Yeniçeriler ile ilgili Dr.Erdal Küçükyalçın’ın “Turna’nın Kalbi (Yeniçeri Yoldaşlığı ve Bektaşilik)” adlı kitabından yararlanarak, 20 Ağustos 2016 tarihinden itibaren birer hafta ara ile “Turnalar, Yeniçeri Ocağının Kuruluşu 1-2, Yeniçeriler ve Bektaşilik 1-2, Vaka-i Hayriyye” başlıklı altı yazıyı, sizlerin bilgisine sunmuştum.
Şimdi ise 1974 yılında aldığım ve ancak bugünlerde okuyabildiğim, Fransız yazar Lamartine’in “Türkiye Tarihi” adlı kitabında (Aşiretten Devlete, 1.cilt, Tercüman 1001 Temel Eser); Yeniçeri Ocağı’nın Kuruluşu’nu anlatan (sayfa 74-84) bir alıntı yapacağım.
“…Orhan Beğ, kardeşine imparatorluğu paylaşmayı teklif etti; fakat Alâeddin Beğ, hem Orhan’ın yaşça büyüklüğünü, hem de baba arzusunu ileri sürerek kesinlikle otoritenin paylaşılmasına karşı çıktı; böylece kudretin paylaşılması neticesinde, imparatorluğun parçalanmasına sebep olunabileceğini Osmanlılara göstermiş oldu. Orhan Beğ, “…o halde, gel benim milletimin çobanı ol! Vezirim ol!” dedi.
Vezir kelimesi Türkçe’de, yük taşıyan veya daha doğrusu “imparatorluğu taşıyan” anlamına gelir. Alâeddin, bunca iltifat altında nihayet eğilmek zorunda kaldı ve kardeşinin devlet işlerini teşkilatlandırmasında ve yönetmesinde ona yardımcı olmak şerefine erişti.
Ağabeyi yeni ülkeler fethederken, mütevazi Alâeddin Batı Anadolu’da doğmakta olan imparatorluğu teşkilatlandırıyordu. Önce hükümdar ile ilgili kanunlar çıkaran Alâeddin; orduyu, parayı, hükümdarın elbisesini düzene koyuyordu. Hükümdar, Arapça unvan olan Emir’i almıştı. O devirlerde Türkler kırmızı keçeden bir külah giyiyorlardı.
O zamanlar her Osmanlı savaşçıydı. Ordu sefer halindeki aşiretten başka bir şey değildi. Atlı askerler, daima silah ve at bakımından zengin Türklerden; piyade ise yine varlıklılardan teşkil ediliyordu. Her piyadeye, günde çeyrek dirhem para veriliyordu. Başlarında, idare ettikleri asker sayısı ile anılan, savaş görmüş kumandanların emrinde onar, yüzer, biner kişilik birlikler meydana getiriliyordu. Ancak bu yeni birlikler, bağımsız hareket etmeye alışmış olan askerlerin eski ferdi cesaretini zayıflatıyor ve emirden ziyade heyecana bağlı olan kahramanlıkları azaltıyordu.
Alâeddin ile Orhan Beğ’ler önceleri, düzene sokmak istedikleri ordularının, askeri zihniyetini kaybedeceğinden endişe ettiler. Âlim Edebalı’nın kayınbiraderlerinden olan Çandarlı toplanan divana çağrıldı. Osmanlıların eski kahramanlığını canlandırmak ve devam ettirmek hususundaki fikirleri sorulduğunda; eski Mısır ve İran’da tatbik edilen usulü anlattı. Oralarda, sadece yabancılardan meydana gelen bir askeri sınıf yaratılıyor; bunlar hem düşmana hem de ülke içindeki ayaklanmalara karşı kullanılıyordu. Osmanlıların böyle bir sınıf yaratmalarını ileri sürdü. Yeni teşkilatın elemanları eski cesur savaşçıların kumandasında olacaklardı.
Avrupa yakasına ve adalara yapılan sürekli baskınlarda, yüzlerce çocuk ve genç, Rum ailelerinden koparılıyor ve harp ganimeti olarak Türk kamplarına sevk ediliyordu. Kızlar ya esir olarak satılıyor ya da zevce oluyordu; erkek çocuklar ise galiplerinin yanında çoban veya hizmetkâr olarak kalıyorlardı. Eğitimin tesiri, hayranlık veya mecburiyet ile körpe yaşlarında, kısa zaman sonra Hıristiyanlığı terk ederek İslâm dinine geçiyorlardı. Bir defa İslâmiyet’e geçenler, Hıristiyanların nefretini kazanınca, aşırı bir taassup ile yeni efendilerinin Tanrı’sına bağlanıyorlardı. İsa’nın hayranları bu kadar kindar bir düşman görmemişlerdi. Çekilip alındıkları şehirlerde; ailesiz, vatan, aile ve din tanımıyorlardı. Böylece, bunlar askeri hizmet karşılığında hürriyetlerinin iade edilmesiyle, Bey’e bağlı yeni Osmanlılardan kurulu bir ordu meydana gelecekti. Artık aile ve bağımsızlık düşüncesi olmadan, sadece hükümdara sonsuz bir itaat taşıyan askerler, onun için ölmeye hazır olacaklardı.
