Bugün 4 Nisan: Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in 24.ölüm yıldönümü.
O gece, HBBC tv.’de “Ceviz Kabuğu” programını seyrediyorduk. Televizyon Saat 23.00 sıralarında “MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in rahatsızlandığı ve Bayındır Hastanesi’ne kaldırıldığı” şeklinde alt yazı geçmeye başladı. O an içim burkuldu. Hemen bir arkadaşımla hastaneye gitmeye karar verdik. Kısa sürede hastaneye vardık.
Hastanenin önüne gelenler olmuştu. Herkes birbirine soruyordu ama kimse net bir şey bilmiyordu. Zamanla kalabalık iyice artmış, hastanenin önü mahşer yerine dönmüştü. Hepimiz sessiz ve endişeli bir şekilde bekliyorduk. Zaman zaman gençler “Başbuğ Türkeş” diye bağırıyorlardı; bazıları da bir köşede için için ağlıyordu.
Uzun süre bekledikten sonra gece saat 3.15 civarı Ülkü Ocakları Genel Başkanı, yüksek bir yere çıkarak açıklama yaptı; Başbuğumuzu kaybetmiştik. Hareketlenmeler oldu, bağıranlar, ağlayanlar arttı. “Başbuğlar ölmez” diye sloganlar atılıyordu. Arada bir parti yetkilileri çıkıyor, kalabalığı teskin edici sözler söylüyordu. Bir iki saat daha bekledikten sonra yavaş yavaş dağılmaya başladık ve evlerimize döndük.
Uyku tutmuyordu; üstümüze dağ yıkılmamıştı ama dağ gibi büyük bir lideri kaybetmenin üzüntüsü altında kalmış, ezilmiştik. Ne yapabilirdik ki; ölüm herkes için mukadderdi ve “her nefis ölümü tadacaktı.” Sadece yapabileceğimiz, vefa borcu olarak cenazesine katılmak ve son görevimizi yerine getirmekti.
8 Nisan’da, belki dünya tarihinde ender görülen bir kalabalık ve yoğun kar yağışı altında yapılan cenaze töreni ile başbuğumuzu ebedi yolculuğuna uğurladık. Cenaze o kadar kalabalıktı ki, mecburiyetten Ankara’nın tüm yolları kapandı, trafik tamamen durdu. Hem bu kalabalık hem de yağan kar yüreğimizi soğutmuş, geleceğe ümitle bakmamızı sağlamıştı.
Bilirsiniz; hocalar, mevta için cenazeye katılanlardan helallik isterler. Bizim, Başbuğumuz üzerinde ne hakkımız vardı ki? Onun hakkı daha fazlaydı: “Başbuğum hakkını helal et bize” diye bağırıyorduk.
Başbuğumuza ve cenaze gününe ait arşivimde epeyce kitap ve gazete kupürü bulunmaktadır. İnşallah yazılarımda yararlanabilirim.
Allah, başbuğumuzdan razı olsun. Kendisini rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Keşke bugün hayatta olsaydı!..
Kürtler konusu
Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in; Türk - Kürt ayrımı yapanlara karşı kullandığı meşhur sözüyle başlayalım: “Biz ne kadar Türk’sek Kürtler de o kadar Türk’tür; Onlar ne kadar Kürt’se biz de o kadar Kürt’üz”.
Bu konuya neden girdim. Geçenlerde “Andımız”la ilgili yazıma, başka bir kişinin yazısından alıntı yapılan bir yorum konmuştu. Bu yazıda Kürtlerden bahsedilmekteydi. Ben de Kürtlerin yaşadığı bir bölgenin çocuğuyum.
Elbistan’da ortaokulda okurken sınıfımızda birçok Kürt kökenli arkadaşımız vardı. Okula geç başladıklarından bazılarının yaşları bizden büyüktü; hatta bazıları evliydi. Elbistan’a uzak bir aşiret köyünden okumaya gelen bir arkadaşla aynı sırada oturduk. Çok iyi anlaşırdık ve zorlandığı derslerinde yardımcı olmaya çalışırdım. Bazen bana Kürtçe kelimeler söylerdi. Sonraki yıllarda bu kelimelerin Kürtçe değil, Farsça olduğunu öğrendim. Türkçe’de de Farsça sözcükler dolu. Çünkü, Türkler uzun süre İran bölgesinde kalmış, devletler kurup hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Uzun bir konudur…
Kürtleri, Türklerden ayrı görmedim, görmem. Turan halklarından biridirler. Tarihe meraklı olanlar, Yenisey yazıtlarını, Orhon yazıtlarını bilirler. Destanlarımız, masallarımız, örfler ve adetlerimiz, kısacası tarih ve kültürümüz ortaktır.
