Farkındaysanız; zaman zaman yazılarımda, bazı kişi ve kuruluşlara serzenişlerde bulunuyorum. Çünkü bugüne kadar okuduklarımdan çıkardığım sonuç şu ki; İslâm Tarihi, Arap Tarihi, halifelik veya Yavuz Sultan Selim’le başlayan Osmanlı’nın halifelik dönemine ilişkin eser yazan hocalar (din görevlileri ve akademisyenler), sanki bazı konuları açıklamakta tereddüt ediyorlar veya açıklasalar bile objektif olamıyorlar!..
Mesela; İslâmiyet’i yaymaktan daha çok ganimet peşinde koşan ilk dönem Arap komutanların Orta Asya’da yaptıklarını görmezden geliyorlar. Veya Osmanlı’nın son döneminde (I.Dünya Savaşı sırasında) askerlerimizi arkadan vuran Arap kabilelerini hiç anmak istemiyorlar. Herhalde bunları anlatırlarsa, Araplara değil de İslâmiyet’e zarar vereceklerini düşünüyorlar?.. Oysa, bugün içimizde olan Lawrence’leri bilmemiz için Arabistan dahil çeşitli bölgelerde aleyhimize çalışan yakın tarih Lawrence’lerini bilmek zorundayız.
Yine, birileri; “yazdıklarının bilimsel değeri yok” dese de yazılarımda zaman zaman Dr.Rıza Nur’dan alıntılar yapıyorum. Diğer eserlerini okumadım ama “Türk Tarihi” adlı 12 ciltlik eserinde ilginç tespitler gördüm. Bir süre Mısır’da Arapların arasında bulunmuş, araştırmış ve birçok hocanın dile getiremediği konuları yazmış. Yazdıklarına inanmak zorunda değiliz; lakin “aklımızın bir köşesinde bulunsun” derim... Zira ön yargılı/ peşin hükümlü de olsak şüphe ve merak olmazsa okumuyoruz da, öğrenmiyoruz da!..
Mesela diyor ki; “…eskiden beri Türkler her türlü dine lakayd kalıyorlar, ismen bir dine malik oluyorlar ama asla mutaassıb olmuyorlardı (c.4/s.180).
Müslümanlıktaki taassubun ve bizim hocaların bir zihniyeti vardır ki, henüz tahlil edilmemiştir. Bu zihniyet dindarlığın ve dinin Arab demek olmasıdır. Bunlar dindar olunca derhal her şeyi Arablaştırmak lazımdır, zannındadırlar. Eğer bu noktayı ayırsalardı taassuplarından pek zarar gelmezdi. Bu bir mühim noktadır. Türklüğü adeta mahvetmiştir (c.7/s.118).
(Abbasi Halifesi El-Mu’tasım) …iyi silah, iyi at ve iyi askerleri severmiş. İşte bu zevk ve merakından dolayı daha babasının sağlığında iken gayet seçme bir ordu teşkil etmiştir. Bu orduyu muharebelerde alınmış veya cizye olarak halifelere gönderilmiş olan Türk esirlerinden en güzel ve sağlamlarını seçerek yapmıştır.
…Arablar, imparatorluklarını Arabistan çöllerinden çıkarıp Türk hudutlarına yani Maveraünnehir’e kadar götürmüşlerdi. …Emeviye halifeleri ile başlamış olan bu temas tabii ki bu iki milleti düşman edecekti ve etti. Arablar Türkler’e tecavüz ettiler. Aralarında birçok muharebeler oldu. …Arablar galip oldukları muharebelerde veya şehirleri basarak aldıkları Türk esirlerini imparatorluklarının ötesine berisine dağıtıyor, halifeler, prensler, beğler, valiler, kumandanlar, zenginler bunları köle olarak yanlarına alıyorlardı. …cahil olan bu Türk köleler ilk Abbasi Halifelerinden beri Müslüman oluyor, çabucacık ilimle meşgul olup âlim oluyordu. Az zaman içinde en büyük, en mühim devlet işlerini idare edecek hale geldiler. Bu suretle kölelikten çıkıp devlet işlerinde, … en mühim vilayetlere valiler tayin olundu. İşte Abbasiye Devletinin en mühim işlerini görenler Türkler’di. …Abbasiler zamanında teessüs etmiş olan medeniyet Arab’dan ziyade Türk Medeniyetidir. …Bu medeniyete Arab, Türk, Acem medeniyeti adını vermeli (c.8/s.294-295).
Abbasiler’in en güzel askeri olan Türk milis ve Türk hassa ordusu gittikçe nüfuzunu artırmış, Türkler bütün memuriyetleri elde etmiş, nihayet bu Halife zamanında Abbasiler hükümetine münferiden ve tamamen sahip olmuşlardır. Eskiden sade sevmedikleri vezirleri indirir, tayin eder veya öldürürken şimdi artık bir müddettir halifeleri de onlar indirip bindiriyorlardı (c.8/s.302).
