Son günlerde, Suriyeliler konusu tartışılırken “bir ırkçılık lafıdır” aldı başını gidiyor. Her konuşan; “ben ırkçı değilim ama Suriyeliler ülkelerine dönmelidir” diyor. “Ben ırkçı değilim” diye söze başlayanlara sinir/ gıcık oluyorum!..
Türkler; tarihleri boyunca -ne İslâmiyet öncesi ne de İslâmiyet sonrası- hiçbir zaman ırkçılık yapmamışlardır. Eğer ırkçı olsalardı, bugün dünyada var olan birçok milletin adı-sanı olmazdı/ kalmazdı.
“Suriyeliler ülkelerine dönsün” demek için cümlenin başına bunu eklemek niye? O zaman -farkında olmadan, sanki suçlu gibi- psikolojik olarak savunmaya geçmiş oluyorsun!.. Lafta, ırkçılığa herkes karşı; ırkçılık yapanlar bile “ırkçılığa karşıyım” diyebiliyor!.. Bizim, böyle bir derdimiz yok ki suçlanalım; bırakın ırkçılar düşünsün!..
“Ben ırkçı değilim” diye söze başlayanlar, öncelikle “kendilerini hangi milletten gördüklerini” sorgulamalılar. Eğer “Türk” hissediyorlarsa, zaten “bir mesele yok” demektir. İnsanın ülkesini sevmesi, gelişmesi ve kalkınması için çalışıp çabalaması; milletinin birliğini, bütünlüğünü istemesi ve nüfus yapısının bozulmasına karşı çıkması güzel bir şey. Demek ki, samimi olarak Türk Milleti’ne mensubiyet ve aidiyet duyuyorsun. Dolayısıyla “Suriyeliler kalsın” diyenler kadar -hatta daha fazla- “Kontrolsüz göçle gelen tüm sığınmacılar ülkelerine dönsün” demeye hakkın vardır.
Irkçılıkla suçlayanlar
“Irkçılık” suçlamasını; eskiden beri “Türk Milliyetçilerine, Türkçülere, Turancılara, ülkücülere” karşı sağ ve sol kesimler kullanırlardı. Geçmişte bu suçlamayla çok muhatap olduk. Bizler, “Türklüğe ve Türk Birliği”ne inanan, samimice ve dürüstçe savunan insanlarız; bu iftiralardan gocunmayız ve suçlanmayız. Dün olduğu gibi sözlerine aldırış etmeden, atalarımızın kadim davaları yolunda inançla ve aynen devam edeceğiz.
Bu suçlamayı yapanların kimlere hizmet ettikleri çok aşikâr. Ayrıca bunların birçoğu -farkında veya değil- kimliğini açıklayarak asıl kendileri ırkçılık yapmaktadırlar!..
Radikal/fanatik sol (komünistler ve bölücüler) için söylenecek söz çok basittir: İdeolojilerinin ana kaynağı Rusya ve Çin’dir. Yeni Türk devletleri ile özerk Türk cumhuriyetleri ve hâlâ esaret altında yaşayan Türklerin büyük çoğunluğu, bu devletlerin hakimiyetindeki coğrafyadadırlar. Dolayısıyla bu ideolojideki kişi/gruplar, buralardan beslendiklerinden onlara hizmet ediyorlar.
Radikal sağ (Siyasal İslâmcılar) ise “ırkçılık” suçlamasını, güya İslâm’a dayandırıyorlar!.. Bunların kökleri de dışarıdadır. Geçmişte ve bugün İslâm adına yola çıktığını söyleyen birçok örgütü kimlerin kurduğu/ kurdurduğu ve kullandığı hepimizce malûmdur.
Yine de “ırkçılık” konusunu İslâm ve Kur’an açısından değerlendirmek istiyorum: 1980 öncesi ülkücülerine, okunması tavsiye edilen kitaplardan biri de 12/04/2022 tarihinde kaybettiğimiz Prof.Dr. Zekeriya Beyaz’a ait “İslâm’a Göre Milliyetçilik” adlı kitaptır. 1974 yılında aldığım bu kitaptan yararlanarak birkaç yazımı bu konuya ayıracağım.
Irkçılık nedir?
Kur'an'da (Hucurat,49/13): “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” Bu ayetten, insanları kavim ve kabilelere ayıranın, Allah olduğunu anlıyoruz.
