Çeşitli kaynaklara dayanarak sekiz haftadır “Osmanlı’nın Yıkılış Sebepleri”ni yazıyorum. Bu hafta da yazdıklarımdan bir özet çıkararak konuyu bağlayacağım.
Osmanlı Devleti, 17.yüzyıla kadar üstün durumdadır; ancak bu yüzyıldan itibaren anlayışı, zihniyeti ve sistemi bozulmaya başlar. Avrupa ise modern çağını yaratır ve üstünlüğü ele geçirir.
2.Viyana Kuşatması (1683) ile birlikte kaybetme ve geri çekilme başlar. Viyana bozgunu; Osmanlı’nın duraklama/ gerileme dönemine girmesine ve psikolojik çöküntü yaşamasına sebep olurken, Avrupa’da “Türklerin mağlup edilebileceği” düşüncesini doğurur ve moral ve motivasyonları artar.
Devleti kuranlar, başlangıçta “Türk Töresi”ne ve geleneklerine bağlıydılar; her şeye “Türk” çerçevesinden bakıyorlardı. Beyliğin sınırları büyüyüp saraya taşınınca, halkla aralarına sosyal mesafe koydular. Bu durum devlette, idarede, adette, dilde, edebiyatta, ilimde, duyguda, ruhta, hasılı her şeyde kozmopolitliği getirdi.
Özel eğitimle yetiştirilen şehzadeler; sonraları taht korkusuyla kapalı odalara konuldu: Sürekli öldürülme korkusu yaşayan ve yeterince eğitim alamayan şehzadeler; beklemediği anda veya çocuk yaşta tahta çıktığında psikolojisi bozuk, bilgisiz, tecrübesiz, liyakatsiz ve ehliyetsiz durumdaydılar. Valide sultanların müdahaleleri, validelerin kendi evlatlarını padişah yapma çabaları, saray entrikaları, ulemanın tahrikleri çöküşü hızlandırdı.
Sona doğru hanedanın ve padişahların eski itibarları kalmadı; ordu ve halk nezdindeki kutsal durumlarını kaybettiler.
Eğitim, Bilim ve Kültür: Osmanlı’yı çöküşe götüren temel sebep, eğitimde ve bilimde geri kalması ve sanayi devrimini kaçırmasıdır. Osmanlı’da yeterli okul olmadığından, halkın okuma-yazma oranı çok düşüktür: En iyimser tahminle bile %12’dir. Özellikle köylerdeki halk, eğitim alamadığı için cahil kalmıştır.
Batı’dakilere benzer üniversiteler olmadığından bilimsel çalışma yapılamıyor, bilgi üretilemiyor ve bilim insanı yetişmiyordu. 17.yüzyıldan itibaren medreseler taassup içine düşmüşlerdi. Derslerin tamamına yakını fıkıh, hadis, kelam, tefsir dersleriydi; felsefe, matematik ve fen bilimleri müfredatta yeterince yer almadığı gibi gözlem, deney, araştırma ve eleştiriye yer verilmediğinden, nitelik ve nicelik yönünden de çağın ihtiyaçlarını karşılamıyordu. Avrupa’daki gibi kendi dönüşümünü yapıp felsefeyi, bilimi ve teknik gelişmeyi sağlayamadı. İbn-i Sina gibi bir bilim insanı veya İbn Rüşd gibi bir filozof yetişmedi.
Medrese eğitimi almamış kişilere ve yeni doğmuş bebeklere ilmi rütbeler verilip maaş bağlandı; babadan oğula geçen “beşik uleması” sınıfı yaratıldı.
“Saray ve halk kültürü” diye iki ayrı kültür oluştu; Türkçe’nin yerini Arapça-Farsça karışımı bir dil aldı ve saray bürokrasisinin dili oldu. Millî kültür değerlerinden uzaklaşıldı.
