Medya; ülkücüleri sağ grup içinde göstermeye çalışsa da -oldum olası- bu sağ lafını hiç sevemedim. Her ne kadar sağ, gelenekselliği ve muhafazakârlığı çağrıştırıyor olsa da -sola olduğu gibi- bu kelimeye de ısınamadım. Hani, her şeyin bir zıddı vardır ya; iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, günah-sevap gibi… Demek ki, sağ ve sol da birbirinin zıddı!.. Ortak yönleri yok mu? Veya dışarıyla bağlantıları?..
Bazı kaynaklar bu tabirlerin çıkış menşeini, Fransız parlamentosundaki oturuş şekline bağlıyorlar. Ama İslâm çerçevesinden bakıldığında; birçok din görevlisi, Kuran’daki Vakıa Suresi ayetleriyle ilişkilendirmektedirler. (DİB, 56.sure meali): “1.Büyük olay gerçekleştiği zaman; 2. Artık onun vukuunu yalan sayacak kimse kalmayacaktır. 3.O, alçaltır, yükseltir. 4.Yer şiddetle sarsıldığı zaman; 5-6.Dağlar parçalanıp toz duman haline geldiği; 7. Sizler de üç gruba ayrıldığınız zaman: 8.Biri, amel defteri sağından verilenlerdir; ne mutlu o sağından verilenlere! 9.Diğeri amel defteri solundan verilenlerdir; ne bedbaht o solundan verilenlere! 10.Önde olanlar; (erdem, amel ve ödülde) önde olanlar; 11-12. İşte onlar nimetlerle dolu cennetlerde Allah’a en yakın olanlardır. 13.Çoğu önce gelip geçmişlerden; 14.Birazı da sonrakilerdendir.” Ayetlerin devamı da var, okumalısınız. Dikkat ettiniz mi? Burada üçüncü bir gruptan da bahsediliyor. Ne ise, fazla girmeyeyim: Sizler değerlendirin!..
Ancak, Allah; ifrattan ve tefritten, yani aşırılıklardan kaçınmamızı, uzaklaşmamızı tavsiye ediyor: Kısacası orta yolu tutmamızı istiyor. Orta, aynı zamanda merkez demektir.
Ben, bir Türk Milliyetçisi ve ülkücüsü olarak kendimi merkezde konumlandırıyorum. Okudukça; bilgim, fikrim ve görüşüm arttıkça ve geliştikçe; Türk Milliyetçilerinin merkezde olmaları gerektiği düşüncesine vardım.
Anayasamızda; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir” der. Gerçekte devletimizi oluşturan asli unsurun Türkler olduğunu ve Türk Milliyetçilerinin de merkezi temsil etmesi gerektiğini anladım. Tabii ki, mücadele edilecektir; ama hiç kimsenin bizi “aşırı uç” da göstermesine, hele hele etnik kavga içinde olanların karşısına koymalarına razı olamam.
Biliyorsunuz; geçmişte davamızın, “Türklük bedenimiz, İslâmiyet ruhumuzdur; ruhsuz beden ceset olur.”, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız”, “Ya Allah, Bismillah, Allahu ekber” ve “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” gibi sloganlarımız vardı. Bu sloganların bazılarını geçmişte kullansak da, İslâmiyet’in insanların ölümünden / öldürülmesinden daha çok yaşatılması taraftarı olduğunu bilelim. Onun için Şeyh Edebali: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” demiştir.
Çatışmalar
Bazılarının “sağ-sol çatışması” diye öne sürdükleri mücadele iyice artmıştı ve her gün birçok genç vuruluyordu. Bize göre, bu bir sağ-sol çatışması değildi.
O günkü dünya, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nden oluşan iki kutuplu bir dünya idi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra soğuk savaş yılları başlamıştı. Ancak galip devletler ülkeleri işgale devam ediyorlardı. Macaristan, Çekoslovakya gibi işgal edilen ülkeler ortadaydı.
SSCB, çarlık döneminden beri bir hedefi vardı: Sıcak denizlere inmek. Bunun için, özellikle Türkiye’yi kontrolüne alması gerekiyordu. Diğer ülkelere olduğu gibi ülkemize de ideolojisini ihraç ediyor ve gençlerimiz üzerinde etkili oluyordu.
SSCB ve sol gruplar; -bugün de olduğu gibi- kendilerine karşı olanları hep Amerikancı olmakla itham ederler ve düşman görürler. Amerika’nın böyle bir düşüncesi olabilir veya solun bu propagandası hoşuna gidebilir; ama biz öyle düşünmüyorduk. Bizi; sağın-solun, ABD’nin-SSCB’nin (diğer bazı ülkeleri de sayabiliriz) yaptıkları propagandalar ırgalamıyordu. Çünkü biz, kendimizi çok iyi biliyorduk. Diğer bildiğimizse; hepsinin, ülkemiz üzerinde emperyal düşüncelerinin olduğudur: Türklüğün de ülkemizin de düşmanıydılar. Ayrıca, zulüm gören insanlarımız ve Türk yurtları, SSCB ve Çin esareti altındaki coğrafyada idiler.
