Babamın bu sene 40. ölüm yıldönümü… 16 Şubat 1977’de 67 yaşında vefat etti. 1326 doğumluydu, yani Miladî 1910 yılına tekabül ediyor. Öldüğünde ben 24 yaşında idim. Ancak 14-15 yaşına kadar yanındaydım. Çünkü, 1968 yılında ortaokuldan sonra Elbistan (Kahramanmaraş)’dan ayrılıp Ankara’ya geldim.
Babam eski deyişle “nacar”dı, yani marangoz. Elbistan’ın sayılı ustalarından biriydi. Başlangıçta ceviz ağacından oymalı/işlemeli cehiz sandığı, açılır-kapanır sandalye, köy evlerinin ve konaklarının ahşap işleri, tavan süslemesi (ağaç işleme), köyde kullanılan tarım aletleri, yayık, su kovaları, silme ve benzeri ahşap işler ile ağaç köprüler, kamyon ve traktör romörkü karöseri yapardı. Sonraları çatı ustalığı öne çıkmıştı. Elbistan merkez ve köylerinde -benim de çırak olarak bulunduğum- birçok okul, cami ve ev çatısı yaptı.
Babam dürüst, haksızlık yapmayan, çalmayan-çırpmayan, mal sahibinin eşyasını koruyan, keresteyi yerli yerince kullanan, ziyan etmeyen, bir çiviyi bile boşa harcamayan, çatının tepesinde çalışırken düşürdüğü çiviyi erinmeden -çakmak için- inip alan veya çırağından isteyen, … böyle bir adamdı.
Eksik ve yanlışı yok muydu? Tabii ki vardı. O’nun da Elbistan tabiri ile “asayişsiz”likleri vardı. İçkisini (rakıyı severdi), sigarasını içerdi. Genelde evde içerdi. Ehl-i keyf bir adamdı. Biz de mezesinden yararlanırdık. Bir gün içerken bize de rakısından tattırdı, kokusundan ve tadından huylandık. Üç erkek kardeşiz, hiç birimiz de içki içmeyiz.
Dedemin şehit olması sebebiyle yetim kalmış. Çocukluğu ve gençliği çok hareketli geçmiş. Deli-dolu, haylaz bir çocukmuş. Bugün ki anlamda “hiperaktif” biriymiş. Söz dinlemezmiş. Bir gün “Ninem”, yani annesi çamaşırlarını yıkamış, kuruması için ipe asmış, “ben onları giyecektim.” diye ipten alarak çamura batırmış. Bu tür davranışları nedeniyle çocukken adı “deli”ye çıkmış. Zaptedilmesi güç bir insanmış. Hele gençliği!..
Biz çocukken -özellikle evde içerken- yaşadıklarını anlatırdı. O kadar macerası vardı ki, tam bir romanlık… Bazen de biraz içip keyfi yerine gelince şair olur, şiir söylerdi.
Esas anlatacağımı sona bırakarak iki macerasını yazmak istiyorum: Yaklaşık Elbistan’a 4-5 km uzaklıktaki “Ketizmen” bağlarından -bir yaz- bağ kiralamışlar. Bağa atıyla gider gelirmiş. Bir gün bağdan dönerken atını denemek istemiş. Bayır aşağı atı koştururken, kendisini attan aşağı atmış. Biraz ileri giden at; durmuş, geriye dönerek babamın yanına gelmiş, “pürrr…, pürrr…” diye burnundan soluyarak başucunda beklemiş. Babam da kalkmış atı öpmüş ve Elbistan’a doğru tekrar koşturmaya başlamış…
Bir başka hikâyesi: Eskiden de tiyatro ve müzikal gösterilerin olduğu, şarkıcı kadınların yer aldığı turneler yapılırmış. 1950’li yılları düşünelim. Böyle eğlenceler küçük bir şehir yaşantısı için çok önemli, özellikle gençler için… Turneye çıkan bir grup Elbistan’a da uğramış. Bir akşam kafayı çekmiş, binmiş atına, gösterinin yapıldığı kahvenin dönemeçli dar tahta merdiveninden ikinci kattaki gösteri salonuna girmiş. Herkes şaşkın! Atı çok güçlükle aşağıya indirmişler.
