Günümüz çocuklarının oyun alanları; evler veya internet kafelerdir. Varsa yoksa bilgisayar veya akıllı telefonlar… Hayvanlarla pek temasları yok. Evcil hayvanları evlerinde, sokaklarda veya parklarda görüyorlar: Yabani (vahşi) hayvanlarıysa, gitme imkânları varsa “hayvanat bahçesi”nde veya seyrediyorlarsa belgesellerde... Küçük çocuklarsa, “oynaması için alınan” oyuncaklar yoluyla öğreniyorlar.
İmkânı olan aileler, çocukları ile birlikte “piknik” için belki doğaya çıkabiliyorlar ama, çoğu çocuk tabiattan (doğadan) uzakta yaşıyor. Canlı hayvanlar ile temasları pek yok. Doğadaki bir çok hayvanı, böceği ve bitkiyi bilmiyorlar. Hatta çok yakınımızdaki hayvanları bile tanımıyorlar. Bir gün tanıdık bir ailenin 3-4 yaşındaki kızına, tavuğu göstererek: “Bunun adı ne?” diye sordum, “sinek” deyince çok gülmüştüm.
1960’lı yıllarda, yani çocukluğumuzda, bizler; tabiatla, hayvanlarla, bitkilerle, böceklerle hep iç içeydik. Neredeyse evlerimizin içi; tavuklar, kediler, köpekler, fareler bir tarafa, türlü türlü böceklerle doluydu: Karaböcek, bit, pire, örümcek, akrep vs… Ne ararsan vardı. Evimizin avlusu genişti. Bazen 5-10 adet tavuk beslerdik. Anam, gürk olan tavuğun altına yumurtalar koyar kuluçkaya yatırırdı. Merakla bekler, her sabah gider bakardık: Çıkan civciv var mı diye…
Genelde sokakta, tarlada, bağda, bahçede idik. O kadar oyunlarımız vardı ki; saymakla bitmez. Gündüzleri daha çok çelik-çomak ve diğer oyunlarımızı oynardık. Geceleri de kalabalıksak iki gruba ayrılır, bir savaş oyunu olan “Minevara” oyununu oynardık: Ya da elektrik direğinin altında aydınlıkta “Uzun Eşek”…
Elbistan’ın her tarafından dereler akardı, sanki bir ada gibiydi. Zaten Ceyhan Nehri (Halk Cahan der) Elbistan’ın güney - doğusundan doğar ve içinden geçerdi. Ben ve kardeşim marangoz olan babamın yanında çıraklık yapardık. İşimiz olmadığı zamanlarda; ya “Cahan’a çimmeye giderdik” ya da Elbistan’ın kuzeyindeki kavak ve söğütlerle dolu “Millet Bahçesi” denilen ağaçlık alanlara… Sapanla kuş avlardık. Küçücük bir serçenin etine tamah ederdik.
Yaptığımız basit oltalarla Ceyhan’da balık avlardık: Hem de hamur, solucan gibi yem kullanmadan… O zamanlar nehirde balık doluydu. Üç iğneli oltayı suya atar, biraz bekler, sonra oltanın çubuğunu hızla çırpardık: Oltanın iğnesi muhakkak bir balığa saplanırdı ve balığı sudan çekerdik. Balıkları temizler ve orada ateş yakar, yerdik: Artanını eve götürürdük. Hatta yoğun yağışlarda Ceyhan Nehri taşıp tarlalara sel geldiğinde -bulanık suda balıkların gözleri iyi görmediği için yollarını bilemezler- otların yoğun olduğu yerlere gizlenirlerdi. Biz de dibi çıkarılmış seleyi buralara bastırarak, ayaklarımızla selenin içini yoklar, balık varsa alırdık. Eğer çok balık tutulmuşsa, akşam yemeğinde balıklı içli köfte yapılırdı. Ceyhan Nehrinin soğuk ve akıntılı yerlerinde, en değerli balık olan “kırmızı benekli alabalık”lar olurdu, oltayla yakalardık. Hamsi, istavrit büyüklüğünde balık yakalarsak, küçük anlamında “zillik”miş diye geri suya salardık.
Sık sık Karaelbistan Köyü’ne tek veya kardeşimle giderdim. Durdu dayımın (babamın dayısı) çok iyi bir hanımı vardı: (rahmetli) Mine Bacı… Bize çok iyi davranırdı. Herhalde onun için rahat gider gelirdik. Farklı yaşlarda olmakla birlikte yaşıtımız (akranımız, taydaşımız) diyebileceğim kızlı erkekli çok çocukları vardı. Bizi hiç onlardan ayırt etmezlerdi. Tek bir odada hepimiz yatardık. Biz misafir olduğumuz için (ayrıca şehirliyiz ya!) yatağımızı toprak sedirin -bizde mahat derler- üstüne, pencere önüne sererlerdi. Köylerde genelde odaların tabanları da toprak olurdu, üstüne kilim serilirdi. Kilimlerin üzerine serilen yataklarda yerde yatılırdı.
