Yine, Prof.Dr. Bayram Kodaman’ın makalesinden alıntıyla başlamak istiyorum: “Bilindiği üzere Avrupa Hümanizma, Rönesans ve Reform hareketleriyle içinde bulunduğu Ortaçağa alternatif olarak Yeniçağını ve yeni zihniyetini yaratmıştır. Bununla, dini inkâr etmeden dinin yanında aklı, kilisenin yerine üniversiteyi, ruhban sınıfı yerine filozofları ve bilim adamlarını ön plana çıkardı. Arkasından ferdin aklın-bilimin hürriyete ihtiyacı olduğunu görerek ‘hürriyetin’ vazgeçilmez olduğunu gördü. Hürriyetine kavuşan fert, akıl ilim vasıtasıyla tabiatla, maddi dünya ile toplumlarla temasa geçerek incelemeye ve bilgi üretmeye başladı. Ahiretle ilgilenmeyi kiliseye bıraktı. İşte Avrupa’da devrim yapan, Avrupa’nın önünü açan bu zihniyet değişmesidir.
Bu devrimle Avrupa, hem tabiatı, maddeyi ve toplumu hem de bunların kanunlarını keşfetme ve böylece bilgi üretme yollarını buldu. Bunun sonucu Avrupa teknolojide özellikle askeri teknolojide, ilimde ilerleyerek güce- servete- bilgiye sahip oldu ve Osmanlı karşısında üstünlüğü ele geçirdi. 1453-1683 tarihleri arasında Avrupa’nın yaptığı coğrafi keşiflerin ilmî buluşların ve yeni felsefî fikirlerin çokluğu nazarı dikkate alındığında üstünlüğünü anlamak ve kabullenmek zor olmayacaktır (SDÜ.Fen-Edebiyat Fak. Sosyal Bilimler Dergisi Aralık/2007, Sayı:16, s.1-24).”
Aynı konuda Ahmet Gürsoy da; “Sultan Fatih’le başladığımız eğitimde uzmanlaşma ve eğitimde kalite politikaları Kanuni’nin ikinci döneminden sonra büsbütün tarih oluyor.
Bilim ya da ilim, o ne oluyor derseniz, derim ki: ‘eski köye yeni adet’ yahut ‘gâvur icadı’ oluyor.
Batı’da ise bizdekinin tam tersi. Bilim, Avrupa’nın bütün kalıplarını ve dogmalarını yerle bir ediyor. Avrupa sanayi toplumuyla tanışırken, biz yerimizde sayarak yol almağa çalışıyoruz.
Bilimin bulduklarını insanlar pratik hayat için gereken araçlara (teknolojiye) dönüştürdü ve her şey ters yüz olmağa başladı. (Ders aldık mı? Yeniçağ, 19 Eylül 2022)”
Bazı tarihçiler; Osmanlı Devleti’nin fetihler sebebiyle coğrafyasının büyüdüğünden, genişlediğinden bahisle çok milletli, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir yapıya dönüştüğünü belirtirler. Ne olursa olsun, devleti kuran asli unsurun Türkler olduğu göz ardı edilmemeliydi. “Osmanlı” tabiri, Türk Milleti’ni ve Türk milliyetini ifade etmediği gibi Türklük’ten uzaklaşmaya da sebep olmuştur. Bu durum devlette, idarede, adette, dilde, edebiyatta, ilimde, duyguda, ruhta, hasılı her şeyde kozmopolit olmayı getirmiştir. Ama düşmanımız olan devletler, karşılarındaki milletin Türkler olduğunun farkındaydılar.
Gerilemenin veya çöküşün temel sebeplerinden biri, uygulanan eğitimden dolayı devlet görevlilerinin iyi yetişmemesiydi; halk zaten cahil kalmıştı. Türk yerine Sırp, Rus, Ulah, Rum, Ermeni, Arap, Arnavut ve diğer milletlerin çocukları yetiştirilip devlet işlerinin onların eline verilmesiydi. Son dönemlerde önemli makamlara liyakate bakılmaksızın atamalar yapılması, rüşvet ve iltimasın artması ve menfaat karşılığı devlet görevlerinin satılması halkın devlete olan güvenini sarsmıştı.
Bu şekilde oluşan bürokrasi, yani devlet görevlileri arasında fitne, fesat ve entrikalar artmış; atanan bazı işbirlikçi, yalaka, yılışık, soytarı tipli yöneticiler sayesinde yönetim zaafa, karışıklığa ve karmaşaya dönüşmüştür.
