“Osmanlı’ya düşman mıyız?” başlıklı köşe yazısında Ahmet Gürsoy şöyle yazmaktadır: “…Mesela, kültürel yabancılaşmanın sona ermesi açısından da Osmanlı yöneticilerini eleştiriyor, Atatürk’ü benimsiyoruz. Osmanlı yönetim sistemi dört önemli konuda toplumsal gerçeğine (kendine) yabancılaştı.
Birincisi soyda yabancılaştı. Oğuz Türklerinden Kayı Boyu beylerinin kurduğu Osmanlı Devleti, obadan saraya taşındıktan sonra, obaya ve boya uğramaz oldu. Süreç içinde padişah olan Kayı’ların beyleri, artık kıl çadırlara bakmaz hale geldi. Bu sosyal mesafe giderek kendi döngüsü içinde soya yabancılaşmayı getirdi. Kayı Beyleri, saraylı olduktan sonra, unuttukları obadan hısımlığı da kaldırdılar.
İkincisi, dilde yabancılaşmadır. Oba-Saray farklılaşmasının en büyük kırılmalarından biri dildir. Arı duru Türkçe'nin yerini, şehirli medresenin Arapça-Farsça karışımı, elit dili aldı ve saray bürokrasisinin dili haline geldi. Edebiyatta, yazışmalarda bu kırma karışım dili kullanılmağa başlandı. Bu yabancılaşmanın uç noktası ‘Osmanlıca’ kavramsallaştırmasıdır.
Üçüncüsü, bürokraside yabancılaşma. Dönme devşirme sistemiyle, eğitip yetiştirdiklerini Enderun ve acemioğlanlar kışlasında yeniden inşa ederek, Saray kendi bürokrasisini kurdu. Böylece kendi köklerinden (Kayı ve diğer Türk boylarından) uzak, devşirme bürokrasisi gelişti. Süreç içinde Sultan’ın yakın çevresini, evlendiği kadınlar, devşirdiği bürokratlar ve ulemadan bazı kimseler oluşturmağa başladı. Artık bir zamanların büyük kurultaylarında toplanan Türk boylarının beyleri yoktu. Bu yabancılaşma son dönemlerde Türk’e hakarete vardı. ‘etrak-ı bi idrak (idraksiz Türkler)’ lafı, Köklerden kopuşun vahametini gösteriyor.
Dördüncüsü bilime yabancılaşma. Osmanlı medreseleri, batıdaki katolik okulları gibi, birer dini okul olarak kurulmuşlardı ama, kendi kurumsal varlığı içinde yarattıkları skolastiği aşamadılar. Sürekli tekrara düştüler.
Ne Selçuklulardan örnek almayı başarabildiler ve ne de Avrupa'da Rönesans sonrasında gelişen bilimsel gelişme ve ilerlemeleri takip ederek eğitim ortamına taşıyabildiler. Böylece medreseler kendini dönüştüremedi.
Donuk kaldı. O donuk kaldıkça, duraklama kaçınılmaz hale geldi. Çünkü ilerleme karşısında, duraklayan eğitim sistemi, değişimi yönetemezdi. Toplumsal çevirimi gerçekleştiremezdi. (Yeniçağ, 13 Kasım 2019)
Aynı yazar başka bir yazısında; “…Kıl çadırlardan saraya geçince yöneticilerin hem dili, hem sözü, hem de bakışı değişti.
Eğitim dilini Arapça-Farsça yaptılar; Türkçe yapmadılar.
17-18.yy. İngiltere, Almanya, Hollanda, Fransa gibi ülkeler her nere gittiyseler, kimi sömürge ettiyseler, hepsine kendi dillerini öğrettiler. Halen daha bu sömürgeler bağımsızlıkların kavuşmuş olsalar da eski efendilerinin dilini konuşuyor.
Bizim eğitim dilimiz Arapça-Farsça karışımı iken, o ülkelerin eğitimleri kendi dillerindeydi. Bu sebeple orada eğitim dili aynı zamanda bilim dili oldu (Ömer Seyfettin’imiz, 16 Mart 2020).”
Dr.Arslan Tekin de “Maksat medreseleşmek mi?” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “Ali Kuşçu'nun bu medresede ders verdiğini söylüyor R.T.Erdoğan. Vermiştir. Ali Kuşçu’yu Timur İmparatorluğu’nun 4.sultanı, matematikçi ve astronomi âlimi Uluğ Bey yetiştirmiş, onu ilmini ilerletmesi için Çin’e göndermiştir. Sonra Fatih Sultan Mehmet himaye edecek ve bizzat Ayasofya Medresesi’ne müderris yapacaktır. Ali Kuşçu astronomi ve matematik alanlarında çalıştığı gibi dil ve gramere, fıkıha dair eserler de vermiştir.
Şimdiki medrese anlayışı nerede, Ali Kuşçu’nun ders verdiği medrese anlayışı nerede? Maksat medreselerde ilim tahsil etmek değil, dogmatizmin içinde debelenmektir!
