Kur’an (Muhammed, 47/4)’da; “Kafirlerle savaşa girdiğinizde hemen öldürücü darbeyi vurun, nihayet onları çökertince esirleri sağlam bağlayın. Sonra ya karşılıksız bırakırsınız yahut bedel alarak. Ki böylece savaş ağır yüklerini indirsin (sona ersin). İşte böyle; Allah dileseydi onları bizzat cezalandırırdı, fakat sizleri birbirinizle denemek istiyor. Allah, yolunda öldürülenlerin amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.”
Bu ifadelerden erkek ve cariye denilen kadın kölelerin, savaş sonrası elde edilen ganimet olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.
İslâmiyet, köle ve cariyeler konusunda -tam yasak getirmemişse de- çok hassasiyet göstermekte ve onların -bedelli veya bedelsiz- azat edilmelerini özellikle uygun bulmaktadır. Yine, dinen yasaklanan bazı günahlara/suçlara karşılık kölelerin özgürleştirilmesini teşvik etmektedir.
Kur’an’da birçok ayette bu konu işlenmiştir. Tespit edebildiğim bu ayetlerin, sadece sure isimlerini ve numaralarını vermekle yetineceğim: Bakara, 2/177-178-221; Nisa, 4/3-24-25-36-92; Maide, 5/89; Tevbe, 9/60; Müminun, 23/5-6; Nur, 24/32-33; Şuara, 26/22; Ahzab, 33/50; Mücadele, 58/1-4; Mearic, 70/29-30; Beled, 90/12-13. Ayrıca, bu konuda Peygamberimize atfedilen birçok hadis vardır.
Uygulamalara baktığımızda ise; maalesef İslâm dünyası da dahil bir şeyin değişmediğini, köleliğin ve cariyeliğin kaldırılamadığını görüyoruz. Benzer uygulamalar Osmanlı’da da bulunmaktadır.
Ünlü tarihçimiz Prof.Dr.Halil İnalcık (Tarihçilerin Kutbu Söyleşi, Emine Çaykara, İş Bankası Yayın.,2005), İstanbul’un fethi sırasında yaşananları anlatırken diyor ki: “Evvelce anlattım, sultan fıkha, İslâm hukukuna karşı gelemezdi. İslâm hukukuna göre, İslâmî emir şudur, halk ve ordu buna inanmıştır: Eğer bir kale kuşatılırsa, düşmana üç defa teslim teklifi yapılır. Bu üç başvuru reddedilirse o zaman kahren, zorla fetih meşrûdur, İslâm için o şehir fethedilir. Kahren fethedilen yerin ahalisi esir edilebilir ve malları ganimettir. Fatih bunu önleyemezdi, üç kere müracaat etti. Hatta İsfendiyaroğullan’ndan İsmail Bey ile haber gönderdi; imparator, ‘Benim elimde değil, Cenevizliler-Venedikliler izin vermiyor’ dedi. Fetih yapıldı, İstanbul’un bütün halkı esir edildi. Bir kaynak diyor ki; İstanbul halkı fethin ilk günü dışarıda, çadırlardaydı.
Meselâ Eskişehirli Ali, üç kişiyi alıp çadırına götürüyor, satacak. Din cevaz vermiş. O dönemde Hıristiyan tarafında da aynı kurallar uygulanmakta. Cenevizlilerin Rum esirlerini Pera’da sattıklarına dair elimizde belge var (s.460).
O dönemin yaşam biçimi böyle, yani bugünle değerlendiremeyiz. Tabii, her taraf yağmalandı. Ortaçağ insanını, günümüzün idealleriyle değerlendirmemeli. Hatta imparator, askerî müdafaanın başındaki Cenevizli Justiniani ismindeki kumandanın yaralanıp kaçtığını görünce çöküş olduğunu anladı, hemen sarayına koştu. Kasalarındaki mücevheratı aldı ve birkaç adamıyla, Haliç’te kaçması için bekleyen gemiye doğru yöneldi. Azap Yokuşu’ndan aşağı inerken gemilerden çıkan azepler, yani deniz erleri de aynı yoldan yukarı çıkıyordu, saldırdılar. İmparatoru öldürüp elindeki kasaları aldılar. Ama bütün Rum ve Batı kaynakları, imparator Konstantin, Cenevizli komutan Justiniani kaçtıktan sonra surların üzerine çıktı ve son nefesine kadar elinde bayrak kahramanca çarpışarak öldü der.
O zaman Fatih’in yanında, meşhur Beylerbeyi Hamza Bey’in oğlu, Mahmut Paşa’nın kâtibi Tursun Bey. Tursun Bey Tarîh-i Ebu’l-Feth’de gerçeği anlatıyor. İmparatorlar o zaman kırmızı çizme giyerlerdi, ölüsünü çizmelerinden teşhis ediyor, getiriyorlar (s.461).
