Bu yazımda da önce “Osmanlı’da Adalet” konusuna gireceğim; sonrada “Hanedan, Saltanat ve Saray” konusuna…
Prof.Dr. Bayram Kodaman: “Adalet sadece devletin temeli değil, aynı zamanda dinin esası idi. Nitekim, adalet teşkilatının tepesinde Şeyhülislam bulunuyordu. Şeyhülislamın altında Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri, bunlara bağlı Eyalet kadıları (büyük molla), Sancak kadıları (molla), kazalarda kadı, nahiyelerde ise naipler görev yapıyordu. Bu kişilerin hepsi de ilmiye sınıfına dahil olup, medreselerin en yüksek kısmından mezun kimselerdi.
Kadılar; İslam hukukunun uygulayıcıları yani yargı gücünü temsil edenler. Her davada kadıların yanında istişare edebileceği beş-altı kişiden oluşan bir bilirkişi heyeti (jüri) yer alıyordu. Kadı, kararları hakkında müftülere de danışabilirdi.
Gayrimüslimler davaların kendi mahkemelerinde çözme hürriyetine sahipti. Gayrimüslim cemaatlerin dahi pek çok konuda kendi cemaat mahkemelerini değil de Osmanlı mahkemelerini tercih etmeleri, Osmanlının adalet üzerindeki hassasiyetini göstermesi açısından manidardır.
Osmanlı hukuk anlayışında ‘zamanında yerine getirilmeyen adalet adaletsizlik’ sayıldığından, davalar çok çabuk ve hızlı karara bağlanıyordu. Yanlış karar veren kadı terfi ettirilmez, rüşvet almış ise görevden atılıyordu. Kararlara itiraz davaları ise, kazaskerler veya en son merci olan Divan-ı Hümayun (Bakanlar Kurulu) tarafından karara bağlanıyordu.
Osmanlı XVII. yüzyıla kadar idarî, siyasî, iktisadî, içtimaî gücünü, istikrarını ve düzenini, kendi tebaasını devlete, cemaatlere ve diğer fertlere karşı koruyan ve her türlü uyuşmazlığı halleden, üretimi, tüketimi, dağıtımı nizama koyan gelenekselleşmiş ve kurumsallaşmış şer’i ve örfi hukuk ve adalet anlayışına borçludur (Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış, SDÜ Fen-Edebiyat Fak. Sosyal Bilimler Dergisi Aralık/2007, sayı:16, ss.1-24)”.
Yılmaz Öztuna da, “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eserinde; “Şeyhülislâmın asli görevi fetva vermekti (c.10/s.260). Din temsilcileri müftülerdir. …Kadı’nın bir din adamı olmadığı, dinin temsilcisi olarak bulunmadığı, mülkî salahiyetleri de haiz bir hâkim sıfatı taşıdığı anlaşılmıştır (c.10/s.273). Kadı’nın hükmü -temyize açık olmak şartıyla- kesindir, derhal infaz ve icra edilir (c.10/s.261).”
“Hanedan, Saltanat ve Saray halkı” konusuna gelince; Yılmaz Öztuna ile başlayalım: “Büyük Türk Hakanlığının bin yıllık zaafı olan ‘hanedanın devletin müşterek sahibi’ olduğu hukuk telakkisi… (c.1/s.378)” vardı. “Çünkü ‘ilahî hukuk’ teorisinde hükümdar, Tanrı tarafından milletinin başına geçirilmiştir ve mükellefiyet tek taraflıdır; hükümdar, ancak Tanrı’ya hesap verir (c.5/s.302)” demektedir.
Bayram Kodaman ise; “Osmanlı kanunlarına göre ülkenin-toprağın sahibi padişahtır; reaya ise kendi güvenliğini- refahını sağlamakla yükümlü olan padişahın tebaasıdır. Bu anlayışla, padişahın izni olmadan herhangi bir kimsenin ve yerel otoritenin toprak ve köylü üzerinde hakimiyet kurması ve tasarrufta bulunması, dolayısıyla adaletsiz davranması engellenmiş oluyordu.
Osmanlı Orta çağını (Duraklama dönemi) hazırlayan sebepleri iç ve dış olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Osmanlı Devleti’nin duraklama–gerileme dönemine girmesinin önemli sebeplerinin başında Avrupa’nın üstünlüğü ele geçirmesi ve dolayısıyla dünya şartlarının değişmesi ise, diğer sebeplerin kaynağı da bizzat kendi içinde meydana gelen bozulmadır.
Bu sıkıntıları veya masrafları karşılamak için devletin vergileri artırmak, paranın değerini düşürmek ve memurlara az maaş vermekten başka alacağı fazla bir tedbir de bulunmuyordu. Bu tedbirler de halkı, askerleri, ulemayı, bürokratları tedirgin ediyor ve memnuniyetsizliklerini artırıyordu.
