“Halifelik” üzerine -kendi görüşlerime fazla yer vermeden- seri olarak yazdığım dört yazıyı okudunuz; sanıyorum bir kanaat oluşmuştur.
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi)’nın ifadesiyle “İslâm dininde Halife’nin, Papa’nın ve Patrik’in olduğu gibi geniş ve vicdanların derinliğine kadar inen hiçbir salahiyetleri olmadığı, kendiliklerinden dini meseleleri tefsir dahi edemedikleri malumdur. Halife, sadece Peygamber’in halefi ve İslâm birliğinin, kardeşliğinin bir sembolünden ibarettir (c.3/s.232).”
Konunun biraz daha anlaşılması için TDV.İslâm Ans. “Emeviler” başlıklı maddeden (c.11/s.87) şu cümleleri de eklemek isterim: “Hulefâ-yi Râşidin,‘halifetü resûlillah (Allah resulünün halifesi) veya ‘emirü’l mü’minin’ unvanı kullanmışken ‘halifetullah (Allah’ın halifesi)’ unvanını kullanan Muaviye’nin hilâfet makamına geçmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Hilafetin saltanata dönüşmesi olarak tanımlanan bu değişiklik, onun ilk dört halifenin seçilme usullerinden farklı olarak, …kabile hâkimiyeti yönü ağır basan bir mücadeleyi kılıcının kuvvetiyle kazanması neticesinde ortaya çıkmıştır… Bu değişiklikler, Hz.Osman’ın kanını dava etmenin hilâfet meselesiyle hiçbir ilgisi olmadığı halde sırf bu motifi kullanarak hilâfet makamına oturan Muaviye’nin, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi ve halifeliğin intikalinde veraset sisteminin ortaya çıkmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Halkın yönetiminde Kitap ve Sünnet’in uygulanmasını sağlayan, Hz.Peygamber’in vekili sıfatıyla iş gören ve devletin menfaatleriyle şahsî ve ailevî menfaatlerini birbirinden ayıran ideal râşid halifelerin yerini dini ikinci plana atan, kuvvete dayanarak devleti hilâfet-saltanat karışımı mutlak- teokratik- ırsî bir monarşi ile idare eden halifeler aldı. Artık halife resmî unvanı bakımından olmasa bile fiilen hükümdardı. Emevî halifeleri namazlarda halka imamlık yapsalar da bir kisrâ veya kayser gibi davranıyorlar, muhaliflerinin tenkit için kullandığı bu tabirleri kendileri de benimsiyorlardı. Bu dönemde devlet yönetimi dünyevî bir mahiyet kazandı…”
Emeviler dönemi ile birlikte halifelik babadan oğula geçen bir makam haline gelmiş, saltanat makamına oturan aynı zamanda halife sayılmıştır. Ama “Halifelik/ Hilafet makamı”, Müslümanlar üzerinde hep siyasetle karışık bir güç olarak kullanılmıştır. Ne yazık ki din, siyasetçilerin Müslümanları kandırma aracı olarak bugün de kullanılmaktadır.
“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” sözünü duymuşsunuzdur. Önce bilgi sahibi olmalıyız ki, fikir sahibi olalım ve ufkumuz genişlesin. Yaşananlara “at gözlüğü” ile değil geniş çerçeveden bakıp “dinî oyunlara” gelmeyelim.
Arkadaşlarım, yazdığım bazı yazıları veya ifadeleri yadırgasa veya farklı algılasa da “nakle dayalı geleneksel din anlayışından” hoşlanmıyorum. Mümkün olduğunca çeşitli Kur’ân meallerini ve tefsirlerini okuyup değerlendirerek kendime yol çiziyorum.
Tespitler
Başta şunu belirteyim: Bugün tartışmakta zorlandığımız veya farklı açıklamalar getirdiğimiz birçok konunun; X, XI, XII.yüzyıllarda rahatlıkla konuşulduğu/ tartışıldığı görülüyor. Ancak bugün, benzer konuları konuşmak isteyen akademisyen ve din görevlileri -maalesef tabulaştırma/ kutsallaştırma yüzünden- radikal cemaat veya tarikatlar tarafından “aforoz” ediliyor, konuşturulmuyor!..
Oysa, bu radikal gruplar; istedikleri her mecrada/ platformda “Anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesini, laiklik ilkesinin kaldırılmasını” veya diğer dinî konuları rahatlıkla konuşup tartışabiliyorlar. Ama bu ortamı “laiklik ilkesi” sayesinde bulduklarını düşünmüyorlar!.. Mesela; şeriatla idare edilen bir devlette yaşıyor olsalardı, acaba o devletin kabullendiği inanca karşı kendi doğru veya aykırı/çarpık düşüncelerini açıklayabilirler miydi?.. İslâm İş Birliği Teşkilatı (İİT)’na üye 57 ülkeden kaçı -gerçek anlamda- din kurallarıyla yönetiliyor? Kaçı demokrasiyle yönetiliyor? Kaçında insan hakları ve özgürlükler var?..