Bağdat halifesinin bir zamanlar İslâmiyet’i seçmiş Türklerden ordu kurması gibi, Çandarlı tarafından öne sürülen tasarı, Alâeddin ve Orhan Beğlere cazip geldi: “Kur’an bile böyle der; her doğan çocuk, doğuştan İslâm inancına meyleden esrarlı bir özellik taşır. Bu yabancılar, millet tarafından kendilerinin savunmasında kullanılmakla, kanlarını hürriyetleri uğrunda dökmekle kalmayacaklar; hükümdar tarafından kendilerine bağışlanan hürriyetin, silahların, rütbelerin, şereflerin hakkını ödeyerek, binlerce Hıristiyan çocuğa, artık kendilerini koruyamayan bir dinden çıkmalarını ve onları yüceltecek, mükâfatlandıracak ve esirgeyecek olan yeni imanı seçmeleri bakımından misal olacaklardır.” diye fikir yürüttüler.
Hemen Yeniçeri adı altında, bu yeni teşkilat kuruldu. Orhan Beğ’in etrafında derhal İslâmiyet’e yeni geçmiş gençlerden bir avuç asker toplandı. Orhan Beğ bunları, Osmanlıların savaş ruhu olan dine adamak istiyordu. Ulu dervişlerden Hacı Bektaş adlı birisi, Amasya’dan pek uzakta olmayan Sulca kasabasında yaşıyordu. Orhan Beğ, yeni askerlerini dervişin yanına götürdü ve ondan dinin bu yeni çocuklarına sancak, ad ve hayır vermesini rica etti.
Kurulan yeni teşkilatın, imansızları hatalarından koparacağını ve Muhammed’in Tanrı’sına bir milyon yeni mümin kazandıracağını anlayınca; yerinden doğruldu, yeni milisin genç askerlerinden birine yaklaşarak, onun şahsında bütün birliği takdis etmek üzere elini genç askerin başına koydu. Bu sırada, dervişin kaftanının yeni, omzunun üzerinden kayarak askerin ensesi üzerine düştü.
Derviş Orhan Beğ’e dönerek, “Bugün kurulan bu milisin yüzü gün gibi ak ve aydınlık, kolu ağır, kılıcı keskin, oku delice olacaktır. Haydi, yolunuz açık olsun.” dedi.
Yeniçeriler, dervişin boş yeninin garip duruşunu, omuzdan aşağı uzamasını, savaş başlıklarının yeni şeklini işaret eden tabiatüstü bir tesadüf saydılar. Bundan böyle, beyaz keçe külahlarının üzerine başlarının arkasından sarkan bir kumaş parçası ilave ettiler. Sorguç takılacak yere, diğer gönüllü ve maaşsız birliklerden ayrılmak maksadıyla, yani “emir” tarafından maaş aldıklarını ve beslendiklerini göstermek için tahta bir kaşık oturttular. Özel birliklerin bütün rütbelerinin isimleri, nafakalı asker olduklarını belirtecek şekilde veriliyordu.
Albaylar Büyük Çorbacı; üst ve alt subaylar, biri Mutfakçıbaşı, diğeri Subaşı olarak niteleniyordu. Yün üzerine hilâl ve iki uçlu kılıç işlenmiş olan Yeniçeri sancağından sonra en önemli semboller; Kazan, aynı zamanda toplanma ve daha sonraları isyan anlamını taşıyordu. Osmanlı milleti beş asır sonra, bu çobanların göç etmesinde büyük rolü olan çadır eşyalarına kavuşuyordu. Yeniçeriler, Orhan Beğ’in emrinde ancak bin kişi kadardılar. Daha sonraları hem sayıca, hem kahramanlıkça diğer padişahların emri altında gelişeceklerini göreceğiz.
Böylece, küçük bir aşiretin başkanı Orhan, …beşyüz bin kişilik Latin haçlılarının yedi ay muhasara sonunda bile ele geçiremedikleri İznik’i fethetmiş oluyordu. Bunun sebebi ise, o zamanlar İznik’in Rumlar tarafından değil, fakat paralı Türk askerleri tarafından savunulmasıdır.”
Benzer yazılarımıza devam edeceğiz.