Arapça bir kelime olan “ırk”, kök ve damar manasındadır. Türkçedeki karşılığı “soy” olup Türk Dil Kurumu; “Kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyoloji özelliklere sahip insanlar topluluğu” şeklinde tarif etmektedir. Yani ırk; aynı soydan, aynı kökten gelen insanlar topluluğudur. Arapça kavim, millet, sülale, zürriyet, hısım-akraba, neseb, nesil gibi, Türkçe budun, ulus gibi kan bağıyla ve/veya hukuki anlamda sıhri (evlilik) bağla oluşan mensubiyeti ifade etmektedir. Kabile, şa’b, şuub gibi kelimeler ise Türkçedeki boy, oymak karşılığı sayabiliriz.
İslâm’dan önce Araplar, ırklarına fazlasıyla düşkündüler; kavimleri ve kabileleri ile övünme, kendilerini başkalarından üstün görme adeti (kültürü) çok güçlüydü. İslâm insanların eşitliği gerçeğini ilan edince bunu sindirmekte zorlandılar. Bazı asil aileler ve kabileler kızlarını diğerlerine veya azatlı (eski) kölelere vermek istemiyorlardı. Peygamberimiz bu hususta çok mücadele etti...
Cahiliye dönemiyle bağlantılı bu duruma “Asabiyet” deniyordu. Baba tarafından kan bağı olan akrabaların oluşturduğu topluluk (asabe) fertlerinin, herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak durumunda, birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma ruhuydu. İşte Arapça’da sinir ve damar anlamındaki bu “asabiyet” sözcüğü, İslâm’da yasaklanan ırkçılığın karşılığıdır.
Irkçılık; “gayrimeşru olarak, haksız yere, başkalarının haklarını çiğneyerek kendi soydaşına yardım etmek, onu korumak”tır. Yoksa, bir Müslümanın meşru şartlarda, kimseye haksızlık yapmadan, kendi soydaşını sevmesi, yardımcı olması, koruması yasak değildir.
(Buhari’den) Hz.Peygamber: “Kardeşin (soydaşın) zalim de olsa yardım et (müdafaa et); zulme uğrasa da” buyurdu. Ashaptan bir zat hemen: “Ey Allah’ın Resulü, zulme uğrayınca ona yardım edeyim ama kendisi başkasına zulüm yaparken nasıl yardım edeyim?” diye sordu. Bunun üzerine Hz.Peygamber: “Onu (kardeşini, soydaşını) zulüm etmekten alıkoyacaksın ki, işte ona yardımın budur” buyurdular.
(Ebu Davut’tan) Peygamberimiz Hz.Muhammed şöyle buyurmaktadır: “Asabiyete - ırkçılığa- çağıran bizden değildir. Asabiyet üzerine vuruşan, savaşan bizden değildir. Asabiyet üzerinde ölen bizden değildir.” Bir soru üzerine Peygamberimiz: “Asabiyet (ırkçılık), zulüm üzerine kavmine yardım etmendir.” demiştir.
Peygamberimiz; “asabiyete (ırkçılığa) çağıran bizden değildir” derken, “Soydaşını, zulmüne yardıma çağıran, zalim ve haksız olan soydaşına yardım edip zulmüne ortak olan ve bu türlü zulüm ve haksızlık yolunda ölen, başkalarının hayat ve haklarını çiğneyen bizden değildir” demek istemektedir.
İslâm’ın yasakladığı ve ret ettiği ırkçılığı/ asabiyeti, Peygamberimiz böyle tarif etmiştir.
(Rum,30/22): “O’nun kanıtlarından biri de gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır.”
Allah’ın gökleri ve yeri yaratması da insanların dillerinin ve renklerinin farklı olması da, daha açık bir ifade ile insanları, çeşitli ırklara/ soylara ve milletlere ayırması da Allah’ın (varlığının ve birliğinin) delillerindendir.
(Furkan,25/54): “İnsan türünü sudan yaratıp onların arasında soy ve sıhriyet bağı kuran da O’dur. Rabbin üstün kudret sahibidir.”
(Müminun,23/101): “Sûra üflendiğinde artık ne aralarında akrabalık bağları kalacak ne de birbirlerine soru sorabilecekler!”
Soy ve soya dayalı birçok hükme baktığımızda; soydaşların birbirine yardımları, koruma ve kollamaları hep dünya ile ilgilidir. Ahirette bir “soy” kavramının bulunmayacağı beyan buyrulmaktadır.
Burada parantez açarak şunu belirtmek isterim ki: Kur’an-ı Kerim diriler, yani dünyada yaşayan insanlar içindir; ölüler için değildir. Ama dünyada yaptıklarımızdan ve yaşadıklarımızdan öbür dünyada (ahirette) hesaba çekileceğiz…
Haftaya devam…