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı devleti inisiyatifi elinden kaçırmış ve çaresiz duruma düşürmüştü. Artık dıştan gelen olumsuz faktörler birbirini takip ederken, içten başlayan bozulmalar da birbirini tetikler hale gelmiştir. Böylece merkezi otoritede zafiyet işaretleri de başlamıştır. Aleyhte meydana gelen bütün bu gelişmeler, Osmanlının idarî, askerî, sosyal, iktisadî yapısının; tımar ve eğitim sisteminin bozulmasına yol açmış ve böylece devletin klasik dengelerini alt üst etmiştir. (Aynı makale, SDÜ Fen-Edebiyat Fak. Sosyal Bilimler Dergisi Aralık/2007, sayı:16, ss.1-24).”
Osmanlı coğrafyasının çok büyümesi, beraberinde devlet hâkimiyetinin zorlaşmasına ve otoritenin ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda yerel isyanlar ve başkaldırılar başlamış; devlet bunları engellemekte yetersiz kalmıştır.
Tekrar Yılmaz Öztuna’ya dönersek; “…Osmanoğulları’nın artık eski itibarları kalmamıştı. Türk hakanı, ordu ve halk tabakaları nezdindeki eski adeta kutsal mevkiini kaybetmişti. (c.5/s.158)” demektedir.
Osmanlı’nın ilk dönemlerinde padişahlar basit ve gösterişsiz yaşıyorlardı. Yaşayışlarında “Töre” ve gelenekler hâkimdi. Osman, bey seçildiğinde töre gereği bir ak keçeye oturtularak diğer beyler tarafından dokuz defa havaya kaldırılıp indirildiği belirtilmektedir. Türklüklerinin farkındaydılar; hatta diğer beylikler üzerinde etkili olmak ve itibar kazanmak için Şehzade Cem, şecere çıkarttırmış ve hanedanın soyunu Oğuz Han’a kadar götürmüştür.
İlk zamanlarda adları hep Türk adlarıydı. Devletin kurucusunun adına atfen “Osmanlı” denilse de batı kaynaklarında “Ottoman” kullanılmaktadır (Bazı kaynaklarda Osman’ın asıl adının Otman, Ataman olduğu belirtiliyor). Mesela, “Osmanlıcılık” diye bir ideoloji yoktur: Son dönemde isyan ve ayrılma çabaları içinde olan bazı milletleri/ halkları bir arada tutmak için ortaya atılan bir görüştür ama tutmamıştır (Not: Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı Osmanlılık, İslâmcılık, Türkçülük eserini okumalısınız).
Hakimiyetleri altına aldıkları topraklarda yaşayan yerli halkın diline, dinine, kültürüne karışmazken, hatta yardımcı olurken; kendi millî kültür değerlerinden uzaklaşıyor, milli ruhu, şuuru, kimliği ve hedefleri unutuyor, yozlaşıyor ve zamanla bulundukları yere uyum sağlayıp kayboluyorlardı. Bugün dünyanın her yerinde “Kayıp Türkler” vardır.
Valide sultanların müdahaleleri, validelerin kendi şehzadelerini padişah yapma çabaları, saray entrikaları, ulemanın tahrikleri, rüşvet ve iltimasla devlet kadrolarına liyakatsiz ve ehliyetsiz kişilerin atanması, hak etmeyenlere makamlar verilmesi, paşalar arasındaki çekememezlik ve çekişmeler, ordunun siyasete alet edilmesi, kayırmacılık hepsi çöküşün sebeplerindendir.
Yine, genç şehzadelerin kapalı alanlarda tutulmaları, devamlı öldürülme korkusu yaşamaları, yeterince eğitim alamamaları, devlet görevi verilmediği için bilgi ve tecrübe kazanamamaları, beklemediği anda veya çocuk yaşta tahta oturtulması gibi sebepleri de ilave etmek gerekir.
Bazı yazarlarımız; padişahların evlendiği yabancı kadınları da saraydaki entrikaların sebebi olarak görmektedirler. Harem konusuna girmiyorum.
Öbür yandan, uzun süren savaşlar ve yenilgiler, çekilme, devlet içerisindeki kargaşalıkların en büyük sebebiydi. Dolayısıyla ekonomi bozulmuş, merkezi otorite zayıflamış, iç karışıklıklar baş göstermiştir. Balkanlardaki acı son, Kafkaslardaki sürgünler, kaybedilen topraklar, ardından işgaller yerleşik halkın bulunduğu yerleri terk etmelerine ve İstanbul’a yığılmalarına sebep oldu. Yoğun nüfus artışı nedeniyle İstanbul’da açlık ve sefalet başladı.
Bütün bunlar, halkın devlete olan güvenini azalttı, sarstı, hatta bitirdi.
Haftaya devam…