Din ve Adalet: Avrupa Yeni Çağı’nı ve yeni zihniyetini yaratırken, dini inkâr etmeden dinin yanında aklı, kilisenin yerine üniversiteyi, ruhban sınıfı yerine filozofları ve bilim adamlarını ön plana çıkardı. Arkasından ferdin, aklın, bilimin özgürlüğünü sağlayarak, maddi dünyayı ve toplumu incelemeye ve bilgi üretmeye başladı.
Yavuz’un halifeliği üstlenmesi ve ardından Kanuni dönemiyle birlikte zihniyet değişimi yaşandı. İtikat anlayışında sapmalar oldu; aklın ve bilimin yerini nakil alırken, yeni fikir, yeni bilgi, yeni bir şey üretilemedi.
Devletin ve halkın değer verdiği Orta Asya’dan, İran’dan ve Arap diyarlarından Anadolu’ya akın eden şeyh ve dervişler; zamanla bu halkları kötüye kullandı. Tekkeler ve zaviyeler çoğalırken, içleri derviş ve mürit kisvesi altında askerlikten ve savaştan kaçanlarla doldu.
Halk, din adamlarının verdiği hazır bilgileri mutlak hakikat sanıp akıl yürütmeden, düşünmeden, araştırmadan, sorgulamadan kabul ediyor; tepki verme veya itiraz etme hakkını kendinde görmüyordu. Biat kültürü, şuursuz bir itaati de beraberinde getirdi.
“Adalet”, devletin temeli ve dinin esasıydı. Ama bunu sağlayacak olan “ilmiye sınıfı” bozuldu. Artık keyfi fetvalar veriliyordu. “İçtihat kapısının kapandığı”ndan bahisle yenileşmenin ve gelişmenin önü kapatıldı.
Bürokrasi ve Ordu: Enderun Mektebi’nde yetiştirilen devşirme (gayrimüslim) çocukları, devlet görevlerine getirildi; makam, mevki, rütbe, şan, şöhret, mal, mülk sahibi olan bunlar, sarayda kendi bürokrasilerini kurdular.
Padişahın yakın çevresini; evlendiği kadınlar, devşirme bürokratlar ve ulemadan bazı kimseler oluşturdu. Zamanla devlet görevlileri arasında fitne, fesat ve entrikaları arttı; atanan bazı işbirlikçi, yalaka, yılışık, soytarı tipli bürokratlar yüzünden yönetim zaafa, karışıklığa ve karmaşaya dönüştü.
İlmiye sınıfı, devletteki etkilerini kaybetmemek için ellerindeki din gücünü kullanarak ıslahat hareketlerine engel oldu. Her yenileşme hareketinde ve kılık-kıyafet değişikliğinde “din elden gidiyor” diye, halkı ve orduyu tahrik edip isyanlar çıkardılar. Ordu siyasete bulaştı, paşalar arasında çekememezlik ve çekişmeler had safhaya çıktı.
Enderun önemini kaybedince devlet adamı kıtlığı/ yokluğu (Kaht-ı rical) ortaya çıktı. Makamlara liyakate ve ehliyete bakılmaksızın atamalar yapıldı, hak etmeyenlere makamlar verildi, çıkar karşılığı devlet görevleri satıldı, rüşvet ve iltimas arttı, kayırmacılık çoğaldı; dolayısıyla halkın devlete olan güveni sarsıldı. Bu yabancılaşma “Türk’e hakarete” kadar vardı.
Orduya; Arap, Fars ve diğer Müslüman unsurlar alınmıyordu (gayrimüslimler de vergi vererek askerlikten muaftılar): Sadece Türkler asker olduğundan, bu durum Türk nüfusun harcanmasına ve azalmasına sebep oldu. Savaşlardan evlerine dönebilenlerin çoğu hasta, sakat, yaralı; daha kötüsü bitkin ve ümitsizdi.
