Hiç okudunuz mu veya duydunuz mu? Tarihimizde “kaht-ı rical” diye bir ifade geçer. “Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve yıkılma dönemlerinde, özellikle de 19.yüzyılda çok sık kullanılan ‘kaht-ı rical’; devlet adamı kıtlığı, âlimlerin azalması ve kalitesiz olması, devleti yöneten kişilerin liyakati, ehliyeti, basireti, kalitesi ve niyetlerinin düzgün olmaması gibi olumsuz anlamda kullanılmıştır.” (Prof. Dr. Haydar Çakmak 3 Ocak 2017 Yeniçağ Gazetesi)
Aynı ifade ile ilgili Murat Bardakçı da (12 Ekim 2016 Haber Türk Gazetesi) şöyle demektedir: “Eskiden gayet iyi bilinen ama şimdilerde unutur gibi olduğumuz ve artık pek kullanmadığımız “kaht-ı rical” diye bir kavram vardı. “Adam kıtlığı, adam yokluğu” demekti; devletin başına ve diğer önemli makamlara geçenlerin kalitesindeki ve liyakatindeki düşüşü, ciddî devlet adamının ve idarecinin yokluğunu ifade ederdi. …devletin ve memleketin adam kıtlığından neler çektiğini anlatan unutulmaz ifadeler, bu sözleri hiç söylememesi gereken bir kişiden, 18.yüzyıl hükümdarlarından 3.Mustafa’dan gelmiştir: ‘Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele / Devleti çerh-i denî verdi kamu müptezele / Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele / İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele’ (Düzeleceğini zannetmeyin, dünya yıkılıp gidiyor; alçak felek devleti aşağılık adamlara teslim etti. Mutluluk kapılarında şimdi bu aşağılık, âdî adamlar dolaşıyor ve artık Allah’ın merhametine kaldı) diyordu.”
Başlığı “Eğitimde Kaht-ı Rical” diye attım ama, sadece eğitimde değil, Ülkemizin geldiği noktaya veya içinde bulunduğu duruma bakarak, bunu tüm devlet kurumlarımızı kapsayacak şekilde genişletebilirsiniz. Bence Ülkemiz, Osmanlı’nın son dönemleri gibi “Kaht-ı rical” sıkıntısı yaşamaktadır. Belki de bilerek vasıfsız yöneticiler getiriliyor!.. Nedense hep “Profili düşük” kişiler arıyorlar!.. Üst yöneticilerimizin, özellikle bazı bakanların konuşmalarını dinleyince şaşırıp kalıyorum: “Bunlar nasıl bakan(!) olmuş” diye… Sokaktaki sıradan bir vatandaşın bile söylemeyeceği sözler, basitlikler, laubalilikler… Atalarımız: “Çok malda haram, çok lafta yalan olur” demişler, gerçekten de öyle… Dün başka bugün başka konuşuyorlar veya birbirini yalanlayan sözler söylüyorlar. Sanki aklımızla alay ediyorlar. Vatandaşı da aptal (!) yerine koyuyorlar.
2009 yılında sendikadaki görevim bitip Bakanlığa döndüm. O zamanlar amirlerimiz, daha çok bürokrasiden geldiklerinden pek problem yaşamıyorduk. Çünkü düşüncelerimize, önerilerimize saygı gösteriyorlar, değer veriyorlardı. Ben ve benim gibi bir çok tecrübeli şube müdürü ve personel vardı. Mesela ben; 20 Mayıs 1980 tarihinde müdür olmuştum ve aradaki 7 yıl 4 aylık profesyonel sendikacılığımı çıkarırsanız, 22 yıllık şube müdürüydüm. Nerede, nasıl hareket edeceğimi bilen ve bilgilerimi, birikimlerimi, tecrübelerimi, hatta önerilerimi paylaşmaya açık birisiydim. Ülkeme ve kurumuma -her zaman olduğu gibi- katkı yapmak istiyordum. Bu sebeple, örneklerle bazı yaşadıklarımı anlatmak istiyorum:
* Sayın Ömer Balıbey’in görevden alınmasından sonra genel müdürlüğe, grup başkanı olan doçent bir arkadaşımız vekalet etti. (Bakan Ömer Dinçer zamanında daire başkanlıkları kaldırıldı, yerine grup başkanlıkları oluşturuldu. Bakan Nabi Avcı zamanında da tekrar daire başkanlıklarına dönüldü.) Grup başkanım olarak bir süre birlikte çalışmıştık ve kendisi ile diyaloğum iyiydi. Makamında yaptığım iki saate yakın özel bir görüşmede, Genel müdürlükte gördüğüm yanlış ve eksiklikleri anlatmaya çalıştım. Neler yapılması gerektiğini anlattım. Ama hiç bir şey değişmedi!..
