Dr. Erdal Küçükyalçın’ın “Turna’nın Kalbi (Yeniçeri Yoldaşlığı ve Bektaşilik)” adlı kitabından alıntılar yaparak “yeniçeriler” konusuna devam edelim.
“Atlı ve hareketli olan akıncılardan farklı olarak kuşatma savaşlarında kullanılmak üzere bir piyade birliğine olan ihtiyacın ilk işaretleri Orhan Bey (1326-1359) zamanında belirmişti. 1362 yılı civarında I. Murad, Pençik Kanunu’nu, yani Beşte Bir Kanunu’nu yürürlüğe koyarak, seferlerden getirilen beş esirden birinin devlet adına toplanması esasına dayalı aynî bir vergi ihdas etmiştir. Devşirme sistemi pençikindirek takipçisidir.
Bir Türkleştirme sürecine ihtiyaç duyuyorlardı. Sorunu, toplanan çocukları Türkçeyi, Türk adetlerini öğrenmeleri ve “belaya mutad” olmaları, yani zorluklara göğüs germe kapasitelerini artırarak güçlenmeleri için “Türk’e vermek” yoluyla çözmüşlerdir. Kavanin-i Yeniçeriyan “belaya mutadolmak” terimini en büyük “bela” sayılabilecek savaşın zorluklarına sızlanmadan dayanabilmek anlamında kullanır.
Kavanin-i Yeniçeriyan aynı zamanda bu çocukların verileceği Türk’ün bir tanımını da yapmaktadır. “Türk’ün, Türkçe konuşan köylüler olduğu sonucuna ulaşıyoruz.Unutmamak gerekir ki devşirme çocukları Türk’e vermekteki amaç, onları Türkleştirmekti. Bir “Türkleştirme süreci” olarak devşirme, sultanlığın gayrimüslim tebaasına uygulanmak üzere planlanmamıştı. Bu da bize Osmanlılar açısından Türk kimliğinin yalnızca kanbağından geçen etnik bir kimlik olmayıp Türk doğmadan da Türk olunabildiğini düşündüklerini gösteriyor.
Oğlanlar şahadet parmaklarını kaldırarak kelime-i şehadet getirir Müslüman olurlar sonra da sünnet edilirlerdi.
İlm-i kıyafede (Fiziksel görünüşten karakter tahlili yapma bilimi) uzmanlaşmış görevliler tarafından bazıları seçilerek sultanın şahsi hizmeti için ayrılır, saraydaki Enderun okuluna alınırlar; başka bazıları padişaha ait bahçe ve bostanlarda çalışmak üzere Bostancı Ocağı’na verilirler ve nihayet geriye kalanları yedi-sekiz yıl sonra çağırılmak üzere Türk’e verilirlerdi.
Her halükârda oğlanlar günün birinde başkentten “torba”ya girdikleri anlamına gelen bir çağrı alırlardı. Torbaya girmeleri Acemi Ocağı’na kabul edildikleri ve yeniçeri yazılmak için İstanbul’a götürülecekleri anlamına geliyordu.Acemiler gerçek bir yeniçeri olabilmek için sabırla sıralarını beklemek zorundaydılar; çünkü bu ancak bir yeniçerinin ölmesi ya da yaralanma veya yaşlılık nedeniyle emekli olmasıyla mümkündü.
Hıristiyan doğmuş çocuklar sonunda İslâm’ı korumaya ve Osmanlı ordusunun “kalb”ini oluşturmaya hazırdırlar. (“Kalb” terimi Osmanlı ordusunun merkezini teşkil eden ve padişahı savaş alanında çevreleyen yeniçeriler için kullanılan askeri bir terimdi.)
