Bir parti niçin iktidara gelmek ister? Kısaca; ülke meselelerini çözmek, ülkeyi kalkındırmak, vatandaşın refah seviyesini yükseltmek, iç ve dış güvenliği sağlamak, dış işlerinde ülke menfaatlerini savunmak gibi amaçlarla değil mi? Peki, yöneticilerimiz bu görevlerini ve sorumluluklarını yerine getiriyorlar mı? Meseleleri çözüyorlar mı? Çözüyorlarsa nasıl çözüyorlar? Bunun gibi benzer bir çok sorunun cevabını araştırır; okuduklarımı, gördüklerimi, yaşadıklarımı, duyduklarımı sorgular, sonuçlar çıkarmaya çalışırım. Ülkemiz ve vatandaşlarımız lehinde veya aleyhinde oluşuna göre karar veririm.
Genel Değerlendirme
İktidara geldiklerinde, bu grupla ilgili öngörülerimiz olsa da başta fazla dillendirmedik. Halkın oyuyla iktidara gelmişlerdi ve zaman tanımak gerekiyordu. Az-çok geçmişlerini bildiğimiz için ülkeyi yönetemeyeceklerini kendi aramızda konuşurduk. Çünkü tartışmalı bir devlet anlayışları vardı. Ayrıca devleti yönetebilecek kadroları da bilgi ve tecrübeleri de yoktu.
Diğer yandan; yıllardır toplantılarında “devlet, cumhuriyet, Türk ve Atatürk düşmanlığı”nı işlediler. İşlerine geldiği gibi fetvalar verdiler. Devletimizi “kâfir devlet”, ülkemizi “dar-ül harp” ve devlet malını da ganimet gördüler.
Şu anda hangi devlet kurumunda itibar kaldı? Esasen kurumları suçlayamayız; çünkü kurumları temsil eden başındaki yöneticilerdir. Kurumların itibarı, yöneticilerin itibarıyla doğru orantılıdır. Makamlar insanlara bir şey katmaz, insanlar makamlara bir şeyler katarlar. Bu da ehliyetli, liyakatli, bilgili, tecrübeli ve iş bilen yöneticilerle mümkündür.
Ülkemizde bir güven ve güvenlik sorunu oluştu: Hem yöneticilere hem birbirimize kuşku ile bakıyoruz. Çünkü yöneticilerimiz ne ifadelerine ne de konuşmalarındaki üsluba dikkat etmiyorlar; bocalamalar, gaf yapmalar, çelişkili sözler bir tarafa sokak ya da kabadayı ağzıyla konuşuyorlar.
“Ben ekonomistim” demekle ekonomist olunmuyor, “ben tarihçiyim” demekle de tarihçi olunmuyor. Önemli olan bilen insanlarla çalışmaktır. Yöneticilerimiz, kadim Türk Tarihi’ni çok iyi bilmek; bilmiyorlarsa bilenlere danışmak zorundadır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde görülen ve yıkılmasında en büyük etken olan “kaht-ı rical”, yani devlet adamı kıtlığı, maalesef bugün de yaşanmaktadır. Devlet (ülke) ahkâm keserek yönetilmez; akılla, mantıkla, bilgiyle, tecrübeyle ve birikimle yönetilir.
Yaptıkları işler
İktidar hangi konularda başarılı oldu? Ne diyorlardı: “yollar, köprüler, tüneller, hava limanları, evler yaptık”, “sağlık sistemimizi iyileştirdik”, “ülkeyi uçurduk” falan filan… Yolların, köprülerin, tünellerin, hava limanlarının, şehir hastanelerinin nasıl yapıldığını ve bütçeye nasıl yük getirdiğini, halk daha yeni yeni anlamaya başladı.
Bir kaç müteahhidi zengin etmek için tarım alanlarını, dağları, taşları, dereleri delik - deşik ettirdiler. Dış borçla devleti, banka kredileri ile vatandaşı borç altına soktular. Öncelikler tespit edilmediği ve her şeye popülist yaklaşıldığı için ülke ithal cennetine döndü.
Bu yazıda; eğitim, adalet, ekonomi (ihracat-ithalat, enflasyon, faiz, işsizlik, özelleştirme), Suriyeliler vs. konularına hiç girmiyorum.
Keşke iktidar üretime yönelseydi; fabrikalar, sanayi tesisleri kurarak iş alanları açsaydı, işsizliği önleseydi.
Algı görüntüleri
Her seçim öncesi ülkelerle kavgalara girişiyoruz, ağız dalaşı yapıyoruz. 2017’de Bakanımızı göz altına aldıkları, çirkin tavırlar sergiledikleri için Hollanda ile neredeyse savaşa girecektik! Türkiye’de, taraftarlar portakalları bıçakladılar!..
