Dinin sahibi de koruyanı da Allah’tır. Kur’ân’da; “Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız (Hicr,15/9)” denilmektedir. İman/inanç Müslümanın kalbinde, yüreğinde, aklında, beynindedir; avuçlarında/elinde değildir. Ama tüm uzuvlarımızın yaptıkları kendi irademizledir. Yeter ki, Allah’ın emirlerine uyalım; imanımızı sağlam tutalım.
Tarihimizde, bazı din adamları; devlete ve millete karşı isyan, inananları birbirlerine karşı kışkırtma, ayaklandırma, mezhep çatışması veya kargaşa çıkartmak için çoğunlukla “Din elden gidiyor” sloganını kullanmışlardır. Bu olaylarda, ülke ve millet çok zarar görmüştür ama iddiaların aksine “din elden gitmemiştir.” Esasen, giden din değildir; bu tahrikleri yapanların çıkarlarıdır.
Ramazan’a girdik: Allah, tüm ibadetlerimizi kabul etsin. 1960 yılından (7 yaşımdan) beri orucumu tutar; önceleri aralıklı olsa da 1977 yılından beri sürekli namazımı kılarım. Hayatım boyunca cemaat ve tarikatlardan uzak durdum: Bir mürşit(!) arama ihtiyacı duymadım.
Camilerde çok vaaz ve hutbe dinledim. Bazılarını tasdik etmekle birlikte yalan yanlış, saçma sapan, safsata- hurafe dolu, birbiriyle çelişen konuşmalara şahit oldum. “Kendimi ve cemaati aptal yerine koymalarına” içerledim.
Mehmet Akif’in: “Kur’ân’dan alıp ilhâmı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” demesinin üzerinden bir asır geçti ama söylemler hiç değişmedi; bugün de aynı!..
İnşallah! Bu Ramazan’ı, saçma sapan sorularla ve cevaplarla geçiştirmeyelim. Oruç dahil ibadetlerimizi, amacını ve anlamını bilerek yapalım. İslâm’ı özümsemek ve içselleştirmek hususunda çaba gösterelim.
Araştırma sonuçları
2017 yılında MAK-Danışmanlık; “Türkiye’de Toplumun Dine ve Dini Değerlere Bakışı” başlıklı bir araştırmayı açıklamıştı. Halkının %99 Müslüman dediğimiz ülkemizde, sonuçlar gerçekten çok ilginçti ama beni pek şaşırtmamıştı. Çünkü, okuyan, araştıran, sorgulayan; çarşıda pazarda, camide, toplu taşıma araçlarında, kısacası halkın içinde olup gözlem yapanlar için bu sonuçlar şaşırtıcı olamazdı.
Araştırmanın üç sorusunun cevapları şöyle: “Evinizde Kuran-ı Kerim var mı, varsa düzenli okuyor musunuz?” Var, düzenli okurum diyenler %25, var diyenler %32.
“Kuran-ı Kerim’i Arap harfleriyle yazımından okuyabiliyor musunuz?” Evet: %32. “Kuran-ı Kerim’in Türkçe mealini okudunuz mu?” Evet: %17.
İşte, vahim sonuç burada!.. Halkımızın %32’si, Kur’ân’ın Arapçasını okuyor ama “Allah’ın emirlerini” öğrenmek için Türkçe mealini %17’si okumuş!.. Allah’ın, “ikra/oku” ilk emrini, sadece Arapçasını okumak sanıyor; çünkü öyle öğretiliyor.
Araştırma sonuçlarını, birçok köşe yazarı kendi penceresinden bakarak değerlendirmişti: Bazıları, “…sosyal medyada her biri ayrı telden çalan, kendi din algılarını, dinî görüşlerini ‘işte gerçek İslâm bu!’ diye sunan, diğer dinî anlayışları ‘küfür, şirk, sapkınlık, zındıklık’ ile itham etmekte hiç tereddüt etmeyenleri eklerseniz, bu sonuçlara şaşırmamak gerekir.” gibi çok doğru cümle kurarken, bazıları da çarpık zihniyetlerini yansıtarak “ahkâm kestiler”.
Bana göre, problemin asıl kaynağı; İslâm’ın iman ve ahlâk konuları bir tarafa bırakılıp sadece namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadet konularının öne çıkarılmasıdır.
Özellikle İslâm’ı referans alanların, her yönüyle topluma ve gençlere “rol model” olmaları gerekir. Namaz için camiye giden bir Müslüman; işlerinde haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, namussuzluk, yalan-dolan, alavere-dalavere yapıyorsa örnek olamaz. “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır; hayra da mani olurlar (Maun,107/4-7).” Hele ki bir Müslüman; sırf partizanlık adına “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyorsa, “Allah’la ve Kur’ân’la bağını koparmış” demektir.
Onun için hepimizin, özellikle “dini temsil konumunda olanların” sözlerinin, davranışlarının ve icraatlarının inandırıcı ve uyumlu olması gerekmektedir.