* 10-12 Eylül 2015 tarihlerinde ODTÜ’nde yapılan Fizik Eğitimi Kongresine MEB koordinatörü olarak katıldım. Toplantıda bakanlıktan birkaç genel müdür de vardı. Toplantı sonunda öğretmen yetiştirme ile ilgili panel yapıldı. Panelistlerden biri de akademisyen bir genel müdürdü. Sıra kendisine geldi ve konuşmaya başladı. Konuşmayı ben de pür dikkat dinliyordum. Hep anlatmaya çalışıyorum: “Bulunduğun konumu bilmek” ve “Bulunduğun makamı temsil etmek” konusu burada da karşıma çıktı. Genel müdür konuşması sırasında, hep “bana göre, benim fikrime göre…” gibi ifadeler kullanıyordu. Bazen katılımcılardan itirazlar geliyordu. Daha önceden biraz tanıdığım için, panelden sonra kendisine: “Sayın hocam. Artık siz bir üniversite hocası değilsiniz, genel müdürlük makamındasınız. Panelde Bakanlığı temsil ettiğiniz için konuşmanızı da bakanlık bürokratı gibi yapmalıydınız. Konuşmalarınız “bana göre, benim fikrime göre…” şeklinde değil de, bu konuda Bakanlık olarak şunları yaptık, şunları yapacağız.” şeklinde olmalıydı. Bilgi vermeliydiniz. Siz şu anda Genel müdürsünüz, konuşmanız da ona göre olmalıydı” demek zorunda kaldım.
* Her Bakanlığın zaman zaman yenilenen “İmza Yetkileri Yönergesi” vardır. Bu yönerge ile bakanlar; başta müsteşar olmak üzere diğer yöneticilere, yazılardaki konuların önemine göre imzalama yetkisi verir. Yani Bakan, her yazıyı imzalama imkân ve zamanı olmadığı için yetki devri yapar. Buradaki amaç yazışmaları hızlandırmaktır. Maalesef yeni yöneticilerimiz, son zamanlarda bir tartışma konusu daha çıkarttılar: Yazıyı “Bakan a.” imzalıyorsam, her yazının sonunu “… rica ederim.” diyerek bitiririm, şeklinde… Oysa yazıyı “Bakan a.” imzalıyor olmak, imza yetkisi verilen yöneticinin “Bakanla eşit olduğu” anlamına gelmez. Yazılarda; hitap edilen yer, yani yazının gönderileceği kurum/kuruluş ile yazıyı yazan kurumda/kuruluşta imza atanın makamı göz önüne alınarak “…arz ederim.” veya “…rica ederim.” ifadesi yazılır. Eşit makamlarda da sadece “…arz ederim.” veya “…arz ve rica ederim.” yazılır. Bu konuda tereddüt yaşanırsa, üst ve/veya ast amirin tespiti; hiyerarşiye, resmi (devlet) protokole bakılarak yapılır. Bu hususu bir türlü amirlerime anlatmam mümkün olmadı. Bir gün kızdım ve dedim ki: “Mesela bu genel müdürlükte kim imzalarsa imzalasın Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanlığı’na yazılan hiçbir yazıya “…rica ederim.” yazamazsınız, çünkü YÖK Başkanı protokolde genel müdürden üsttedir.” Ama anlayan ve dinleyen kim?..
* 2014 yılında 6528 sayılı Kanun’la teşkilatta yine değişiklik yapıldı. Ayrıca, daha önce “Şahsa Bağlı Kadroda Eğitim Uzmanı” olarak atanan şube müdürleri, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar doğrultusunda tekrar şube müdürlüğüne atanmışlardı. Bu çerçevede Genel Müdürlüğümüzün iç yönergesinin yeniden yazılması gündeme geldi. Hazırlanan metin üzerinde sırayla daire başkanlıklarının görüşleri alınıyordu. Bizim başkanlığın ve şubelerin olduğu bölümleri değerlendirmek üzere toplandık. Ben de bu çalışmayı memnuniyetle karşıladım. Çünkü adam yerine konulmuştuk ve fikirlerimize başvuruluyordu. Perdeye yansıtılan görüntü üzerinde fikirlerimizi paylaşmaya başladık. Daire başkanlığımızın görevlerini (iş tanımlarını) sırayla inceledik, bazı yerleri düzelttik. Şubelerin görevlerine (iş tanımlarına) gelmişti. Daire Başkanımızın konuşmalarını dinledim, şaşırdım. İster istemez müdahale etmek zorunda kaldım: “Başkanım bu bakış açınız yanlış. Adama göre görev yazılmaz, ‘bu işi halen şu kişi yapıyor, görevi ona verelim’ diye bir şey olmaz. Öncelikle kaç şube olacak ve şubelerin adları ne olacak ona karar verelim. Dairemize verilen görevleri belirli ana başlıklar altında toplayalım ve bu görevleri tanımlayacak kısa ve öz şube adlarını bulalım. Sonra birbiri ile ilgili ve uyumlu olan görevlerin aynı şubede toplanması sağlayarak şubenin görevlerini yazalım. Bunlar tanımladıktan sonra, şubelere istediğiniz kişiyi (şube müdürünü veya şube müdürü vekili olarak görevlendirilen eğitim uzmanını) görevlendirebilirsiniz. Adama göre iş değil, işe göre adam seçilmesi gerekir. Mevzuat böyle hazırlanır ve yapılır.” dedim. Tabii bu sözlerim hiç böyle bir çalışmanın (mevzuat çalışması) içinde bulunmamış daire başkanını sinirlendirdi. Kendi sözü yerine getirilmiyormuş gibi bir hava estirdi. Karşılıklı bağırmalar oldu, dağıldık. Bu çalışmanın üzerinden 3 sene geçti. Ben emekli oldum, ama bu iç yönergenin hâlâ çıkarılamadığını biliyorum.
Haftaya devam…