Gündemi değiştirmek ve iç kamuoyunu etkilemek için bazı ülkelere ve liderlerine bağırdık-çağırdık, hamasi nutuklar attık, işi şahsi mesele haline getirdik: Biraz oy getirmesi dışında ne faydası oldu. İşin ilginç yanı, seçim bitince yaşananlar da unutuldu. İster istemez “kayıkçı kavgası” veya “danışıklı döğüş” görüntüsü ortaya çıktı. Yöneticiler çok konuşmaz, gereğini yaparlar.
Yine, her seçim öncesi ya güneydoğuda petrol bulunur ya da Trakya da doğalgaz… Veya yerli ve milli uçağımız gökte uçar ya da araba üretimine başlarız. Ama hâlâ gökte uçan bir uçağımız, yollarda gezen bir aracımız yok. Seçim biter, bunlar da unutulur.
Değerli yalnızlık
Bir süredir “değerli yalnızlık” diye bir laftır gidiyor; yalnızlığın neresi değerliyse!.. Aslında farkında olmadan dünyada yapayalnız kaldığımızı itiraf ediyorlar.
“Komşularla sıfır sorun” diye başlamışlardı: Öyle bir politika uyguladılar ki tüm komşularla kavga ettiler, karşımıza geçmelerini sağladılar; selam verecek komşumuz kalmadı. İçinde bulunduğumuz uluslararası kuruluşlarda bile yalnız kaldık.
Biz, Libya’yla uğraşırken Mısır’la kavga ederken “müttefikimiz!” ABD ve “dostumuz!” Rusya, Suriye’de ve Irak’ta ayrı ayrı bölücü örgütle iş birliği yaptılar; onlara devlet kurduruyorlar. Arap ülkeleri ile İsrail’i anlaştırıyorlar.
Demek ki, devletler arasında dostluk diye bir şey yokmuş; çıkar ilişkileri varmış. Bu duruma “dostum Trump”, “dostum Putin” vs. diye diye geldik; “Arap Baharı”, “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi” diye diye geldik. Her olaydan “dış güçleri” sorumlu tutup sıyrılmaya çalıştık. Ama sözlerimiz hep lafta kalıyor ve kaybeden Türkiye oluyor.
Geçen hafta, KKTC ve Annan Planı dahil bazı konulardan bahsetmiştim. Ege’de statüsü belirsiz veya bize ait adalar ve kayalıklar, “Yunanlılar tarafından işgal ediliyor” denildiğinde yıllardır susanlar, geç de olsa uyanmaya başladılar.
İnşallah! Karadeniz doğalgazını çıkarırız da bir nebze olsun dışa bağımlılıktan kurtuluruz.
Akdeniz’deki haklarımıza sahip çıkmak zorundayız. Ancak, yapılan açıklamalar kafa karıştırmaktadır. Oruç Reis adlı araştırma gemimiz denize açılıyor; Alman Merkel arıyor, geri dönüyor. Gemimiz tekrar denize açılıyor; Nato genel sekreteri arıyor, geri dönüyor. Geri çekmeler ve açıklanan navteksler tartışma konusu oluyor. Ama bağırmalara - çağırmalara, medyaya bakarsanız, savaş çıkmak üzereydi!..
İktidarda kimin olduğu önemli değil; devletimizin haklarını ve çıkarlarını kim savunursa Türk milliyetçileri olarak yanlarında oluruz, bundan kimsenin şüphesi olmasın. Yeter ki konuşmalarımızda samimi ve dürüst, duruşumuzda kararlı ve inandırıcı olalım.
Birlik ve bütünlük
15 Temmuz 2016 kalkışmasından ders çıkarılması ve benzer durumlarla bir daha karşılaşılmaması için tedbir alınması gerekirken; bu olayı kişisel ya da parti çıkarına kullanmaya çalışmak ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür.
Havuz medyası sayesinde propaganda ve algı operasyonu yapmak, oy için iç kamuoyuna dönük mesaj vermek, muhalif parti başkanlarına hakaret etmek, saldırmak fayda getirmez; sadece cepheleşiriz. Dışarıya karşı hoş bir görüntü olmaz. Onun için partiler arası ilişkilerde seviyeye ve nezakete dikkat edilmelidir.
Madem düşmanlar üzerimize geliyor; bu zor günlerde hiç değilse iç cepheyi güçlü tutmak zorundayız. Burada en büyük görev iktidara ve cumhurbaşkanına düşmektedir. En azından millî meselelerimizde bir olalım, iri olalım, diri olalım.
Yazdığım tüm bu şartlar altında iktidara bir başarı hikayesi yazabilir miyiz? Bence hayır!.. Sonuç olarak, ülkemin iyi yönetilmediği kanaatindeyim.