Dayımın çocukları ile birlikte hayvanları otlatmaya (yaymaya) götürürdük. Giderken eşeğe binerdik. Eşek, at gibi değildir, üstünden atar. Çok eşekten düştüm: Allah’tan bir sakatlanmam olmadı. (Bilirsiniz “Eşekten düşmüşe dönmüş” diye bir atasözümüz var.) Harman zamanı dövene binerdik, döven (düven) sürerdik. Gece harman beklerdik. Dövülen harmanı karıştırırdık, harmanı savururduk. Kağnıya binerdik, kullanırdık. Kağnıyı yüklerdik. Koşulu hayvanlar takip etsin diye kağnının önünde yürürdük.
O zamanlar camızlar (yörelere göre camuz, camuş, manda, kömüş vb. adlar alır) çoktu. Sütü ve yoğurdu çok hoş olurdu. Öküzler de olmasına rağmen camızlar daha güçlü olduklarından, erkeklerini kağnıya koşarlardı. Camızlar suyu çok severler, fırsat buldukları anda hemen suya yatarlar. Ceyhan Nehri’ni karşıya geçmek için üstlerine binerdik. İri hayvan olduklarından üstleri düz gibiydi: Rahat otururduk. Sırtına insan binmesine alışkın ise atmazdı. Hatta sulamaya götürdüğümüz anlar, sevinirdi. Nehre biraz girince suyunu içer ve ardından suya yatarlardı. Biz de camızın üstünde olduğumuzdan elbiselerimizle suya batar, ıslanırdık. Çocukluk, gülmekten ölürdük! Nefesi çoktu. Tumması (Tummak: baş dahil vücudun tamamını suya sokmaktır) için hafifçe kafasına vururduk, kafayı suya sokar uzun süre suyun içinde yüzerdi: Biz de üstünde…
Tarlalarda gezerken, bazen büyükçe delik görürdük. Bu deliğin tilkiler tarafından yapıldığını ve toprağın altında da yuvası olduğunu anlardık. Bilirdik ki, bu delikten tarlanın yakın bir yerinde bir delik daha vardır. O deliği de bulur: Tilkiyi yakalayabilmek için deliğin birinin önünde topladığımız otları yakar deliğe doğru üflerdik. Hayvan mecburen diğer delikten kaçmak isterdi. Öbür delikte bekleyen çocuklar yakalamak isterlerdi, ama çoğu zaman elimizden kaçırırdık. Bazen aynı işi deliğe su doldurarak da yapardık. Çocukluk işte, nedense zevk alırdık!
Hayvanların derisinin altına giren keneleri; hayvanı rahatlatmak için iki parmağımızla bastırıp deriyi patlatarak çıkarırdık. Şimdi keneden insanlar ölüyor, nasıl keneyse?.. Kurbağanın yavruları sığ sularda, arklarda olurdu: Kepçeye benzediği için çomça balığı derdik. (Yöremizde kepçeye çomça derler.) Elöpenleri (kertenkele) kovalar yakalardık. “Elimi öp, bırakayım” derdik: Dilini çıkarır, elimizin üzerine değdirirdi, biz de bırakırdık.
Doğada bulunan sığırcık, delice, vitviti, leylek, turna, karga, şahin, doğan, karabatak, ibibik gibi kuşları; köstebek, gelincik, su iti (samur), yılan, tosbağa (Kaplumbağa), elöpen (kertenkele), kırkayak, akrep gibi hayvanları; kelebek, b.k böceği, kız böceği (yusufçuk, helikopter böceği), övez (sivrisinek), bal arısı, eşek arısı, öküzcük gibi böcekleri; arpa, buğday, yulaf, yonca, pancar, nohut, mercimek gibi bitkileri; sümbül, lale, gelincik gibi çiçekleri; daha sayamadığım bölgemizde olan tüm hayvanları, bitkileri, böcekleri, çiçekleri, doğada görme ve tanıma imkânımız vardı.
İlkokulda olsun, ortaokulda olsun -öğretmen olmadığı için- müzik dersleri boş geçmesin diye bir öğretmen girer ve türkü-şarkı söyleyerek zamanı doldururduk. En çok öğretilen ve söylenilen türkü de Maraş’a ait türkü idi. “Turnam nerden gelirsin aslı Maraş’tan / Kanadın ıslanmış yağmurdan yaştan” diye başlayan bir turna türküsü idi. Bugün ülkemizde turna kalmadı. Yine çocukluğumuzda “delice” denilen, alaca karga (saksağan) ebadında açık kahve renkli kuşlar vardı. Biz sokakta oynarken, sanki oyunumuza katılacakmış gibi gelir yakınımıza konarlardı. İlaçlama nedeniyle bu kuşlar da yok oldu.
Aslında ben; acıma hissi fazla olan (merhametli), kavgayı sevmeyen, duygusal, yumuşak, sakin, sabırlı bir insanımdır. Çocukken de öyle idim. Elbistan ağzıyla cibelik (şımarık) değildim. Demek ki diğer çocuklara uyduğumdan, bazen onlarla birlikte yaramaz çocuk olabiliyordum.
Sözün özü: Çocukluğumdaki, ne o doğa, şehirler, köyler; ne de o tabii (doğal) kırlar, hayvanlar, bitkiler, böcekler kaldı. Bu dünyada hep birlikte yaşıyorduk: Galiba öksüz kalıyoruz, yetim kalıyoruz. Belki dünden iyiyiz, imkânlarımız fazla; ama çok yönlü bakınca da doğallıktan uzaklaşıyor, fakirleşiyoruz.
O günleri özlüyorum.