Muhafazakâr merkez sağ hariç, “Siyasal İslâmcılar”a gelince; dindar (!) görünümlü bu kişiler, komünistleri bırakıp bize musallat oluyorlardı. Herhalde bizi kandırabileceklerini sanıyorlardı ki, bizi iknaya çalışmakla ömürlerini geçirdiler.
Hep bizimle tartışıyorlar; devamlı kafa karıştırmaya çalışıyorlardı. “Türk müsün, Müslüman mısın?” diye akla ziyan sorular soruyorlardı: Sanki bunlar birbirinin karşıtı kavramlarmış gibi!.. “Sadece kendilerini Müslüman gören, kendileri dışındakileri dinsiz, zındık, kâfir sayan” bir zihniyete sahiptiler.
Devamlı Atatürk’ü ve Cumhuriyeti kötülüyorlardı. Ayasofya’nın açılması için mücadeleyi ilk başlatanların, dilekçe kampanyası düzenleyenlerin ülkücüler olduğunu bilmediklerinden; Ayasofya gibi, halifelik gibi konuları gündeme getirip aklımızı çelmeye çalışıyorlardı. Hep Osmanlı’yı öne çıkarıyorlar; adaletinden, ahlâkından, fetihlerinden bahsediyorlardı.
Esasen derin bir bilgileri de yoktu; anlattıkları ya Fatih ya Yavuz ya da Kanuni’ydi. Mesela; Osmanlı’nın son 200-300 yılından hiç haberleri yoktu veya konuşmazlardı. “Resmî tarih”, “alternatif tarih” deyip dururlardı!..
Hep sübjektif, yüzeysel, kulaktan dolma ve tek taraflı bilgilerle tartışıyorlardı ve aşırı önyargılıydılar. Hiçbir meseleye; insanî, objektif, bilimsel bakmadıkları gibi ahlâkî değillerdi ve dünya gerçeklerinden uzaktılar. Sözlerinin çoğu fitne, fesat, dedikodu ve iftira sayılacak ifadelerdi.
Birbiri ile hiç karşıt olmayacak kavramları ve/veya kişileri karşı karşıya getiriyorlar; bizi, cendereye almak istiyorlardı.
Evet, Osmanlıyı da seviyorduk; çünkü “Kadim Türk Tarihi”nin bir parçasıydı. Ama Atatürk’ü ve Cumhuriyeti de seviyorduk; çünkü Atatürk devletimizin kurucusuydu ve Türkiye Cumhuriyeti de Anadolu’da kurduğumuz son devletimizdi. Onlar “kâfir devlet” derken, biz korumak için mücadele ediyorduk.
Bütün bunlara rağmen; “alınları secde görüyor” diye okumalarına, derslere girmelerine, mezun olmalarına yardımcı oluyorduk. Koltuklarımızın altında işlerini yürütüyorlardı. Daha sonraki dönemlerde bunların bazılarını gözlemledim. Özellikle din eğitimi alanların karakterleri ve davranışları çok dikkatimi çekmiştir. Tabii ki tamamını suçlamak istemiyorum ama birçoğu sıkıştığında bukalemun gibi renk değiştirip bulundukları ortama uyum sağlayabiliyorlardı; riyakârdılar. Kişilikli ve ilkeli bir tavırları yoktu.
Mücadeleleri, sadece bizimleydi ve işleri de aramıza fitne sokmaktı. Bazen “bizdenmiş gibi göründüler” ama hiçbir zaman “bizden de bizimle de” olmadılar.
Solun elindeki okullara da rahat rahat gidip geldiklerini, öğrenci başkanı seçimlerinde iş birliği yaptıklarını biliyorduk. “Palavra sıkmalarına bakmayın”, bedel ödemediler. Mesela; 12 Eylül 1980 darbesinden sonra MEB mescidinde bunlardan kimse kalmadı. Vakit namazlarına, Cuma’ya bile inmiyorlardı.
Bunlar hep “kolay dönem Müslümanları”dır; Gücü gördüklerinde itaat ederler ya da gücü ellerine geçirdiklerinde acımasızca diğer insanları ezmeye çalışırlar.
Daha önce defalarca yazdım; yine yazıyorum: Çocukluğumdan beri namazlarımı kılar, Ramazan orucumu tutarım. Evlendiğimden beri de beş vakit namazımı kesintisiz kılarım.
En çok kızdığım şey, iman ve inancımın tartılmasıdır. Hele hele dinî samimiyetimi kimse ölçemez, biçemez!.. Bildiklerimi -uygun ortamlarda- karşımdakilere aktarırım ama kimsenin inancına karışmam.
Allah’ın; Kafirûn Suresi’nin son ayetinde belirttiği gibi (mealen) “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” Kâfi değil mi?
Kitap tavsiyeleri
İşimden ve okulumdan (derslerden) arta kalan zamanlarımda genelde kitap okuyordum. Kendimi yetiştirme ihtiyacı duyuyordum. Çünkü işyerinde farklı düşüncede arkadaşlar vardı ve onlarla müsait oldukça tartışıyorduk.
Bir fikri savunuyorsanız, o fikri iyi bilmeniz gerekir. Alparslan Türkeş’in; “Bir fikre, bir ideolojiye, kendisinden daha üstün bir fikirle karşı çıkılır. Karşı fikir kaba kuvvetle ezilemez.” sözünü şiar edinmiştim.
Yurttayken, okumamızda fayda görülen kitapların listesi verilirdi; arkadaşlar da birbirine kitap tavsiyesinde bulunurdu. Tavsiye edilen kitapları okumaya çalışıyordum. Şimdi düşünüyorum da bazı kitapları bize niye tavsiye etmişler acaba?.. Mesela; kim, neden Kadir Mısıroğlu’nun “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?” adlı kitabını tavsiye etti, bilemiyorum?.. Tabii ki kitaba bakarsanız, Lozan hezimetle bitmişti; kazandıklarımızdan çok kaybettiklerimiz vardı.
Düşünün!.. Bu Kadir Mısıroğlu, kendi yazdığı “Yunan Mezalimi” adlı kitabın içeriğine ters düşmüş; maalesef! “Keşke Yunan galip gelseydi” diyecek kadar şaşırmıştı.
Lozan konusunu, daha sonra başka kaynaklardan da okudum: Aslında Lozan’da azınlıklar konusuna, etnik açıdan değil inanç açısından bakılmış, onu anladım. “Azınlık” olarak gayrimüslim (İslâm harici, Müslümanların dışında) olan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler sayılmış. Buradan şu sonuca varabiliriz: Atatürk; ülkede yaşayan ve diğer etnik gruplardan olup Müslüman olan halkı dışlamamış, tam tersi onlara olumlu bakmış, kucaklamıştır.
Zamanla farklı kitapları okudukça anladım ki ne Atatürk’ün ne Cumhuriyetin ne de kuruluş ilkelerinin İslâm’la çatışan bir yanı yok. “Siyasal İslâmcılar”ın gençlik yıllarımızda anlattıkları, söyledikleri, tartışma konusu yaptıkları konular; aslında İslâm sanılan geleneklermiş. Atatürk; ülkesi ve milleti için çabalayan çok önemli bir insan. Hele hele Osmanlı padişahları ile karşılaştırılmasını hiç uygun bulmam. Kimse kimseyle de kıyaslanmamalıdır.
Geçmişte hükümdarlar, padişahlar, şehzadeler; yaşadıkları çağın gereği olarak kavga etmişler, mücadele etmişler, kardeş katli yapmışlar; aynı soydan-boydan olan insanlar, taraftarı oldukları hükümdarın / beylerin yanında birbirleriyle savaşmışlar; taht kavgaları olmuş. Mülk, yani devlet ve topraklar hükümdarların olmuş, halk / ahali kul olmuş. Gayrimüslimler vergi vererek askerlikten muaf olup kendi işiyle gücüyle uğraşmış. Ticareti, neredeyse tamamen ellerine alıp zenginleşmişler ve Osmanlı’ya borç verir hale gelmişler. Sonra da Osmanlıya başkaldırmışlar ve devletin yıkılışının sebeplerinden biri olmuşlar.
Müslüman kardeşlerimiz (!) olan Araplar ise; İngilizlerin, Fransızların oyuncağı olmuş, Osmanlı’ya başkaldırmışlar. Daha ne anlatalım!..
Tek yanlı okumak
Bazen biz ülkücülerin de tek yanlı okuduğunu düşünmekteyim. Okuduğum eserler, takip ettiğim medya farklılaştıkça ve yaşadıklarım ve yaşım ilerledikçe -ister istemez-gençliğimizde yönlendirildiğimizi düşünüyorum.
Tarihten ders ve ibret almaktan başka ne yapabiliriz? Çünkü geçmiştir. Ama şu bir gerçek; aşırı sağ dini, aşırı sol da Atatürk’ü fazlasıyla kullanmış ve hâlâ da kullanıyorlar. Dışarı ile bağlantıları var mı? Bence var.
Türk Milliyetçileri, Ülkücüler ise; “Elhamdülillah, Müslümandırlar” ama inançlarını Allah için yaşarlar. Ayrıca;
* Türk Milleti’ni karşılıksız severler.
* Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmasını, büyümesini, çağdaş medeniyetler seviyesine yükselmesini; vatandaşlarının zengin, mutlu ve müreffeh olmasını isterler, bunun için çaba gösterirler.
* Çok büyük idealleri vardır. Samimi, ilkeli, dürüst ve ahlâklıdırlar. Kendi tarihlerini, kendi atalarını eleştirebilirler ama kınamazlar, ayıplamazlar.
* Diğer milletleri ve devletleri aşağılamazlar; fakat dünyanın bir milletler mücadelesi olduğunun bilincindedirler, bilirler.