Sosyal medyada zaman zaman Türk Milliyetçisi, Ülkücü arkadaşlarımızın; 12 Eylül 1980 öncesine ilişkin yazılarına ve paylaşımlarına rast geliyorum. Bu yazıları; bazen zevk duyarak, bazen de yüreğim sızlayarak ve hüzün dolu okuyorum: Maziye gidiyor, geçmişi hatırlıyorum. Paylaşılan fotoğraflara, “içlerinde tanıdık var mı acaba?” diye dikkatlice bakıyorum. Yazıların bazılarına da kızıyorum.
Bir şarkımızda; “Bir zamanlar maziye bak, ne kadar şendik” diyor ya!.. O dönem -şarkıdaki gibi- şen olduğumuz günler oldu; ama çok zor ve çetin geçen günler de…
Her duamda Tanrı’ya yalvarıyor, yakarıyor; “bir daha o günlere dönmeyelim, o günleri yaşamayalım” diye, temennide bulunuyorum.
Bu yazıda daha çok kendi geçmişimden bahsedeceğim: Nasıl Türk Milliyetçisi, ülkücüsü olduğumu, anlatmaya çalışacağım.
Okuduysanız!.. Esasen üç hafta önce yazdığım “Ergenekon Tablosu Depoya…” başlıklı yazımla konuya biraz girmiştim. Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi (eski Türk Ocağı) binasının, “Türk Milliyetçiği Davası”na gönül vermem de ayrı bir yeri olduğundan bahsetmiştim.
Şahsen o günleri, arkadaşlar kadar güzel yazabileceğimi sanmıyorum. Gerçekten bazı arkadaşlar o kadar güzel anlatıyorlar ki, tebrik etmeliyim.
Sülalenin siyasi görüşü
Bizim, “Yeniçeriler Sülalesi” CHP’li idi. Elbistan, uzun yıllar CHP ağırlıklı bir şehirdi. Belediye başkanlığını çoğunlukla CHP adayı kazanırdı. Hatta bir ara Elbistan’ın adı “muhalif şehir”e çıkmıştı. (Bu yüzden Menderes döneminde hizmet alamadığı anlatılırdı.) Adnan Menderes ve arkadaşlarının Demokrat Parti’yi kurmaları ve 1946 seçimleri ile birlikte ülkede farklılaşma başlıyor. Bu partiden önce -çok az da olsa- CKMP taraftarları da vardı. 1960 İhtilalinden sonra Adalet Partisi kuruldu.
Henüz 10 yaşlarında idim; AP’li olan akrabamız, bir akşam birkaç arkadaşı ile babamı ziyarete geldiler ve partilerine oy vermesi için çok uğraştılar, çok dil döktüler ama ikna edemediler.
Aklım ermeye başlayınca, babamın CHP’li olduğunu anladım: Çünkü İsmet İnönü’yü severdi. Ailemizin ilk çocuğu doğduğunda “İsmet” ismi verilmiş ama çok yaşamamış. Bir kızdan sonra 1941 yılında bir erkek çocukları daha olunca, yine “İsmet” ismini vermişler. Babamla bazen siyasi konulara girerdik; kendisi siyaseti bilmezdi ama bana kızardı. 1973 seçimleriyle birlikte anneme MHP’ye oy verdirdik; babam “Anneniz veriyorsa versin, bana karışmayın” dedi ve vermedi. Vefat edinceye kadar CHP’ye oy verdi.
Sağcı ifadesinden pek hoşlanmam ama hep böyle söylendiği için yazıyorum: Sülalede sağcı olan da solcu olan da vardı.
Çocukluk yıllarım
Çocukluktan beri çok sessiz, sakin, masum, mazlum, kavgayı ve ağız dalaşını sevmeyen bir yapım vardı. Kavgadan hep uzak durmaya çalışmışımdır. Çocukken, yaşanan olayları çok anlamıyoruz ama büyüdükçe, bilgimiz ve görgümüz arttıkça daha iyi değerlendirebiliyoruz.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi olduğunda henüz 7 yaşındaydım. Her zaman olduğu gibi çocuklarla oynamak istedim. Sokağa çıktım, bazı çocuklar da çıkmıştı. Daha oynamaya fırsat bulamadan, sokağın başında iki asker gördük. Bize kızdılar, evlerimize girmemizi söylediler. Biz de korkup hemen evlerimize kaçtık.
Milli bayramlarda geceleri fener alayları düzenlenirdi. Bu fener alayları, özellikle Cumhuriyet Bayramı gecelerinde yapılırdı. Cumhuriyet Meydanı’nda toplanılır, yürüyüşe geçilir, Köprübaşı ve çarşının içinden aşağıda Küçük Ceyhan’a kadar gelinir, buradan sola dönülürdü. Arasa’nın yanından Ceyhan Nehri’ne, tekrar sola dönülerek nehir yanındaki caddeden Köprübaşı’na ve Cumhuriyet Meydanı’na gelinirdi.
Herhalde 1961-1962 yılları idi. Yine böyle bir bayramda, fener alayına katılan bazı gençlerin; nehir kenarındaki birkaç evin camını taşladıklarını görmüştüm. Zannediyorum, CHP-DP mücadelesinin bir sonucuydu. Çünkü, taş atılan evlerin sahiplerini düşününce bu sonuca varıyorum. O zaman çocuktuk; hiçbir şey bilmiyor ve düşünmüyorduk. Sürü psikolojiyle büyükleri takip ediyorduk.
Çocukluktan beri arkadaşım Tuncay Terzi’ydi; 1966 yılı sonunda veya 1967 yılı başında İskenderun’a taşındılar (1976’da Ankara’da tekrar karşılaştık; Ülkü Ocakları Ankara Şubesi yönetimindeydi, 1980’de İskenderun’da şehit edildi). Büyüdükçe çevrem ve arkadaşlarım arttı. Rahmetli Nahit Salt ve Fethi Yıldız ile Halil İbrahim Çelikkan gibi bazı arkadaşlarım ortaokuldan da arkadaşlarımdı. Arkadaşlarla geceleri buluşur, sokak sokak gezerdik. Her akşam yanımıza gelen sokak köpeği (adı Bomba’ydı) ile diğer köpekleri kovalar, kavga ettirirdik.
Her mahallede bir bekçi vardı: Bağıra-çağıra gezdiğimiz için bekçiler kızarlardı. O günlerde “Bekçi Murtaza” lafı ağızlardaydı. Bu sözle bekçilerle alay eder, sinirlendirirdik. Bizi kovalarlar, yakalarlarsa döverlerdi (Bekçi Murtaza; Orhan Kemal'in roman kahramanıymış. 1965 yılında Bekçi Murtaza ismiyle sinema filmi yapılmış).
Sonraki yıllarda anarşiye ve teröre bulaşanların yoğun olduğu Küpçüler Mahallesi’nden de arkadaşlarım oldu. Hatta bu arkadaşlardan çok sevdiğim birisi, ben Ankara’ya geldikten sonra diğer arkadaşların etkisiyle aşırı sol grupların içine girmiş; babasından dinlemiştim. 1980 sonrası Fransa’ya gitmiş ve hâlâ orada yaşıyor.
Bir de, “husumet neydi” bilemiyorum; o yıllarda şehir merkezindeki mahallelerde oturanlarla Kızılcaoba Mahallesi’nde oturanlar arasında çok kavga olurdu. Büyükler arasında olmasa bile en ufak tartışmada küçükler arasında taşlı sopalı, sanki savaş yapılırdı. Elbistan Ortaokulu Kızılcaoba Mahallesinde olduğundan mecburen gitmek zorundaydık. Bazen kavganın ortasında kalırdık.
Demek ki, yavaş yavaş anarşi ortamına doğru sürükleniyormuşuz ama haberimiz yokmuş.
Tarihe bağlılık
Diğer yandan; “Karaoğlan” isimli çizgi romanı okuyor, “Karaoğlan ve Malkoçoğlu” filmlerini seyretmek için koşa koşa sinemaya gidiyorduk. Daha sonra “Tarkan ve Fatih’in Fedaisi Kara Murat” gibi tarihi filmler de çekilmişti. Film kahramanlarının mücadelesi, başarısı, bizi o kadar memnun ederdi ki; sinemadan çıktıktan sonra onlar gibi olmak için hayaller kurardık. Türklük damarımız / kanımız kabarırdı. Bazen elimizde tahta kılıçlarla kavgalar yapardık.
Çocukluğumdan beri okumayı seven birisiyim. Özellikle yazları babamla çalıştığım için harçlığım olurdu ve genelde paramla kitap alırdım. Bu kitaplar daha çok tarihi romanlardı. Örneğin Bekir Büyükarkın’ın kitaplarını -şimdi bir çoğunun içeriğini hatırlamasam da- okumuştum.
Ayrıca, “Teksas, Tommiks” gibi çizgi romanlar ortalıkta dolaşıyordu; satın alamadığımız zaman arkadaşlarla değiş-tokuş yapıyor ya da az bir ücretle kiralayıp okuyorduk.
Artık, bu süreçte yakın arkadaşlarla ve farklı kişilerle aramızda tartışmalar oluyordu. Olaylar ve konular hakkında -bildiğimiz kadarıyla- görüşlerimizi anlatıyorduk. Zaman zaman tartışmaların büyüdüğü olurdu.
Kısacası; azıcık bilgimizle kendimizi yer yer tartışmaların içinde buluyorduk.