Kapıya çıkmak; bedergâh olmak (dergâha girmek) yani yeniçeri olmak, yeniçeri karargâhına kabul edilmek demekti.Karargâha katılmak üzere çağrıldıklarında acemi oğlanlar görevlendirildikleri ortanın odasının bulunduğu yere bağlı olarak Eski veya Yeni Odalara bu kapılardan birinden girerlerdi. (Başçavuşun enselerine bir tokat vurması, odalarına kadar koşturmak, önce varanın kıdemli “eski” sayılması gibi bazı gelenekler uygulanırdı.) Bu, acemilerin Ocak rütbe ve terfi sistemine attıkları ilk adımdı. Artık acemi oğlanı değil kara kollukçu namıyla yeniçeri acemisiydiler. “Yoldaş” olarak çağrılma hakkını kazanmış olurlardı.
Gerçek savaşa en yakın spor biçimi olması nedeniyle, Ocağın askeri organizasyonunun temelinde avcılık yatmaktadır. Zağarcıbaşı, seksoncubaşı, turnacıbaşı ve sekbanbaşı komutaları altında av amacıyla yetiştirilen çok sayıda ve değişik türde köpeklere sahipti.
Ocağa yeni giren acemiler her odanın aşçıbaşına teslim edilirlerdi. Yani aşçılar yalnızca yemek yapmakla uğraşan basit mutfak görevlileri değil, aynı zamanda İslâmî, Bektaşî ve ananevî ahlâkî değerlerin korunmasından sorumlu muhafızlar olarak saygın birer subaydılar.
Her sabah Yeni Odalar’daki Et Meydanı’nda çok ilginç bir etkinlik yapılmaktaydı. Olay bir ritüel ile atletik bir koşu yarışının karışımıydı. Bu etkinliğe “seğirdim” adı veriliyordu. Her orta ve bölükten bu yarış için “seğirdim aşçıları” adıyla en hızlı koşucular seçiliyordu. Ödül hedefin kendisiydi: Meydanın diğer ucunda yaklaşık 300 metrelik bir uzaklıkta tek başına duran Hıristiyan bir kasabın elinde tuttuğu bir koyun. Koyuna ilk dokunan kişi yarışı kazanmış oluyordu. Kazanan bu koyunu alarak orta veya bölüğüne dönüyor, yoldaşlarına fazladan bir şölen hediye etmiş oluyordu.
Bu törenler koşucu acemilerin yetiştirilmesini üstlenmiş bir nevi koçları olan aşçıbaşılar için de gösteriş yapma fırsatı olarak görülmüş olmalıdır. Bütün bu süreç Meydan Tekkesi’nde hizmetin aşçıların kariyerinde sahip olduğu önemi göstermektedir. Bu hizmet önemliydi, çünkü Et Meydanı Tekkesi’ne bir kez girmeyi başarabilen bir aşçı için yüksek rütbelere giden yol tamamen açılmış olurdu. Yüksek rütbeye uzanan tek kısayol kışlalarda her sabah yapılan seğirdim yarışlarında yüksek performans gösterek seğirdim aşçısı olmaktı.
Balkanlar’da Bektaşi tekkelerinin yaygınlığı sayesinde sağladıkları hareket serbestisiyle birlikte düşünüldüğünde yerel lehçeleri konuşabilme ve bir derviş gibi davranabilme yetenekleri onları gizli görevler için biçilmiş kaftan yapıyordu. Üstelik hızlı koşabilmek ve antrenmanlı olmak da bir casus için faydalı meziyetler olsa gerekti.
Et Meydanı Tekkesi mezunlarının ayrıca solak olarak padişahın yakın korumasına da verildiklerini anlıyoruz.(Solaklar; belagat yeteneğine sahip, cesur, güçlü, uzun boylu, deneyimli ve saygın yeniçeriler arasından seçilirdi.) Et Meydanı Tekkesi yeniçeri seçkinleri için bir “kurmay akademisi” ya da başka bir deyişle seğirdim aşçılarının karizmatik çavuşlara dönüştürüldüğü bir okul olarak hizmet vermekteydi.
Yeniçeri teşkilatının omurgasını çavuşlar oluştururdu. Doğrudan komutanları olan başçavuş ile birlikte Osmanlı yüksek komuta mekanizmasının gözleri, kulakları, ağzı ve kollarıydılar. Tüm yeniçeriler onlardan korkar ve saygı duyarlardı.”
Haftaya devam…