Evliya Çelebi’nin abartılı tarafları vardır ama aynı zamanda tüm sosyal hayatı aksettirir. Meselâ Kapalıçarşı’da o zamanlar bir mafya vardır; gençleri kadınlarla buluşturacağız diye kandırıp Yedikule’ye götürür, öldürür, soyar... Sonra genelevler var. Meselâ, esir pazarlarından zengin adam, bir esir kadını, satın alıyor; ödediği para üç aylık kullanım için... Üç ay sonra iade ediyor cariyeyi. Evliya Çelebi’yi, onun bir musâhip olduğunu daima göz önünde tutarak, dikkatli, eleştirel bir gözle okumak gerek (s.464).” demektedir.
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi) da; “Türkçe’de ‘kul’ da köle manasında ise de, daha çok ‘memluk (çoğulu: memalik)’ karşılığıdır. Padişahın daha çok askeri hizmetlerde kullanılmak üzere yetiştirilen esirlerine denilmektedir: Kapıkulu.
Harp esirleri, malûm, savaşta Türkler’in eline geçen düşman askerleridir. Hepsi düşman askeridir. Sivil düşman, harb esiri değil, köle sayılmaktadır. Devrin statüsü budur. Binaenaleyh harb esirlerinin hepsi erkektir (c.11/s.312).
Asıl mevzuumuz olan köleler ve cariyeler, para karşılığı mal gibi alınıp satılan insanlardır. Bir bebek de, 80 yaşında bir kadın ve erkek de köle olmaktadır.
Mal gibi alınıp satılan köle ve cariyelerin geldikleri kaynaklar çeşitlidir. En büyük kaynaklar, harbde ve akınlarda Avrupa’da ve Akdeniz’de ele geçirilen Hristiyanlardır. Fakat bu kaynak, XVIII.asırdan itibaren kurumuş, hiç olmazsa çok sınırlanmıştır. XIV-XVII. asırlarda 4 asır bu kaynağı kullanmış olan devlet, fütuhatın, akıncılık ve korsanlığın devrini kapatması üzerine, 1700’lerden itibaren daha çok Kuzey Kafkasya’ya yönelmiştir. Kuzey Kafkasya kavimleri, başta Çerkesler olmak üzere çocuklarını satmak adetinde putperest veya çok sathi şekilde İslamlaşmış kavimlerdi. XVIII.asrın sonlarında Vezir Ferah Ali Paşa, Çerkesleri ve diğer Kuzey Kafkasya kavimlerini tamamen İslâm dinine soktuktan sonra da bunlar çocuklarını, bilhassa kızlarını, Saray’a ve zengin konaklara satmaya devam ettiler.
Zenci ve Habeş kölelerse, köle tacirleri tarafından Orta Afrika’dan ve Habeşistan’dan getiriliyordu.
Kölelikten kurtuluşun tek yolu, efendisinin kendisini azad etmesi idi (c.11/s.313).
Köle ve cariye satışından devlet vergi alıyordu. Zira tamamen lüks bir eşya satışı idi (c.11/s.314).
Cariye ve kölesi olma, zenginlik alameti idi. Bunlar uşak ve hizmetkâr olarak çalıştırılırdı. Efendisi isterse cariyeyi odalık olarak alabilir veya oğluna verebilirdi. Böylece cariye, evin resmi metresi olurdu. Cariyeyi kullanan erkek, bekar olabileceği gibi evli de olurdu. Evin hanımı, odalığa ses çıkarmazdı. Fakat odalık çocuk doğurursa, o da evin hanımı durumuna yükseliyordu.
Köleye ve cariyeye cebren din değiştirtilemezdi (c.11/s.316).
Köle ve cariyeler iyi giydiriliyor, iyi besleniyor, iyi muamele görüyorlardı. Köle ve cariyelerini evlad edinenler çoktu. Onları okutanlar, yetiştirenler, cariyelerini paşalarla evlendirenler, eski köle olan evlatlıklarını devlet kapısına yerleştirenler ve yükselmesi için himaye edenler, sadrazamlığa kadar çıkaranlar vardı.
Kölelere o derece bakılırdı ki, bazı milletler Türk kölesi olmak isterlerdi (c.11/s.317).
…esir tacirlerinin de büyük ve zengin tüccar arasında sayıldığını, esirlerin satışı için ayrı pazarlar, hanlar, konaklar bulunduğunu ilave ediyorum (c.11/s.438).
Bedesten yakınlarında, Kapalı Çarşı dışında Esir Pazarı bulunuyordu (c.11/s.439).
Köleliği ilk ilga eden devlet 1833’de İngiltere’dir. İngiltere’den sonra köleliği resmen ilga eden devlet Sultan Mecid Türkiye’sidir (c.11/s.322).”
Haftaya devam…