Geçen hafta “müneccim ve eşref saati”nden bahsetmiştim. Örnek olarak Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi)’dan bir alıntıyla devam edeceğim: “Lehistan seferine güneşin tutulduğu 21 Mayıs günü çıkması, hareketini bir gün geciktirmek zahmetine katlanamaması, büyük dedikodulara yol açtı. Zira bütün dünyanın itikad ettiği üzere o çağlarda güneş tutulması çok uğursuz bir olaydı ve hiçbir önemli işe böyle bir gün başlanamazdı.
Türkiye Hakanı olan genç hükümdarın kudretli ilmiye sınıfıyla da arası iyi değildi. II.Osman’a karşı memnuniyetsizlik, ulemanın başı olan Şeyhülislâm Esad Efendi’den başlıyordu. …gelenek dışı olarak padişahın kızıyla evlenmesine istemeyerek razı olmuş, Veliahd-Şehzade’nin idamına fetva vermediği halde sözünün dinlenmemesine kırılmıştı (c.5/s.159).
Devlet adamı kıtlığı ve tecrübesizlik, II.Osman’ı yanlış tayinler yapmaya sürüklüyordu (c.5/s.160). Ancak Türkiye’nin yenileşme tarihinde ilk ciddi hamle şüphesiz II.Osman’ın şahsında kendini gösterir. O tarihten bugüne kadar Türkiye’de daima iki fikir, muhafazakârlık ve İnkılapçılık karşı karşıya gelmiş, padişahlar -II.Abdülhamid hariç- daima inkılapçı fikri tutmuşlar, hatta bu partinin liderliğini yapmışlardır.
II.Osman, bazı halefleri gibi yalnız orduda değil, topyekûn müesseselerde reform yapmaya kalkışmış, acele ettiği için, partiyi kaybetmiştir. II.Osman’ın yapmak istediği reformların karakteri sathî değil, radikaldir (c.5/s.168).
(III.Selim) Yobazlar, Nizam-ı Cedid askerinin pantolon giydiği için Müslüman sayılmayacağını, padişahın askerine şapka giydirmeye de karar verdiğini yayıyorlardı. …Padişah aleyhinde çok ağır sözler söyleyen ilmiye mensupları az değildi. Padişahın gavur olduğunu iddia edenler bile vardı (c.6/s.403).”
Prof.Dr.Bayram Kodaman’ın “Osmanlı’nın yükseliş dinamikleri” arasında saydığı; “Ulû’l-emr, halife-sultan ve onun vekilleri anlamına gelmektedir. Ulû’l-emre itaat ise, halife-sultana ve onun askerî-sivil memurlarına, kısaca devletin emirlerine itaat etmektir. Osmanlı Devleti’ndeki Müslümanlar dinî inançları gereği dinî hiyerarşinin en yüksek tepesinde olan Halife’ye, dünyevi ihtiyaçlarının gereği de en yüksek otoriteyi temsil eden devletin başında bulunan Sultana (Padişah) itaat etmeyi hem dinî hem de dünyevî bakımdan kutsal görev bilmiştir. Fert varlık sebebini, “itaat ediyorum o halde varım” derecesinde devlete ve halife-sultana bağlılığında görmüştür.
Bu zihniyet ve anlayış, birliği beraberliği ve düzeni sağlama bakımından Osmanlı’ya önemli bir potansiyel güç sağlamıştır. ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe’ sözünde olduğu gibi devlete büyük önem atfedilmiş olup, dolayısıyla ulû’l-emre itaatin devleti ayakta tutacağı, itaatsizliğin de devleti ortadan kaldıracağı anlayışı söz konusudur.
Bu itibarla dinin ve din adamlarının öngördüğü hazır bilgiler fertler için mutlak hakikatin ifadesidir. Bu çerçevede yaşamak, hayatı düzenlemek ve sürdürmek en ideal bir hayat tarzı olarak kabul edilmekteydi.
Bu potansiyeli halife ve ulema siyasi ve idari güce dönüştürerek, amaçları için seferber etme imkanını buluyorlardı. Nitekim, bu anlayışa dayanarak Müslüman halk halife tarafından cihad için sancağı şerif altında toplanmaya davet ediliyordu. Halk da ‘din ü devlet’ uğruna ‘ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum’ inancıyla cihada çıkıyordu. Bu ruh Osmanlının en önemli manevi gücünü oluşturması bakımından devlet tarafından daima canlı tutulmaya çalışılmıştır.”
Dolayısıyla akıl etme, akıl yürütme, düşünme, araştırma, sorgulama kültürü olmadığı için tepki verme veya itiraz etme hakkını da kendilerinde göremiyorlardı. Maalesef! Biat kültürü, şuursuz bir itaati de beraberinde getirdi.
İtiraz olduğunda; “Allah ne yazdıysa o olur, fıtratını, kaderini/alın yazını değiştiremezsin; boş ver dünyayı, ahiretini kazanmaya bak. Kıl beşi, kurtar başı” gibi sözlerle bastırılmaya çalışılmıştır.