Fâtımîler Dönemi Halifeleri (Sünniler halife olarak kabul etmezler): 1.Mehdi (909-934), 2.Kaim (934-946), 3.Mansur (946-953), 4.Mu’izz (953-975), 5.Aziz (975-996), 6.Hâkim (996-1021), 7.Zahir (1021-1036), 8.Müstensir (1036-1094), 9.Musta’li (1094-1101), 10.Âmir (1101-1130), 11.Hâfız (1130-1149), 12.Zafir (1149-1154), 13.Faiz (1154-1160), 14.Âzıd (1160-1171).
“Fatimiler Devleti ve Halifeliği; Mağrib’de 882 yılında teşekkül etmiş, Mısır’da 969 yılında hükme başlamış, 1171 yılında batmıştır (c.9/s.124). Fatimiler şiî idiler (c.9/s.125).
El-Aziz Türkler’den bir ordu teşkil etmiştir. Yani bunun zamanından itibaren Fatimiler’in de askeri Türkler olmuştur. Adeta Mısır’a Mağribliler gelmekle Turanlılar Mısır’dan el çekmemişlerdir (c.9/s.59). Askerleri, kumandanları, ricalleri hemen umumiyetle denecek derecede Türkler’dendi.
(Fatımiler) Mısır’da da yılbaşı, aşure günü, Mevlid-i Nebi, Mevlid-i Ali, Mevlid-i Hasan, Mevlid-i Hüseyin, Mevlid-i Fatıma, recep ve şaban aylarının ilk ve orta geceleri, ramazan ve kurban bayramları, sürre alayı (kaafiletü’l-hacc), Halic’in küşadı (Fethü’l-Haliç), ilh gibi merasim ve alaylar ihdas etmişlerdir. Keza Kıbti Nevruzu (Iydül’Niruz el-Kıbti), Iydü’l-Miladü’l-Mesihi gibi adetlere de revnak vermişlerdir (c.9/s.126).
(İspanya) Endülüs Emevî Dönemi Halifeleri (TDV.İslâm Ans.): “…Abbâsî ihtilâlinden sonra Emevîler’e yönelik katliamdan Endülüs’e kaçan Halife Hişâm b.Abdülmelik’in torunu Abdurrahman ed-Dâhil 756 yılında burada bağımsız bir emirlik kurmuştur. III.Abdurrahman’a kadar hükümdarlar halife unvanını kullanmamışlardır… III.Abdurrahman bir yandan kurduğu siyasî birliği sürdürebilmek, öte yandan da Kuzey Afrika’da hızlı bir biçimde yayılan Şiî Fâtımîler’le mücadele edebilmek için 929’da kendisini Nâsır-Lidînillâh unvanıyla halife ilân etti (c.17/s.539)…”
1.III.Abdurrahman (929-961), 2.II.Hakem (961-976), 3.II.Hişam (976-1009), 4.II.Muhammed (1008-1009), 5.II.Süleyman (1009-1010), 6.II.Hişam (2.kez, 1010-1012), 7.II.Süleyman (2.kez, 1012-1016), 8.IV.Abdurrahman (1017), 9.V.Abdurrahman (1023-1024), 10.III.Muhammed (1024-1025), 11.III.Hişam (1026-1031)
Böylece, aynı dönemde İslâm dünyasında; Bağdat’ta Abbasilerin, Kahire’de Fatımilerin ve Kurtuba’da Endülüs Emevilerin olmak üzere üç halife olmuştur (Hicaz Devleti zamanında da Hz.Ali ve Muaviye ayrı ayrı halife olmuşlardı).
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi): “10 Haziran 1076’da üçüncü Selçuklu muhasarasına dayanamayıp teslim olan Şam’da, Cuma hutbesinde Fatımi Halifesi’nin adı kaldırıldı, Abbasi Halifesi ile Büyük Türk Hakanı Melik-Şah’ın isimleri zikredildi. 13 Mart 1087’de ilk defa olarak Bağdad’a geldi. Kızı Mahmelik Hatun’u, Halife Muktedi ile evlendirdi (c.2/s.84).
Bütün İslâm devletlerini Büyük Türk Hakanlığı’na bağlamak ve Anadolu gibi yeni kıt’aları da açmak isteyen Sultan Melik-Şah, Türk cihan hakimiyet mefkuresini iyice benimsemişti (c.2/s.85).
Bu devirde Sünnî mezheplerden Türkler’in sâlik olduğu Hanefî mezhebinin yanında, Nizâmülmülk’ün mezhebi olan Şafiî mezhebi de çok yayılmıştı. Hanbeliler de vardı. Malikîler, Afrika ve İspanya’da olup Doğu’da azdı (c.2/s.89).”
Daha önce belirttiğim gibi halifelerin kendi dönemlerinde yaşananları -İslâmiyet’le ne derece bağdaşıyor- yazmayacağım ama bu haftaki yazımı, Yılmaz Öztuna’nın bazı ifadeleri ile bitireceğim: “Din ve ahlâk aynı şey değildir. Dindar bir adamın ahlâksız olması mümkündür ve çok görülmüştür. Din adamları arasında büyük ahlâksızlar çıkmıştır. Gerçek müminin ahlâksız olması ihtimali azdır (c.10/s.178).”
Haftaya devam.