Avrupa, her alanda olduğu gibi askerî alanda da silah teknolojisini geliştirirken, bizim ulema “kâfir icatları”nı öğrenmenin veya “kâfir öğretmenler”den ders almanın, askerin pantolon giyip giymemesinin dinen caiz olup olmadığını tartışıyordu!.. Aynı ulema, mezhep farklılığını öne sürerek -İslâm alemi bir tarafa- Türk devletleri arasında (Osmanlı-Safevi savaşları ve Anadolu’da Türkmen kıyımı vs.) düşmanlığa ve savaşlara sebep oluyordu.
Tımar sistem: Ülkenin/ toprağın sahibi padişahtı ve reaya (halk) padişahın tebaasıydı. Köylüye işleyebileceği kadar toprak, oturabileceği bir ev veriliyor ve güvenliği sağlanıyordu. 18.yüzyıla kadar iyi işleyen tımar sistemi ve iltizam usulü bozuldu ve mültezimlerle ayanlar ortaya çıktı, feodal yapı oluştu.
Safevilere karşı güneydoğu sınırlarını güven/ kontrol altında tutmak amacıyla bölgeye büyük aşiretler yerleştirildi; topraklar verildi. Bu durum Orta Asya’dan Anadolu’ya olan göçleri durdurduğu gibi -Türkmenlere yapılan ağır baskı ve zulümler yüzünden- ters göçlere sebep oldu. Dolayısıyla savaşlarda kullanılacak asker kaynağı, sadece Anadolu’nun üzerine kaldı.
Sürekli savaşlar sebebiyle köylerde çalışacak erkek kalmadığından, tarlalar işlenemedi ve boş kaldı.
Bütçe ve maliye: Devletin malî durumunun bozulmasında; coğrafi keşifler sonucu ticaret yollarının (İpek yolu) okyanuslara kayması, kıymetli madenlerin (altın-gümüş) Amerika’dan Avrupa’ya, buradan da Osmanlı’ya akışı fiyat ve mali politikasını altüst etmesi, Avrupa’dan gelişmiş silah teknolojisini büyük paralar ödeyerek satın alınması diye sayabiliriz.
Fütuhat döneminin kapanması, devletlerden haraç alınamaması, yenilgiler sebebiyle savaş ganimeti toplanamaması, masrafların artması, toprak kayıpları ve mevcut toprakların işlenememesi, sanayi ve teknolojiye yönelik yatırımın olmaması, aşırı iç ve dış borçlanma ve faizleri, hazinenin her gün erimesi, asker ve memurların maaşlarının artması, hazineye altından kalkamayacağı büyük yük getirdi.
Yükseliş ve çöküş dönemlerinde çeşitli devletlere verilen kapitülasyonlar, Osmanlıya çok ağıra mal oldu. Kırım Savaşı ile başlayan ve çeşitli ülke ve bankerlerden peyderpey alınan borçlar 1874’de devleti iflasın eşiğine getirdi. Tüm borçlara karşılık vergilerin -yabancılar adına- Düyunu Umumiye İdaresi’nin toplanmasına karar verildi. Merkez Bankası işlevini Fransız Bankası olan Osmanlı Bankası yapıyordu.
Bu borçlar, ancak Lozan Antlaşması ile sona erdirildi ve büyük bölümü Türkiye’ye düştü.
Sonuçta, Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak, güçlendirmek ve modernleştirmek için ıslahat, reform, yenileşme, meşrutiyet gibi iyi niyetle yapılan hareketler çöküşü önleyemedi. Kötü gidişi gören gayrimüslimler, Müslüman Arnavut ve Araplar; önce gizli, sonra güçlü devletlerin de yardımlarıyla isyana ve bağımsızlık hareketlerine giriştiler.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım tüm sorunlarla Osmanlı baş edemedi: Mondros ve Sevr anlaşmaları ile teslim oldu. Devamı malûm!..
Bize düşen; bunlardan ders çıkarmak, ibret almak ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkmaktır.