Bu yazıda da, “Osmanlı’da Askerî ve Tımar sistem”inden bahsedeceğim.
Prof.Dr.Bayram Kodaman: “Kapıkulu padişahın-sarayın hizmetinde bulunan görevlilere verilen isimdir. Bu askeri görevliler önceleri savaş esirlerinden ve kölelerden ibaretti. Osmanlı Devleti bu usulü bırakarak, devşirme denilen daha sağlıklı ve düzenli kendine has yeni bir sistem uygulamasına geçmiştir. Buna göre gayrimüslim cemaatler arasından devşirdiği (topladığı) çocuklar İstanbul’a getirilerek ikinci bir seçime tabi tutuluyor, iyileri saraya alınıyor, geri kalanları ise müslüman köylü ailelerin yanına gönderiliyordu.
Saray için seçilen üstün zekâlı ve yetenekli olanları Enderun Mektebi’ne alınıp, ciddi bir eğitime tabi tutularak, yüksek makamlara aday memur olmaları için yetiştiriliyorlardı. …Görevlerini yaptıkları müddetçe mevki, rütbe, şan, şöhret, mal, mülk sahibi olabiliyorlardı. …en ufak bir kusur ve zaafiyet her imkânı ve sahip oldukları her şeyi kaybetme, hatta canlarını ve mallarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlardı.
Kapıkullarındaki, “siyaseten katl” ve mallarının müsadere edilme korkusu, onları padişaha-devlete daha çok bağladığı gibi ‘hem Allah’ın kulu hem de padişahın kulu’ olmalarını da sağlamıştır…
Padişah açısından Kapıkulu sistemine baktığımızda, karşılıklı bir menfaat ilişkisi görmek mümkündür. …padişah ile kapıkulları arasında karşılıklı himaye-karşılıklı menfaat dayanışması ve menfaat birliği şeklinde bir asabiyet meydana getirilmiştir… (Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış, SDÜ Fen-Edebiyat Fak. Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık-2007, Sayı:16, ss.1-24)” demektedir.
Yılmaz Öztuna (Büyük Türkiye Tarihi) ise; “II.Osman’ın zamanında XVI.yüzyıl Türk ordusunun düzeni; akıncı sınıfının hemen hemen ortadan kalkması, tımarlı sipahilerin azalması, yeniçerilerin fevkalade artması, Kırım atlılarının ordunun vazgeçilemez bir parçası halinde ehemmiyet kazanması gibi faktörlerle tamamen alt üst olmuştu (c.5/s.158).
Türklerin kurdukları imparatorluklarda, orduya Arab, Fars gibi diğer İslâm unsurları almamaları ve askerî hizmetleri kendilerine tahsis etmeleri, Türk nüfusunun harcanmasının sebeplerinden biridir (c.11/s.475).
Bu arada Hıristiyan ve Yahudiler de rahat bir hayat yaşamışlardır (c.11/s.476).” Çünkü tekke, zaviye ve benzeri yerlerde şeyhler ve müritler nasıl askerlikten ve vergiden muaf iseler; gayrimüslimler de vergi vermek suretiyle askerlik yapmama hakkına sahiptiler.
Kodaman “Tımar Sistemi (Toprak Düzeni)”nden bahsederken; “Bu sisteme göre her köylüye sadece işleyebileceği kadar toprak, oturabileceği bir ev veriliyordu. Ayrıca köylünün güvenliği sağlanıyordu. Dolayısıyla köylünün işsiz, topraksız, evsiz kalması ve haksızlığa uğraması söz konusu değildi… Ancak, işlediği toprak sınırlı, geliri sınırlı olduğu için zengin olma, yeni bir iş kurma veya teşebbüs sahibi olma, inisiyatif kullanma imkânı ve serbestisi yoktur… Bu düzen, 18.yüzyıla kadar fevkalade iyi işlemiş olduğundan devlet içte ve dışta gücünü muhafaza edebilmiştir.
Sonuçta kapıkullarında (asker-sivil paşalar), ulemada, bürokraside ulû’l-emre itaat azalmaya yüz tuttu. Adalet mülkün temeli olmaktan fiilen çıktı. Tımar sisteminin bozulmasıyla iltizam usulü mültezimleri, malikâne sistemi de ayanları ortaya çıkararak feodal yapı oluştu. Bunların ekonomik ve sosyal güçleri artınca eyaletlerde, sancaklarda birer özerk otorite haline gelerek valinin, sancak beyinin ve kadının önüne geçtiler…"
Nüfus, bir devletin her bakımdan gücüne güç katan bir faktördür: Ne yazık ki, sürekli savaşlar sebebiyle köylerde çalışacak erkek kalmadığından, tarlaların da işlenmemesine ve boş kalmasına sebep olmuştur.
Bayram Kodaman makalesinin sonunda; “Osmanlı Devleti, 17. ve 18.yüzyıllardan itibaren kendi şanlı mazisi ile kendisinden üstün hale gelen Avrupa gerçeği arasında kalmıştır. …Bu ikilem karşısında kalan Osmanlı Devleti, ne kendi sisteminden yeni bir alternatif sunabiliyor, ne de bir Avrupa Osmanlı sentezi yapabiliyordu… Bu tavrı ve tercihi aynı zamanda Avrupa karşısında içe kapanma- kabuğuna çekilme siyasetinin başlangıcı olmuştur.
Ancak bu siyasetin yürütülmesi imkânsızdı. Zira dünya olaylarını artık Avrupa belirliyordu.
Önünde sonunda İslam devletinin ve toplumunun Hıristiyanlara karşı galip ve muzaffer olacağı inancıyla kendini mükemmel ve üstün gören Osmanlı, Avrupa’nın savaşlarda üstün gelmesine karşı verdiği ilk tepki içe kapanmak, ‘gâvura’ muhatap ve muhtaç olmamak gibi dini gerekçeli pasif bir tavır içine girmiştir. Nitekim 17.yüzyılın ilk yarısında Kadızadeliler hareketi, 18.yüzyılda ise Vahabilik hareketi ve 19.yüzyılda Osmanlı topraklarında hızla yayılan Nakşibendî tarikatının Halidiye kolu Avrupa’ya düşmanlığın ve Asr-ı Saadet dönemine dönüş fikrinin başını çekmişlerdir.
Üçüncü olarak, önce Hıristiyanlığın (gayrimüslimlerin sonra da gayri Türklerin Osmanlı’dan imtiyazlı statü, muhtariyet ve istiklâl gibi isteklerde bulunmaları çok dinli, çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nda parçalanma sürecini başlatmıştır… Osmanlı Devleti 19.yüzyıl boyunca hatta 1918’e kadar bu tehlikeleri bertaraf etmek için uğraşmak durumunda kaldı ise de bu gayretleri imparatorluğu yıkılmaktan kurtaramadı.
Kısaca Osmanlı Devleti’nin ‘Asr-ı Saadet’e dönmek fikrini benimseyen aşırı şeriatçıların muhalefeti, hem Fatih-Kanuni devrinin usullerine dönmeyi arzulayan muhafazakârların muhalefeti hem Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopmak isteyen gayrimüslimlerin ve gayri Türklerin, hem liberal Türk aydınlarının (Tanzimatçılar, Yeni Osmanlılar, Genç Türkler) muhalefeti hem de Düvel-i Muazzama’nın (İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya- Macaristan ) muhalefeti arasında ve karşısında sıkışıp kalmıştır.
Sonuç olarak, Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak, güçlendirmek ve modernleştirmek için ıslahat-reform-yenileşme, meşrutiyet adı altında iyi niyetle yapılan hareketler Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtaramamış, dolayısıyla da hedeflerine ulaşamamışlardır. (Aynı makale)”
Çöküşü gören başka kültürlere mensup milletler, Osmanlı Devleti aleyhine gizli gizli çalışmaya başladılar: Önce gayrimüslimler, sonra Müslüman Arnavut ve Araplar, şeklen bağlı oldukları devlete karşı isyana ve bağımsızlık hareketine kalkıştılar.
Hafta içinde Ahmet Sevgi “İnsanlar mı çarpışmalı, fikirler mi?” başlıklı bir yazı kaleme almıştı; şöyle diyor: “Evet, millet olarak Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar geniş bir coğrafyada hâkimiyet kurduk. Bir zamanlar (16.yüzyıl sonları itibarıyla) hükümranlık alanımız yirmi milyon kilometrekareye ulaşmıştı. Ama bu hâkimiyeti fikirlerin değil, kılıçların çarpışmasıyla elde etmiştik. Tüfek icat edilince mertlik bozuldu. Yani pazı gücü mağlup oldu ve maalesef yirmi milyon metrekareden elimizde kala kala yedi yüz seksen üç bin kilometrekarelik bir toprak parçası (Anadolu) kaldı. Bunda elbet kılıca güvenip kalemi (düşünce) ihmâl edişimizin payı büyüktür.
Diğer taraftan kendi içimizde özellikle de devlet yönetiminde de yine hep fikirler değil, kişiler çarpışmıştır…
Demem o ki doğruları bulmanın yolu fikirlerin çarpışmasından geçer. Pazı gücüyle, kaba kuvvetle elde edilen her başarı temelsiz bina misali çökmeye mahkûmdur. Unutmayalım ki ölümsüz eserler fikirlerin çarpışmasından elde edilen doğrularla inşa edilir. (9 Kasım 2022, Yeniçağ)”