Naima Tarihi’nde, o devir devlet adamlarının tutumlarını göstermek için şu olay anlatılıdır: Sultan İbrahim bir gün Sadrazamı Sultanzade Mehmet Paşa (d:1603- ö:1646)’ya dönüp: “Lalam Mustafa Paşa bazen bana itiraz ederdi ve bu iş doğru değildir, derdi. Senden hiç böyle bir söz işitmedim. Bunun sebebi nedir?” diye sorar. Sultanzade Mehmet Paşa’nın cevabı şöyle olur: “Siz yeryüzünün halifesi ve Allah’ın dünyada gölgesisiniz. Kalbinize gelen şeyler ilham-ı rabbanidir. Sözle ve fiille sizden hata sadır olmaz ki itiraza mahal ola. Görünüşte başarılı değil gibi görünen işlerin altında bir hikmet vardır. O bize malûm değildir.” Bundan sonra kendisinin delice hareketlerine karşı itiraz edenlere Sultan İbrahim: “Benden hata sudur etmez. Öyle görünse de altında bir hikmet vardır. Bana lalam söyledi. Siz bilmezsiniz” dermiş (c.4/s.94).
Sayın Kodaman; “Enderun da önemini kaybetmiştir. Artık devlet, kapıkullarının, yeniçerilerin, ulemanın, ayanların, bürokrasinin, sarayın siyasî entrikalarının alanı haline gelmişti. Aralarındaki ittifaklarla padişah değiştirerek, sadrazamı düşürerek kendi otoritelerini ve çıkarlarını korumaktan başka bir şey yapamaz ve düşünemez oldular.”
Naim Babüroğlu ise; “Osmanlı Devleti …İbn-Sina ve İbn-Rüşd düzeyinde tek bir filozof ve bilim insanı yetiştiremedi. Osmanlı; uygarlığa gözünü kapadı, bilime ve felsefeye geçit vermedi. Oysa Avrupalılar, 15-16’ncı yüzyılda Rönesans’ın oluşturduğu yeniden doğuş sayesinde bilim, sanat ve teknolojide İslam dünyasını geride bırakan büyük gelişmeler sağladı. Müslümanlar ise, uzun süre bu gelişmelerin farkına varamadı. 18’inci yüzyıla kadar, yalnızca Frengi hastalığı ile ilgili bir kitap Avrupa dillerinden Orta Doğu dillerine çevrildi. (Müslüman ülkeler neden geri? Yeniçağ, 5 Ekim 2022)” demektedir.
Kuruluş sürecinde fetihler, büyüme ve gelişme; Türk töresi, gelenekler, milli ruh, milli duygu, adalet, teşkilat, ahlâk gibi özelliklerimiz sayesinde olmuştu. Ancak, Kanuni Sultan Süleyman dönemiyle birlikte zihniyet değişmeye başlamıştır.
Diğer yandan; Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde Safevi Devleti’ne karşı güneydoğu sınırlarını güven altına almak amacıyla büyük aşiretleri bu bölgeye yerleştirip kendilerine topraklar verilmiştir. “Feodal yapı” bu dönemde kurulmaya başlanmıştır.
Yeri gelmişken “İnsan Kaynağı” konusunu da girmek gerekiyor: Sınırların kontrol altına alınması görevinin bazı aşiretlere verilmesi, Orta Asya’dan Anadolu’ya olan göçleri durdurduğu gibi aksine -Türkmenlere yapılan ağır baskı ve zulümler yüzünden- ters göçlere de sebep olmuştur. Dolayısıyla Osmanlı’nın savaşlarda kullanacağı asker kaynağı, sadece Anadolu’nun üzerine kalmıştır. İleride tekrar bu konuya temas edeceğiz.
Devletin kuruluşunda beylerin/ hükümdarların adları Gündüz, Kaya, Ertuğrul, Ataman (Otman, Osman), Orhan gibi Türk adlarıyken sonraları Arap isimleri alınmıştır. Bu durum geçmişte de yaşanmıştır: Mesela; Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda isimler Selçuk, Tuğrul, Çağrı, Alparslan iken halifenin verdiği Arap unvanları kullanılmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nde ise Farsça isimler ağırlıktadır.
Tarihimizi derinlemesine incelerseniz; Türklerin birkaç zaafından en büyüğünün “Türk adı yerine yabancı ad alma” hastalığının olduğunu görürsünüz. Orhun kitabelerinde de Çin isimlerinin alındığından şikâyet edilmektedir. Bugün de aynı değil mi? “Kur’an’da geçiyor diye” Türk çocuklarına Arap isimleri veriliyor. Arap ismi vererek “daha iyi Müslüman” olunacağı sanılıyor. Diğer yandan; yeni bir moda da eşlerin, doğacak çocuklarına anlamsız, uydurma veya kendi türettikleri isimleri vermeleridir. Oysa, bunlar milli kimlikten uzaklaşıldığını gösterir.
17.yüzyıldan itibaren eğitim, sosyal, askerî, iktisadî müesseselerinin bozulmasına paralel olarak, Batı’nın Osmanlı için kullandığı “Hasta adam” durumuna böyle böyle geldik.
Haftaya devam…