Okumamış, okuldan hep kaçmış. 3.sınıfa kadar gitmiş, diploması yoktu. Hesap yapması gerektiğinde, eski rakamları kullandığını görürdüm. Yazları yanında çalıştığım için çıraklık paramı verirdi, ben de kitap alırdım. İşten eve geldiğim veya çalışmadığım zamanlarda, evde oturur kitap okurdum. Bazen kızardı: “Arkadaşların yazlık kahvede, sohbet ediyorlar, oyun oynuyorlar, git sen de katıl onlara. Niye evde otuyorsun?” derdi. Geleceğini pek düşünmez, günlük yaşardı. Yazın kazandığı parayla evin ihtiyacını giderir, kışlık erzakını alır, kalanını da arkadaşları ile harcardı. Yedirmeyi severdi. Dolayısıyla cebinde parası olmazdı.
İbadet hususunda biraz zayıf olsa da, babamın iman ve itikadı tamdı. Ramazan ayı geldiğinde; tüm bu kötü alışkınlıklarını bırakır, orucunu tutar, namazını kılardı. Yaptıkları, toplum açısından kötü gibi görünse de zararı kendisineydi. Kimseye zararı yoktu, kimsenin hakkını yemedi, haksız ve adaletsiz iş yapmadı.
Aslında babamla ilgili yazılacak çok şeyler var, ama ben en anlamlısını ve ders çıkarmak açısından ibretlisini, yazının sonuna bıraktım: 1962 yılının 27-28 Mart’ı olabilir. Bir ikindi vakti -arkadaşlarla damda gulle (misket) oynuyorduk- birden sallanmaya başladık. Zelzele (deprem) oluyordu. Tabii o zaman, bugünkü gibi haberleşme ve bilgi edinme kolay değildi. (Depremin Rihter ölçeği ile derecesini bilemiyorum.) Önceleri Kızılay çadırında çayırlık yerlerde kaldık. Evden erzak ve kap-kacak getirmek zor oluyordu. Daha sonra babam evimizin önündeki geniş avlumuza ağaçtan ve kilimlerden -yerden 50-60 cm. yüksek- bir çadır yaptı. Deprem sonuna kadar çadırda kaldık. Zaman zaman yağmur yağdığını hatırlıyorum. Ve bu deprem 40 gün sürmüştü.
Depremin son günlerinde babam bir rüya görüyor. Rüyasında; evimizin avlusuna, “Arap kıyafeti giymiş insanların olduğu” bir kervan geliyor. Develeri çöktürüyorlar ve kendi aralarında konuşmaya başlıyorlar. Baştaki zat: “Bu belde insanlarını çok korkuttuk, bu kadar korku yeter, kervanı kaldırın yolumuza devam edelim.” diyor. Babam bu arada yakınında bulunan kişiye “Baştaki konuşan kim?” diye soruyor. Bu kişide; babama, “O, peygamberimiz Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (sav)’.” diye cevap veriyor. Babam heyecanla uyanıyor.
Evimiz Elbistan Ulu Camisine çok yakındı. Elbistan o tarihlerde bugüne göre küçüktü ve nüfusu da azdı. Herkes birbirini tanırdı. Özellikle yaşıtlar (Elbistan’da taydaş denir.), görüşü, inancı ne olursa olsun birbiriyle iyi dosttular. Bu caminin sevilen-sayılan “Şerif” isminde bir hocası vardı. Babam Şerif hoca ile de iyi arkadaştı. Rüyasını Şerif Hocaya anlatıyor. Tabii Şerif Hoca, babamın -yaşantısını dikkate alarak- “Böyle bir rüyayı, sen nasıl gördün.” diye hayretler içinde kalıyor. Rüyasını ve bu konuşmayı daha sonra bize anlatmıştı.
Bunu özellikle yazmamın nedeni; insanları değerlendirirken dikkatli olmamız gerektiğini anlatmak içindir. Abdestli, namazlı diye insanlara “iyi bir Müslüman” gözüyle bakmayalım. Daha çok iman, itikat ve ahlakî taraflarına, insanî ve sosyal yanlarına bakalım. Hele bugünlerde…
Babamızı hep hayırla anıyoruz. Allah (c.c) rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.