M. Âkif; ‘Doğrudan doğruya Kur'an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı’ diyor. Siz Osmanlı’yı ihya ederek asrın idrakine ne söyletebileceksiniz! (Yeniçağ, 20 Nisan 2022)”
“Medreseleştirerek nereye varabilirsiniz?” başlıklı diğer yazısındaysa; “…Zeynep Uluant, ünlü yazarımız Sâmiha Ayverdi’nin, ‘Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fatih’ eserinin ‘Fâtih'in Garp İlmine Verdiği Kıymet’ başlıklı yazısından alıntı yapıyor. Ayverdi’nin şu tespitini serdediyor: ‘Görülüyor ki dumura uğrayan fikir hayatımızın, garp kültürü karşısındaki maddî ve mânevî hezimeti, yavaş yavaş elimizi, dilimizi bağlar olmuştur. Binâenaleyh savaştan geri kaçan, meydanı mukabil tarafa bırakmış demektir. Neticede garp âlemi istediğini söyledi. Biz ise boyun büküp sustuk. Hiç değilse o devrin fikir hayatını gösteren ham malzemeyi işleyip âbideleştirerek cihan kültür piyasasına sürmek vazifemizdi. Garp, biz kayıtsız ve kadir bilmez mal sahibinin elinden ne bulduysa çekip aldı ve kendi teknesinde yoğurarak mahiyet ve suret değiştirttikten sonra da ihraç malı hâline soktu (Yeniçağ, 22 Nisan 2022).”
Taha Akyol da; “… Devlet yönetiminde -eskiden ‘rical’ denilen- ‘iyi yetişmiş insan’ sermayesi fevkalade önemlidir.
Cevdet Paşa, II.Mahmut’la Rusya’da I.Petro’nun aynı reformları yaptığını ama Petro’nun başarılı, II.Mahmut’un başarısız olduğunu yazar. Paşa’ya göre sebep, II.Mahmut’un reformlarını yürütecek ‘rical’e sahip olamamasıydı.
Başka sebepler de vardı ama ‘rical’ meselesi önemlidir.
Osmanlı’nın çöküş dönemine eşlik eden kavram ‘kaht-ı rical’di; yetişmiş adam kıtlığı…
1683 yılından itibaren toprak kayıpları başlayınca Koçi bey gerileme sebepleri olarak
-Adam kayırma
-Yozlaşma
-Liyakatsizliği göstermiştir… (Liyakatin değeri, Karar Gazetesi, 15/07/2020)”
Prof.Dr. Halil İnalcık; “Has-bağçede ayş u tarab, Nedimler, Şairler, Mutribler” adlı eserinin önsözünde, “Osmanlı medeniyeti ve yaşam tarzı söz konusu olduğunda iki ayrı kültürden, halk kültürü yanında bir saray kültüründen söz etmek yerindedir. Saray’ın temsil ettiği ayrıcalıklı seçkinler sınıfının, …yaşam tarzı ve kültürleriyle sıradan halkın, re’ayanın kültürü veya kültür çeşitleri arasındaki derin farkı tarihçi göz önünde tutmak zorundadır…
Kuşkusuz, yüksek saray kültürü zurefâ (zarifler, kibar kimseler) kültürüyle halk kültürü arasında karşılıklı etki, alışveriş daima var olmuştur. Bu karşılıklı kültürleşmede daha ziyade halkın saray kültür öğelerini taklidi ve halk kültür öğelerinin sarayda icrası daima söz konusudur…
Bu biçimde egemen yüksek kültür, kâdir-i mutlak patrimonyal padişah egemenliğinin bir sembol ve ifadesidir.” demektedir.
Prof.Dr. Bayram Kodaman da geçen hafta bahsettiğim makalesinde; “Zihniyet Meselesi: Bilindiği üzere Yeniçağ’a kadar hemen hemen bütün tarım toplumlarında olduğu gibi Osmanlı’da da ideoloji dindir. Buna göre devletin ve hâkimiyetin Tanrı’ya ait olduğu zannediliyor ve devleti de Tanrı adına Peygamber yönetiyordu. Peygamberin ölümünden sonra bu görev elçinin vekili olarak halifelere düşmüştür. Halife, ilahî emirlere göre ülkeyi yönetmekle yükümlüydü. Yavuz Sultan Selim, 1517’den itibaren halifelik unvanını da üstlenmesiyle Osmanlı Devleti de resmen İslamî kuralları ve anlayışı esas alan bir yönetim şeklini benimsemiş oldu…” (SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2007, Sayı:16, ss.1-24)
Eğitim ile gelişme, kalkınma ve dolayısıyla büyüme arasında doğrudan ilişki vardır. Müfredattan pozitif bilimleri çıkarmak, eğitimde dahil her konuda çağı yakalamaktan uzaklaşmak demektir.
Haftaya devam…