İşte, bu şartlar altında -ister istemez- "yakın tehdit" olarak görülen SSCB’ne karşı öncelikle tedbir yoluna gidilmesi gerekiyordu. Bu sebeple, Başbuğumuz Alparslan Türkeş; “Komünizm tehlikesi yüzünden sağ ile olan kavgamızı erteledik” dedi. Aslında bu açıklama; Türk Milliyetçilerinin, ülkücülerin; solda olmadıkları gibi sağda da olmadıklarının ifadesidir.
Çatışmalar o kadar yoğunlaşmıştı ki, gruplar kendi güvenliklerini sağlamak zorunda kalıyorlardı. Korunma düşüncesi ile aynı düşüncedeki öğrenciler ve memurlar; belli yerlerde toplanıyor, okullarına ve işyerlerine birlikte gidip geliyorlardı. MEB memurları olarak bizler de Mithatpaşa Caddesi’ndeki “Ülkücü Memurlar Derneği (ÜLKÜM)” önünde sabah toplanıyor, Meşrutiyet Caddesi’nden topluca Bakanlığa geliyorduk. Akşam çıkışta da Bakanlık önünde toplanıyor, aynı yoldan derneğin önüne kadar gidiyor ve evlerimize dağılıyorduk.
Büyük yürüyüş
Hiç unutamadığımız bir eylem: 15 Nisan 1978 tarihinde Ankara’da yapılan “Büyük Yürüyüşü ve Mitingi” anmadan geçemeyiz. Ankara, belki de bugüne kadar böyle bir yürüyüş ve miting görmemiştir. Türkiye’nin her yerinden gelen bir milyona yakın insan… Kalabalığı, Tandoğan Meydanı almadığı için insanlar Beşevler, Maltepe ve Anıtkabir’e doğru taşmıştı.
Yürüyüş, Kurtuluş Meydanı’nda başlayıp Tandoğan Meydanı’nda konuşmalar tamamlandıktan sonra bitmişti. Yürüyüş güzergâhı; Cebeci’den Dikimevi’ne, göbekten sola dönülerek Dörtyol, Samanpazarı, Opera, eski otogar ve Tandoğan şeklindeydi. Miting sona erdiğinde yürüyüş bitmemişti ve bir ucu hâlâ Cebeci civarındaydı.
Bu yürüyüş ve miting, komünistlere gözdağı olduğu kadar bazı dış güçleri de rahatsız etmişti. Olaylar çok artmıştı; dolayısıyla ölenlerin sayısı da günden güne artıyordu. Çatışmalarda ya da pusuya düşülerek insanlarımız öldürülüyordu. Sonunda 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu ve olaylar birdenbire son buldu. Darbeden sonra, ABD büyükelçisinin ve Kenan Evren’in açıklamaları manidardır.
“Siyasal İslâmcılar” bu darbeden de zarar görmemişlerdir. Aksine onların yararına olmuştur. Darbe sonrası alınan kararları incelerseniz, kimlerin faydasına olduğunu görebilirsiniz. Olan, ülkücülerle solculara olmuştur. Darbeye zemin hazırlamak için ortamın olgunlaşmasının beklenmesi ve 5.000’e yakın vatan evladının ölümüne sebep olunması, arkasından birçoğu suçsuz gençlerin idam edilmesi ve Kenan Evren’in “İdam etmeyip de besleyecek miydik” sözü!.. Ne zor günlerdi!..
Bulunduğumuz Coğrafya
İbni Haldun’un, çok meşhur bir sözü vardır: “Coğrafya kaderdir” diyor. Gerçekten çok zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Ama bu coğrafyanın dezavantajları kadar avantajları da vardır.
Esasen sıkıntılar, problemler ve meseleler; yönetmekten ve yönetim şeklinden kaynaklanmaktadır. Ülkemiz ve milletimiz; öyle akıldan ve stratejiden uzak bir anlayışla, eyyamcı / günü birlik politikalarla, öncelikler tespit edilmeden plansız / programsız icraatlarla, şahsî ya da parti çıkarları amaçlanarak sürdürülen popülüsit yaklaşımlarla ve israflarla, özellikle dış politikada eşim-dostum duygusallığı ile yönetilecek bir devlet değildir.
Bu devlet, akılla kuruldu ve akılla yönetilmelidir.