Yanlış anlaşılmamam için -istemesem de- bazan yazmak zorunda kalıyorum. Yedi yaşından beri oruç ve namaz ibadetimi yerine getiririm. Elbistan’da 1240 yılı yapımı Dulkadir Beyliği’nden kalma Ulu Cami (son depremde minaresi yıkıldı) evimize çok yakındı. Cuma ve Ramazan’da teravih namazını kılmak için bu camiye giderdim. Bu yaşıma kadar çok vaaz ve hutbe dinledim.
Ayrıca, dinî konulara meraklıydım ve mümkün olduğunca okuyordum. Yaşım ilerledikçe; İslâm’ın iman, itikat ve ahlâk konularını öğrendim ve bunların -ibadetlere göre- daha öncelikli ve önemli olduğunu anladım. Esas olan ahlâklı bir Müslüman olmaktı. Bu arada şunu da belirteyim: Hiçbir cemaat, tarikat ve benzerleri ile işim olmadı.
Nerede okuduğumu/ dinlediğimi hatırlayamadığım ama küçüklükten beri bildiğim bir menkıbe vardır. Menkıbeleri, daha çok dinî konuları içeren hikâyeler olarak tanımlayabiliriz. Bu menkıbe, Muhyeddin İbnü'l Arabî ile ilgili olup dikkatimi çekmiş ve aklımda yer etmiştir. Menkıbede Müslümanların -genelleştirmek istemiyorum ama- paraya, mala olan düşkünlüklerine atıfta bulunulmaktadır. Menkıbeyle ilgili internette epeyce yazı bulunmaktadır; farklı anlatımları olsa da ibret ve ders alınacak bir hikâyedir.
Menkıbe, Muhyeddin İbnü’l Arabî’nin başından geçen bir öykü olmakla birlikte tarihimizle de ilişkili olup ölümünden yaklaşık üç asır sonra Yavuz Sultan Selim'le devam eder.
Muhyeddin İbnü’l Arabî (d:28/07/1165 – ö:10/11/1240) tarihleri arasında yaşamış, Endülüs (İspanya) doğumludur. Hayatı; Afrika’nın kuzeyinden Arabistan’a, Ortadoğu’dan Anadolu’ya gezmekle ve İslâm’ı anlatmakla geçmiştir. Bugünkü Suriye’nin Başkenti Şam (eski adı Dımaşk)’da bir süre yaşamıştır. Burada bulunduğu sırada farklı düşüncedeki din alimleri ile sert tartışmaları olmuş ve bazı alimler, söylemlerinden dolayı kendisini kâfir ilan edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Bir gün, yine bir tartışma sırasında büyük bir taşın üzerine çıkarak orada bulunanlara; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” diye hitap eder. Bu sözlerdeki manayı anlayamayan zamanın uleması, Muhyeddin İbnü’l Arabî’yi “Allah benim ayağımın altındadır, diyerek kendisini Allah’ın yerine koyduğu, şirk koştuğu, küfre girdiği” şeklinde aleyhinde konuşarak onun kâfir olduğunu yaymaya ve yöneticilere baskı uygulamaya başlarlar. Sonunda idamına hükmedilir. İdam edilip edilmediği konusunda kaynaklarda net bir bilgi olmamakla birlikte ölürken “Sin Şın’dan öcümü alsın” dediği rivayet edilir.
TDV.İslâm Ansiklopedisi (c.20, s.493-522)’nde; “10 Kasım 1240 tarihinde Dımaşk’da Beni Zekî’lerin mâlikânesinde vefat eden İbnü’l-Arabî, Kasiyûn dağı eteğindeki Sâlihiye semtinde bulunan Kadı Muhyiddin İbnü’z-Zeki ailesinin kabristanına defnedildi. Daha sonra iki oğlunun da gömüldüğü bu yer sonraki devirlerde Şam bölgesinde yaygınlık kazanmaya başlayan tasavvuf karşıtı akımların oluşturduğu aleyhte propagandalar neticesinde bakımsız kalarak unutulmaya yüz tuttu…
Zâhir uleması onu daha çok Fuṣûṣü’l-ḥikem’deki görüşlerinden dolayı tenkit etmiştir. Bu tenkitlerin dili gayet serttir, bazılarında hakarete varan ifadelere rastlanır. Hepsinde de neticede İbnü’l-Arabî’nin kâfir olduğuna hükmedilir. Takıyyüddin İbn Teymiyye, İbnü’l-Ehdel, Bikāî, Ali el-Kārî, İbrâhim b.Muhammed el-Halebî onun küfrüne hükmeden âlimler arasında zikredilebilir… Her ne kadar bazı zâhir uleması, ‘nehre atılmalı ve atılırken de suyun üzerine sıçramamasına dikkat etmeli’ fetvasını verdiyse de…”
Hadisenin tarihimizle bağlantısı maddenin devamında; “Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde uğradığı Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tesbit ettirerek üzerine bir türbe, yanına da bir cami ve bir tekke yaptırmıştır… Abdülvehhâb b.Ahmed eş-Şa‘rânî’nin naklettiği meşhur bir rivayete göre İbnü’l-Arabî, kabrinin harap olacağını ve Yavuz Sultan Selim tarafından ihya edileceğini, ‘Sîn (Selim) Şîn (Şam)’e girince Mim (Muhyiddin)’in kabri ortaya çıkar’ şeklindeki rumuzlu ifadesiyle önceden bildirmiştir.” şeklinde açıklanmaktadır.
