Bu yazıda, Osmanlı’da “ilmiye-ulema sınıfı”nı kısaca değerlendirmeye çalışacağım:
Prof.Dr.Bayram Kodaman makalesinde; “Ulema, Müslüman bir ülkede toplumu dinî bakımdan İslâmî ilkelere göre idare eden özerk bir sınıfı ifade eder. Bu anlamda ulemanın asıl vazifesi Tanrı’ya ve dine hizmet etmek, halkı eğitmektir. Ulemanın halim-selim, mütevazı, arif, dürüst, kâmil-fazıl, nesebi temiz, itibarlı, araştırıcı, güzel ahlaklı, iffetli, ehl-i sohbet, dindar olma gibi niteliklere sahip olması gerekmekteydi. Bu özellikleriyle gelenek yönü son derece kuvvetli klasik İslam kültürünü ve ilim anlayışını temsil etmekteydi. Bu sınıfta sosyal üstünlük malla-mülkle, soyla değil, dindarlıkla ve iyi ahlakla elde edilmekteydi.
Ulema, her şeyden önce Kuran’a, hadislere ve bunların gerektirdiği diğer bilgiler yanında şer’i hukuka vakıf olmak zorunda idi…
Ulemanın başı Şeyhülislamdı. Bu itibarla görev ve mevkiye göre ulema sınıfında şu şekilde hiyerarşi söz konusu idi. Şeyhülislam, kazasker, müderris, kadı, müftü. Bunların altında imam, müezzin gibi görevliler yer almakta idi.
Ulema sınıfı, müderrislerle medreseye yani eğitime; kazaskerlik ve kadılık görevlileriyle yargı gücüne, adalet ve idareye; müftülüklerle dini işlere; imamlar ve müezzinler vasıtasıyla mescit, cami ve bunların cemaatlerine yani halka ve nihayet devlet hizmetlerinde olmayan halk uleması denilen şeyh, şıh, seyyid, şerif gibi adamlarla da tekke-zaviye yani tarikatlara- cemaatlere (halkın önemli bir kısmına) hâkimdiler. Bu statüler ve görevleri gereği ulema sınıfı, devletle-halk arasında köprü durumunda idiler.
Osmanlı Devleti’nin ilk yüzyıllarda devletle-ulema sınıfı arasında önemli bir mesafe bulunuyordu. Bu mesafe ulema sınıfını bir dereceye kadar özerk hale getiriyordu. Dolayısıyla şeriatla ilgili olan her konuda son söz ulemanındı. Devlet de bu özerkliği zımnen kabul ettiği için ulema sınıfı belli bir itibara, otoriteye ve imtiyaza sahip olarak, görevini hakkıyla yerine getirme imkânını buluyordu. 17.yüzyıldan itibaren ulema devlete yaklaştıkça, siyasi otorite hâkim duruma geçti, böylece ulema sınıfı özelliğini ve özerkliğini kaybetti.”
Yılmaz Öztuna “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eserinde; “Türk aslından olmayanlar, ilmiye sınıfına rağbet edemezlerdi. Daha çok Anadolu Türkleri bu sınıfa girerlerdi (c.10/s.283).
Şeyhülislâm, Osmanlı Hanedanı hariç, imparatorluğun sadrazamdan sonra gelen iki numaralı adamı, ikinci şahsiyeti, ikinci büyük görevlisidir. Bu müessese, …1425’e doğru başlamıştır. Bu tarihte, imparatorluğun en büyük müftüsüne şeyhülislâm denmiştir. Protokolde …sadrazamdan sonra devletin ikinci görevlisi haline yükselmesi, XVI.asrın başlarında Zenbilli Ali Efendi iledir (c.10/s.246).
131 şeyhülislâmın yalnız 9’u Türk asıllı değildir. 3 şeyhülislâm öldürülmüş veya idam edilmiştir (c.10/s.255). Şeyhülislâmın asli görevi fetva vermekti (c.10/s.260).
Hükümet idaresi gibi, imparatorluğun direklerinden biri olan ilmiye sınıfı da bozulmaya başlamıştır. …şeyhulislâm, III.Murad devrine kadar azledilemezken, bu devirde o da vezirler gibi azledilen alelade bir memur derekesine düşmüştür (c.4/s.481).
(II.Osman’ın) İlmiye sınıfının salahiyetlerini kıstığı, şer’i kanunların bazılarını tatbikten menettiği, adeta görevlerini fetva ve ibadet işlerine inhisar ettirdiği doğruydu (c.5/s.171).
Şeyhülislâm, Tanzimat’tan sonra adliye ve mezahib, üstelik maarif nezaretlerinin kurulması ile gerçek nüfuzunu kaybetti. Zira bu iki nezaret de evvelce şeyhülislâmın uhdesinde idi. Üstelik yeni kurulan evkaf nezareti de şeyhülislâmın bir kısım eski salahiyetlerini elinden aldı (c.10/s.239).