Kürtleri, farklı göstererek ayrı bir millet oluşturma çabaları, en çok kimden ve nereden geliyor, ona bakmak lâzım: Batılılardan ve özellikle ABD’den… Rusya’yı da unutmamak gerekir. Ayrı dil, ayrı alfabe oluşturma gayretleri, hep buralardan çıkıyor. Bunlar Kürtleri bizden daha mı çok seviyorlar? Hayır. İşlerine ve amaçlarına öyle geliyor. Tabii ısrarla kendisini başka etnik gruptan sayan kişilere bir şey diyemem.
Türk adı, ülkemizdeki vatandaşları kapsamakla birlikte dünya çerçevesinde baktığımızda Türk kökenlilerin (Turan halklarının) tamamının ortak adıdır. Bu ad altındaki tüm halklar, ortak tarih ve kültür birliği içerisindedirler.
Atatürk döneminde -İngilizlerin kışkırtmasıyla bazı isyanlar yaşanmakla birlikte- Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes, bir ve eşit görülmüştür. Ayrıca, “millet olma şuuru, millî ruh ve milli kimlik oluşturmak” için çabalar vardır: Tarih ve kültür politikalarına ağırlık verilmiştir.
Atatürk; siyasetin camiye, okula ve kışlaya girmesini istememiştir. Kendisinden sonra gelenler bu politikaları devam ettirmediler. Atatürk dönemi birleştirme; sonraki dönemlerse -oy için- maalesef etnik ve dinî ayrıştırma politikası üzerine kurulmuştur. Bu ayrıştırma politikası son zamanlarda daha da artmıştır.
12 Eylül 1980 öncesi birçok Kürt kökenli ülkücü arkadaşlarımız vardı. Onları, kendimizden ayrı tutmuyorduk, farklı görmüyorduk. Bizimle birlikte komünizme ve emperyalizme karşı mücadele verdiler.
1984 yılından itibaren bu ayrışma körüklendi. Bugün etnik bölücülük yapanların birçoğu kripto Ermeni, Rum ya da Yahudilerdir. Gerçek Kürtler; Türkler ile ortak kültür, tarih ve kader birliği içindedirler.
Başbuğdan alıntılar
Yazıyı Başbuğun konuşmalarından örneklerle bitirelim: “Arkadaşlar, Türk Milliyetçiliği demek, Türk Milleti’ni sevmek demektir. Türk Milleti’nin iyiliğini istemek, onun yüceltilmesi için çalışmak, onun hakkını - hukukunu çiğnetmemek, korumak ve milletimizi, kısa zamanda dünyanın en çok refaha ermiş, en zengin, en güçlü toplumu haline getirmek; dağınıklığı gidermek, esaret altında bulunanların esaretten kurtulmasını sağlamaya çalışmak ve Türklerin, kendi aralarında sıkı bir sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi iş birliğinin gelişmesini sağlamak.
Türk Milliyetçiliğinin, bizim anlayışımıza göre kaynağını aldığı iki önemli kutsal kaynak vardır: Birisi İslâm imanı, İslâm ahlâk ve faziletidir; diğeri ise Türk Milleti’ne karşı beslenen sevgiye dayalı milli ülkü, Türk Milliyetçiliği ülküsü. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz.
Türk Milliyetçiliği, sevgiye dayanır, karşılıklı saygıya dayanır.
Bir millet iman ve ahlâk ile yaşar. Bir milletin kuvvetli olması, insanların güçlü kuvvetli olması, her şeyden evvel imanlı olmasına, ahlâklı olmasına bağlıdır. İmanını kaybeden ahlâksız bir toplum yıkılır, gider.”
Eğitim sayesinde kişiliğimiz ve davranışlarımız değişir ve gelişir. Tabii olarak “Türk kültürü”nün, “yerel kültür”ün, aile ortamının yanı sıra okunan kitaplar, arkadaşlar, iyi-kötü ilişkiler, tecrübeler gibi çevre faktörlerinin de rolü vardır.
Başbuğumuzun Ankara’daki hiçbir konferansını, toplantısını kaçırmamaya çalıştım. Zaten 1969’dan beri ismini biliyor; konuşmalarını ve faaliyetlerini takip ediyordum. Başta “Dokuz Işık” olmak üzere tüm kitaplarını okudum: Kitapları hâlâ kitaplığımdadır.
Türk Milliyetçisi olarak yetişmemde emeği çoktur. Talihimin de yardımıyla iyi ve güzel bir yola yöneldim: Bu yol, “Türk Milliyetçiliği, Türkçülük, Kızılelma, Turancılık, Türk Birliği” ülküsü (ideal) fikirleridir.
O, gerçek bir liderdi.