Şeyh Galip (1757-1799) de buna işaret ederek ağzını açana “Dünya fâni, ahiret bâkî” denildiğini belirtmektedir. Oysa Mehmet Akif: “Eğer maksudu ancak ahiret olsaydı Yezdan’ın/Ne hikmet vardı ibdâında hiç yoktan bu dünyanın (Eğer Allah’ın maksadı ahiret olsaydı/Hiç yoktan dünyanın yaratılmasına ne gerek vardı)” demektedir.
Kısacası, Osmanlı ıslahat ve yenilik hareketlerini sonuçlandıramamıştır.
Türklerin geçmişten getirdikleri “Cihangirlik davası”, İslâmiyet’le birlikte fütuhata/ ülkeler fethetme anlayışına dönüşmüştür. Başlangıçta zaferler kazanılırken, 1683 II.Viyana bozgunuyla birlikte kaybetmeye ve gerilemeye dönüşmüş, ricat başlamıştır. Bu durum milyonlarca Türk nüfusun heder olmasına sebep olmuştur.
Esasen II.Viyana kuşatması/bozgunu sonrası Osmanlı’da psikolojik çöküntü yaşanırken Avrupa’da “Türklerin mağlup edilebileceği” düşüncesi doğmuş, moral ve motivasyonları artmıştır.
Dr.Arslan Tekin “Türk Tarihi” adlı eserinde; “Uzun süren savaşlar devleti zayıflatmıştı. Ehliyetsiz kişilerin devlet görevlerine getirilmeleri, rüşvet ve kayırmanın artması, seferlerin ağır masraflarının karşılanamaması, reayının ağır vergiler yüzünden köyleri boşaltması, paranın değerini kaybetmesi, asayiş ve güvenliğin sağlanmaması, devlet otoritesini sarstı (s.526)” demektedir.
Halil İnalcık (Tarihçilerin Kutbu, Emine Çaykara, İş Bankası Yayın.,2005): “Osmanlı gücünün gerilemeye başlaması çok daha önce... 1593-1606 Avusturya savaşında, 13 senelik savaşta, o zaman Avrupa askerî alanda devrim yapmış; orduları, ateşli silâhları, at üzerinde tüfekli askerleri... Bizim timarlı süvariler mızrak kullanıyor, Avrupalı asker, tüfekle savaşıyor. Sonra yivli tüfek keşfetmişler, yani çok daha sert, zırh delen tüfekler…
O savaştaki ayrıntıları gördüğünüz zaman Osmanlının nasıl Avrupa karşısında aciz kaldığını görüyorsunuz. Avrupa ilimde, teknikte, teknolojide o kadar büyük adımlar atmış ki... Kolonileri ile ekonomik bakımdan Avrupa çok zenginleşmiş, güçlenmiş. Böyle bir kıta karşısında artık Osmanlı, Kanunî devrindeki gibi kolay zaferler elde edemiyor (s.120-121)
Yılmaz Öztuna da: “Roma İmparatorluğu için İtalya neyse, Osmanlı İmparatorluğu için de Anadolu odur. Gerçi esas Osmanlı ülkeleri, Tuna’ya kadar Rumeli ve Toroslar’la Fırat’a kadar Anadolu’dur. …Milyonla çocuğunu Rumeli’ne geçirmiş, orasını devletin ikinci kanadı haline getirmiştir. Ve daha nerelere çocuklarını yollamamıştır ki Anadolu? Fas’dan Yemen’e, İndonezya’dan Macaristan’a kadar her yere… Bu derece israf edilen bu büyük kaynak, tabiatıyle zayıflamıştır, nüfusunu kaybetmiştir (c.11/s.462).”
I.Dünya Savaşı’na 3 kıtada 14 cephede 2.900.000 askerle girdik. 4 yıllık harbin sonunda milletimiz tam anlamıyla bitkin haldeydi. Bütün kaynaklarımız tükenmişti ve yaklaşık 2 milyon asker şehit vermiştik. Evlerine dönebilenlerin çoğu da hasta, sakat, yaralı ve daha fenası ümitsizdi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda işe yarayacak adam kalmamıştı.
Tekrar başa dönersek; özellikle ulema takımı, ellerindeki bu dinî gücü amaçları için kullanmışlardır. Bazı kaynaklarda devletin çöküşüne sebep olarak Yeniçeriler ve devlet görevlileri gösterilse de asıl sebep olan bunlardı. Gerektiğinde askeri bile siyasi amaçlarına alet etmişlerdir.
Mezhep farklılığı öne sürülerek -İslâm alemi bir tarafa- Türk devletleri arasındaki düşmanlığın ve savaşların altında da din adamlarının vebali vardır. Osmanlı-Safevi savaşları ve Anadolu’da Türkmen kıyımındaki etkilerini de sayabiliriz.
Haftaya devam…