Kur’ân okumak
Gözlemlerinden biri de; cami din görevlilerinin, Türklük ve Türk tarihi ile ilgili hiçbir bilgileri olmadığı gibi İslâmiyet’i de derinlemesine bilmiyorlar. Hep geleneksel ve yüzeysel bilgilerle konuşuyorlar. Yaptıkları cemaati etkileyebilmek için sure veya ayetleri, hadisleri Arapça okumak; ardından Türkçesini söylemek. Aslında bazıları Türkçe konuşmak da istemiyorlar ama cemaat Arapça bilmediğinden mecbur kalıyorlar.
Dünyada konuşulan her dili öğrenebildiğimiz gibi Arapça’yı da öğrenebiliriz: Bunda bir sakınca yoktur. Ama “Irkçılık yapmamak(!)” gibi bir saplantıyla Türk ve Türkçe’den uzak durulmaya çalışılıyorsa büyük bir ihanettir. Görmüyor musunuz? Cemaat, Türkçe söylenenleri daha iyi anlıyor ve öğreniyor. Türkçe yapılan duaya daha içten “amin” diyor.
Şu soruları kendimize soralım ve düşünelim: “Kur’ân indirilmeden önce Arapça var mıydı? Varsa, tarihi kökeni neresi? Allah’ın ‘Arapça’yı öğrenin’ diye bir emri var mı? Arapça bilmeyenler, Müslüman olamazlar mı? Cennette Arapça mı, Türkçe mi, İngilizce mi,… konuşulacak; yoksa cennete has bir dil mi olacak, bilen var mı? Her şeyi bilen Allah, Türkçe’yi bilmiyor mu?” Soruları çoğaltabiliriz.
Din görevlileri, “Kur’ân’ın mealini okumamızı” fazla dillendirmezler ama “Arapçasını öğrenmemiz gerektiğinde” ısrar ediyorlar. “Arapça kutsaldır, cennet dilidir” safsatasından kurtulamıyorlar. Cemaati de inandırmaya çalışıyorlar. Allah’ın; “Kur’ân’ı Arapça indirme gerekçesi” ayetlerde açıklanmış. Bu hususu, 30/12/2019’da “Arapça kutsalmış!..” ve 17/05/2020’de “Kur’ân niye Arapça?” başlıklı yazılarımda anlatmıştım.
Kur’ân mealini defalarca okudum: Her ramazanda tekrar okuyor ve yazılarımın konusuna göre işlemeye çalışıyorum. Dinimin doğrularını; kendi seçtiğim ve bilgisine değer verdiğim âlimlerimizin eserlerini okuyarak veya konferanslarını dinleyerek öğreniyorum.
Bir televizyon konuşmasında dinlemiştim: “Kur’ân, sorumlu olduğumuz ve ondan sorgulanacağımız bir kitaptır. Kur’ân’ı okumak, anlamak ve hayatımıza taşımak kulluk görevimizdir. Allah’la ilişki kurmanın yolu Kur’ân’ı anlamaktan geçer.”
Cahiliye dönemi
Biliyorsunuz; İslâmiyet öncesine “Cahiliye Dönemi” deniyor. Cahil sözcüğünü; okuması yazması olmayan, kendisini yeterince geliştirmemiş kimseler için kullanırız. Aslında bu tanım, “ahlâksız bir toplum”u belirtmektedir. İslâm tarihinde üzülecek, utanılacak maalesef bazı konular var ve bunlar “herhalde Müslümanlar dinden soğur” düşüncesiyle anlatılmıyor. Gerçeklerden ve doğrulardan kaçmak, gizlenmek isteniyor!..
Araplar, Peygamberimizin vefatıyla birlikte cahiliye anlayış ve yaşantısına geri dönmüşlerdir. Arap kabileleri arasındaki kavgaların, savaşların temelinde iktidar mücadelesi, yani “Peygamberimizin devlet başkanlığı makamına oturmak” vardır!..
Hatırlayın! İktidarın elini rahatlatmak için yazılan hutbeleri, fetvaları, söylemleri… Dünle bir fark var mı? Allah’ın, Kur’ân’da ortaya koyduğu yasak, haram, günah ilkelerine, ne kadarı uygun?
Sanki gitgide Kur’ân’dan uzaklaşıyoruz: Kendilerince âlim/mürşit saydıkları kişilerin sözlerini, kitaplarını takip ediyorlar. Herkesin ayrı bir inancı, mezhebi, meşrebi olmuş!..
Yaşananlara bakınca, Cumhuriyetin ve Atatürk’ün uygulamalarının haklı olduğunu görüyorum.
Çok geriye değil, 20 yıl öncesine gidelim: İç cephede; kaderde ve tasada bir olan, bütün olan, sevgi, saygı, yardımlaşma, dayanışma içinde olan bir millet vardı; ya şimdi?..
İslâm; barış, sevgi ve adalet diniydi; ne hale getirildi!..