Fetva müessesesi istişaridir. Müftü, istifta ve istişare edilen adamdır… Zaten fetvalar, kesin bir iddia taşımazlar. Şeriate göre nasıl olacağını bildirirler, fakat sonlarında “Allahü â’lem=Allah en iyi bilendir” şer’i ibaresi vardır. Yani fetvanın yanılabileceği peşinen kabul edilmiş olur (c.10/s.261).
Müsbet ilimlerle beraber felsefenin de Osmanlılar’da büyük rağbet gördüğü asır XV.asırdır. XVI.asırda nazari müsbet ilimlere ve felsefeye ilginin çok az nisbette azaldığı hissedilir. XVII.asırda ise medrese, daha çok dini ilimler okutan okul haline gelmeye başlar (c.11/s.155).
Naim Babüroğlu: “…Oysa yüzyıllarca İslam dünyası uygarlık ve başarının öncüsüydü, Müslümanlar, yüzyıllar boyu dünyadaki en büyük askerî ve ekonomik gücü temsil etti. 9’uncu ve 12’nci yüzyıllar arasında İslam Dünyası, Bizans’ın ilerisindeydi. Farabi, Al Kharizmi, Ömer Hayyam, Al-Razi, Al Rawandi, İbn-Sina, İbn-Rüşd gibi filozoflar ve bilim insanları, bilim ve sanatta insanlık tarihindeki en büyük başarılara imza attı. İslam dünyası, bu dönemde altın çağını yaşadı…
Kâfir icatlarını öğrenmenin veya kâfir öğretmenlerden ders almanın dinen caiz olup olmadığı tartışıldı. 1450'lerde icat edilen Matbaa, 300 yıl sonra Osmanlı Devleti tarafından kullanılmaya başlandı. 1729’da kurulan matbaa çoğu tarih, coğrafya ve yabancı dil alanında 17 kitap bastı ve 1742’de kapatıldı. 1784’te padişah fermanıyla yeniden açıldı ve ancak 1796 yılından sonra Türkçe ve Arapça baskı yapabilen matbaalar kurulabildi.
Bin yıllık rakibi Hristiyan dünyasıyla karşılaştırıldığında, İslam dünyası yoksul ve bilgisiz kaldı. 20’nci yüzyılın özellikle ikinci yarısında, İslam ülkeleri için çöküş daha da hızlandı.
Yaygın ve kabul gören bir görüşe göre, Batı ülkelerinin gelişmesinin temel nedeni, kilise ve devletin ayrılması; toplumun laik yasalarla yönetilmesidir… Müslümanlar, laiklikle ilk kez Fransız Devrimi’nde tanıştılar… (Müslüman ülkeler neden geri? Yeniçağ, 5 Ekim 2022)”
Başlangıçta Orta Asya’dan, İran’dan ve Arap diyarlarından Anadolu’ya doğru büyük bir şeyh ve derviş akını olmuştur. Bunlar, halk tarafından önemsenmiş ve kendilerine değer verilmiştir. Bu durumu kullanarak hem geçimlerini sağlamışlar hem de nüfuz edinmişlerdir. Keramet sahibi olarak değerlendirilmişlerdir. Tekkeler alabildiğine çoğalmış, içleri derviş ve müritlerle dolmuştur. Bunların büyük çoğunluğu askerlikten ve savaştan kaçanlardır. Devletin buralara verdiği haklar kötüye kullanılmıştır. Medreseler ile tekke-zaviyeler arasında da fikri ve fiili çatışmalar çıkmıştır.
İtikat anlayışında İmam Maturidi yerine İmam Eşari anlayışı yerleşmeye başlamıştır.
Daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi Osmanlı’nın son dönemlerinde “Kaht-ı rical”, yani devlet adamı yokluğunun yanı sıra ulemanın çocukları da ulemadan sayılarak “Beşik uleması” diye bir uygulama başlamış ve bunlara da maaş bağlanmıştır.
Din uleması; devlette etkili olmak istediklerinden ıslahat hareketlerinden korkmuşlar ve engel olmaya çalışmışlardır. Her kılık- kıyafet değişikliğinde “din elden gidiyor” diyerek halkı ve orduyu tahrik etmişler, isyanlara sebep olmuşlardır.
İçtihat kapısının kapandığından bahisle yenileşmenin ve gelişmenin önü kapatılmış; istenildiği gibi ya da keyfi fetvalar vermişlerdir.
Önemli bir işe veya savaşa girişileceği zaman müneccimlere danışılması ve eşref saatinin beklenilmesi gibi gerekçelerle devletin zarar görmesine, kazanılması mümkün olan savaşın kaybedilmesine sebep olmuşlardır.
En önemlisi de bilimden ve akılcılıktan uzaklaşılmıştır.