Daha önce 2017 MAK-Danışmanlık’ın “Türkiye’de Toplumun Dine ve Dini Değerlere Bakışı” başlıklı bir araştırmasından bahsetmiştim. Yine, bu araştırmaya döneceğim:
- “Kur'an-ı Kerim ve diğer kitapların vahiyle geldiğine inanıyor musunuz?” sorusuna “Evet” %76, “Hayır, inanmıyorum” %14, “Cevap vermeyen/Kararsız” %10 çıkmış.
Bilindiği üzere; Allah, emirlerini bazı peygamberlere sahifeler (suhuf) olarak, bazı peygamberlere kitap olarak göndermiştir. Kitap veya sayfa diye bahsedilmesinin nedeni, somutlaştırarak insanların anlamasını sağlamaktır. İlahi emirler; peygamberlere, Cebrail tarafından sözcükler veya cümleler halinde fısıldanmak suretiyle aktarılmış/ ezberlettirilmiş, sonra yazıya geçirilmiştir.
Diğer yandan; Zebur ve Tevrat İbranice, İncil Aramice ve Yunanca, Kur’an-ı Kerim Arapça yazıya geçirilmiştir. (Peygamberimizin Arapların arasında yetişmesi, Arapça bilmesi ve ilk muhataplarının Araplar olması sebebiyle Kur’ân Arapça indirilmiştir. Bunu çeşitli tarihlerde yazmıştım.) Bu kitaplarda açıklanan ifadelerin “Levh-i Mahfuz”da, yani ana kitapta hangi dilde yazıldığı ise bir sırdır.
- “Peygamberlere inanıyor musunuz? Hz.Muhammed sizin için her anlamda örnek alınacak rol model/örnek insan mıdır?” sorusuna “Evet” %63, “Evet, Peygamberlere inanıyorum ama bazı konularda örnek alsam da her konuda Hz.Muhammed örnek alınacak rol model/örnek değildir” diyenler %20, “Hayır, Peygamberlere inanmıyorum” diyenler %9, “Cevap yok/Kararsızlar” %8.
- “Peygamberimiz Hz.Muhammed’in hayatını hiç okudunuz mu?” sorusuna “Evet” %23, “Hayır” %65, “Kararsız/Görüş yok” %12.
Peygamberimizle ilgili iki soruya verilen cevaplardaki çelişkiyi fark etmişsinizdir. “Siyer-i Nebi” dediğimiz Peygamberimizin hayatına ilişkin kitap okumayanlar (hayır diyenler) %65 ama -hayret edilecek şekilde- O’nu örnek/rol model alanların oranı da %63. Demek ki okumamışlar, duyduklarıyla yetinmişler!.. Bu çelişkide, acaba cemaat ve tarikat liderlerinin -Peygamberimizden daha çok- kendilerini öne çıkarmalarının etkisi var mıdır?..
Bağlantı kurmak için araya bu soruyu da aldım: “İslam dini ile ilgili bilgileri daha çok hangi kaynaklardan öğreniyorsunuz?” sorusuna “Dini kitaplar” %30, “İnternet” %45, “Birine sorarak” %20, “Kararsız/Görüş yok” %5.
- “Kadere (Hayır ve Şerrin Allah'tan geldiğine) inanıyor musunuz?” sorusuna “Evet” %55, “Evet, kadere inanıyorum ama insan kendi kaderini kendi yapar” %15, “Evet, kadere inanıyorum çünkü insanın zaten hiçbir iradesi yok” %15, “Hayır, inanmıyorum” %10 ve “Cevap yok/Kararsız” %5.
Bilim ve teknolojideki (bilgisayar yazılımı dahil) gelişmeler dikkate alındığında, “Kader” konusunun daha kolay anlaşılacağını düşünüyorum: Kur’ân’daki bazı ayetlerden hareketle Allah; evrende yaşayan canlı-cansız tüm varlıklarla ilgili kıyamete kadar olacakları ana kitap olan “Levh-i Mahfuz”da yazmış. Allah; yarattığı kulunun hayatı boyunca neler yapacağını bilir. Bilir ama biz kullar, “Allah’ın hakkımızda yazdıklarını, yani kaderimizi (alın yazısı, yazgı) bilmeyiz.” Aklımızla, zekamızla, özgür irademizle yaptığımız kendi davranışlarımız sonucu başımıza gelenler; tamamen Allah’ın hakkımızda yazdıklarının gerçekleşmesinden ibarettir.
Bu sebepten, “Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” gibi bir anlayışa şüpheli bakıyorum: Hayır/iyi davranışlarımız bir tarafa, kendi irademizle yaptığımız günahları, kötülükleri, yanlışları, suçları “Allah’a yüklemeyi” doğru bulmuyorum. Merhametli olan Tanrı, kulunun kötülüğünü istemez.
Haftaya devam…