Yavuz Sultan Selim; harabe olan kabrinin üzerine güzel bir türbe ve yanına cami, imaret yaptırarak ziyarete açmıştır (5 Şubat 1518).
Ayrıca, Muhyeddin İbnü’l Arabî’nin “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” dediği taşın yeri tespit edilerek kazılır ve altından bir küp altın çıkar. Dolayısıyla daha önce söylediği o sözle; “Siz, Allah’a değil paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşılır.
Bu hikâyenin devamını da dinlemiştim ama doğru olup olmadığını bilemiyorum; kayıtlarda da bulamadım.
Devamı şöyle anlatılmıştı: Bir küp altının bulunması üzerine durumu kavrayan Yavuz Sultan Selim; Şam’da Cuma namazı öncesinde caminin (muhtemelen Emevi Camisi) etrafına askerlerini yerleştirir ve emir verir: “Hoca, Allah-ü Ekber deyip namaza başlayınca görevlendirilen asker caminin içine doğru ‘Ey cemaat dışarıda altın dağıtılıyor’ diye bağırsın; namazı bozup çıkanların kellesi vurulsun.” Ve plan aynen uygulanır. Camiden çıkanların başı vurulur. Böylece Muhyeddin İbnü’l Arabî’nin öcü alınmış olur!..
Bence, hadisenin doğru olup olmadığından daha çok, çıkaracağımız ders önemlidir.
Ülkemizdeki durum
Ben, inancımı bilinçli yaşamaya çalışıyorum. Ayrıca, bir Türk Milliyetçisi olarak kendimi merkezde tanımlarım; sağ-muhafazakâr kesim içinde saymam, saymadım. Hatta son senelerde bu kesimi haddinden fazla eleştiriyorum. 1950’den beri (arada birkaç koalisyonu saymazsak) ülkeyi sağ iktidarlar yönetmiştir. İnkâr etmem: ülkeye bazı eserler katmışlardır ama yeri geldikçe dini de kullanmışlardır.
Ülkemin bugünkü durumunu bu hikâye çerçevesinden değerlendirirsem; İslâm’ı referans göstererek başa gelen ve 21 yıldır ülkeyi yöneten böyle bir iktidar döneminde; hırsızlık, yolsuzluk, kapkaç, uyuşturucu, karapara, rant ve benzeri olayların yaşanması mı yaşanmaması mı gerekirdi? Tabii ki yaşanmaması… Ama fazlasıyla yaşanıyor.
Ya din hizmeti verdiklerini iddia eden cemaatler, tarikatlar, benzeri sivil toplum kuruluşları… Hepsi para, mal, rant derdine düşmüşler. Gerekçeleri de hazır: Çünkü, onlara göre “Bu ülke dar-ül harb”, yani savaşılması gereken bir ülke!.. Demek ki yürüttükleri, iç ettikleri, çöktükleri mallar da ganimet oluyor!.. Belki saf Müslümanları kandırabilirsiniz ama ne bizleri ne de Allah’ı kandıramazsınız!..
Ülkede büyük bir ahlâkî çöküntü yaşanıyor. “Dindarların yolsuzluk yapmayacağı inancı yıkıldı” şeklindeki sözü paylaşmıştım. Şimdi de Hz. Ömer’in şu sözünü paylaşacağım: “Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda yalan söylüyor mu, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete riayet ediyor mu, dünya ile meşgul olurken helal haram hassasiyeti gözetiyor mu, işte bunlara bakınız.”
Ramazan ayı dolayısıyla televizyonlarda, Peygamberimizin yaşantısından örnekler aktarılıyor. O’nun “bir hurma ile gün geçirdiğinden” bahsediliyor. Acaba kendileri böyle mi yaşıyorlar; yoksa şatafata ve israfa batmış vaziyette mi?..
Geçen hafta yazdığım, Kur’an-ı Kerim’in Fecr Suresi 19.ayetinin devamı 20.ayette de Allah şöyle diyor: “Malı aşırı derecede seviyorsunuz.”
Bu ayetin muhatabı kim acaba?..