyorum. Hazın damına girer-çıkardık ama hiçbir şey fark etmezdik ya da biz görmezdik. Yalnız daha sonraki yıllarda -tam çözememişler ama- esrarengiz bir şeyler olduğunu fark etmişler.
Biz beş kardeşiz; iki kız evlenerek ayrıldı, ağabeyim ve ben Ankara’daydık. Babam vefat etmişti; evde annem ve kardeşim kalıyordu. Kardeşim 1977’de evlendi ve eşiyle bu evde oturmaya başladı. (Annem Ankara’ya benim yanıma gelmişti.)
Gelinimiz; “evden sesler geldiğini ve korktuğunu”, kardeşime zaman zaman anlatırmış. Birkaç defa aşırı korku yaşamış ve “kapıların açılıp kapandığını” söylemiş. Bunun üzerine babamdan kalma evi kiraya vererek 1983 yılında başka bir eve taşındılar.
Evi, Elbistan’ın uzak bir köyünden bir aile kiralamış. Yıllar sonra gelinimiz, evimizde kiracı olarak oturan kadınla karşılaşmış. Kadınla sohbet ederken bir ara kadın; “O evde bir gariplik vardı. Bazı zamanlar yılan görürdüm, kimseye zarar vermezdi, süzülüp giderdi. Maddi durumumuz iyi değildi ama fazla sıkıntı yaşamadık, para yönünden daralmadık. İşlerimiz rast gitti. Dört kız çocuğumu büyüttüm, okuttum, derslerinde başarılı oldular, üniversitelerini bitirdiler. Bereketli bir evdi.” diye konuşmuş.
Hayret etmez misiniz?..